Göz Göze
Görme organımız göz, diğer duyu organlarından temel bir farkla ayrılarak insan ruhuyla en çok ilişkilendirilen organ olmasıyla fiziksel öneminin yanında sembolik bir öneme de sahiptir. Göz, benim için de görmenin yanında, gerek biçimsel olarak gerekse göze rengini veren irisin insandan insana çok değişmesiyle, bakışın, insandan insana, duygudan duyguya farklı anlamlar taşımasıyla hep ilgimi çekmiştir. Çocuk yaşlardan itibaren çizim, resim ve renk merakımı en çok tetikleyenlerden biri gözleri çizmek, boyamak, özellikle de kadınların bakışlarını resmetmek olmuştur. Bu nedenle yıllarca dergilerden, gazetelerden, posterlerden gözleri kesmiş, biriktirmiş, farklı renkteki göz ve biçimleri vurgulayan sanat eserlerinin kopyalarını gerek fiziksel gerekse dijital arşivlemişimdir. Gözlerin fotoğraflarını çekmek, bakışların anlamlarını çözmeye çalışmak, sözcüklerden çok bedenin diline odaklanmak ve ışığın göz üzerindeki etkilerini gözlemlemek, amatör de olsa sanata ilgisi olanların bana kalırsa ortak noktalarından birini oluşturur. Bu sebeple, gözlerle sanat arasındaki ilişkiye dair birkaç not düşmek amacıyla bir yazı yazmak istedim.
Bir merakla başlayan düşünsel pratiğim sonucunda güçlü ve akademik bir iddiada bulunmak gibi bir amacım yok. Serüvenim şu sorularla başladı; birincisi gözler sanatta nasıl temsil ediliyor? ; bu temsil biçiminde zaman içinde nasıl farklılaşmalar oldu, ya da oldu mu? İkincisi sanat, bakanın gözlerinden doğru nasıl algılanıyor? Her iki soruyu birlikte düşündüğünüzde çoklu ve bağlantılı bir bakış açısı geliştirmek zorunlu hale geliyor. Her ikisi de çok geniş araştırılabilecek, anlatılabilecek konular. Başlangıçta dediğim gibi, bu büyük sorulara akademik bir yanıt verme niyetiyle değil, sorularla haşır neşir olurken kendi serüvenimdeki uğrak yerlerime dair notlar düşmek ve bunları paylaşmak amacıyla yazıyorum.
Gözler Kalbin Aynasıdır
Elime bir kalem ya da pastel aldığımda ilk olarak gözleri çizerek başlamam sanıyorum ki bir insanın en iyi gözleriyle anlatılabileceğine dair varsayıma dayanıyor. Bu varsayımın temelinde “gözler kalbin aynasıdır” önermesinin yalnızca kültürümüze has olmayışı ve pek çok kültürde benzer referansların olmasıyla anlaşılabilir. Örneğin İngilizcede “eyes are the mirror of the soul” -gözler ruhun aynasıdır sözü de gözün bir yansıtma işlevi olduğunu vurguluyor. İki türlü bir yansıtma var birincisi gözlerin sahibi olan insanın zihnini, duygularını, düşüncelerini belki içerde saklı zihinsel duygusal hareketleri, gözlerinden yansıtması, ikincisi ise bakan kişinin kendi ruhunu tıpkı bir aynaya bakar gibi başkasının gözlerinde görmesi. Bu olağanüstü özelliği vurgulayan, yapıtlarında bu düşünceden hareket eden pek çok yazar, ressam, müzisyen bulmak mümkün. Örneğin Paulo Coelho, Manuscript Found in Accra kitabında şöyle demiş: “Gözler, ruhun aynasıdır ve gizli gibi görünen her şeyi yansıtır; tıpkı bir ayna gibi, onlara bakan kişiyi de yansıtırlar.” Meşhur eseri Simyacı’da ise şöyle:
“O, onun gözlerine baktığında, tüm dünyanın konuştuğu dilin en önemli kısmını öğrendi – herkesin kalbinde anlayabileceği bir dili. Bu, aşktı. İnsanlıktan daha eski, çölden daha kadim bir şeydi.”
Gözlerin bu denli büyük duygulara tercüman oluşunun örneklerini çoğaltmak çok mümkün.
Yalnızca 20. yüzyılda doğan Coelho gibi, 20. ve 21. yüzyılda üretenler de değil üstelik. Bundan yüzlerce yıl önce dahi MÖ.106-MÖ.43 yılları arasında yaşayan Cicero da gözlerin ruhun tercümanı/yorumcusu olduğu düşüncesini şu sözüyle aktarıyor:
“Yüz, zihnin bir resmi; gözler de tercümanıdır.”
Yani işin özü, Selami Şahin’in “Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar”ından Cicero’ya uzanan bu köprü hepimizin diline yerleştiği kadar zihninde de yer eden bir anlatı. Göz ile kalp arasında istersen göz ile zihin arasında ya da göz ile ruh arasında “latif bir ilişki” var. Bu ilişkiyi, sözsüz bir iletişim aracı olan gözlerimizi dünyayı anlamlandırmamızda ayrıcalıklı bir yere koyuyor. Üstelik, bilimsel araştırmaların da göz hareketlerinin zihinsel süreçleri incelemekte kullanılabileceğine dair de çıkarımları da bulunuyor. Yani, sözün özü, benim gibi romantikler, gözlemciler, bakmayı, görmeyi ve gözü sevenler, göz öyle mükemmel bir şeydir ki gözden mahrum kalan, insanın içinde hapis kalmış ruhuna doğanın güzelliğini yansıtamaz çünkü göz, doğanın bahşettiği güzelliği ruha yansıtandır minvalindeki sözüne katılmadan edemez.
Galaksilere Göz Kırpalım Mı?
Öte yandan, gözleri biraz daha özel kılan bir bilgi de popüler astronomiden geliyor. Özellikle son yıllarda uzaydaki teleskobu Hubble ve James Webb teleskoplarının evrene dair bilgimizi ve ufkumuzu geliştirdiği malum. Özellikle galaksi, nebula ve derin uzay fotoğrafları görsel bir şölen sunmanın yanında, evrende gördüklerimizi dünyada etrafımızda olan çeşitli nesnelere, canlılara, organlara benzetme gibi popüler bir akım da getiriyor. Bu benzetme olayı da aslında yüzyılımızdan çok öncesine dayanıyor. Örneğin takımyıldızlarının, galaksilerin adlandırılması da bu benzerliklere dayalı. Misal bizlerin Samanyolu olarak adlandırdığı galaksi, Latin dillerinde Milkyway olarak geçiyor-süt yolu. Bu da Yunan Mitolojisinde, Zeus’un ölümsüz bir anadan doğan oğlu Herakles’i Tanrıça Hera’nın emzirmesini istediği için uyuyan Hera’nın memesine koyuyor ancak Hera uyandığı anda oğlanı savuruyor ve sütleri fışkırarak süt yolunu oluşturuyor. Yani koskoca Milkyway bu anlatıyla ilişkilendiriliyor. Bir kaynağa göre de Samanyolu denmesinin sebebi de İran Mitolojisine dayanıyor (Derman, 2015) gökte saman çekerken etrafa dağılan yere düşen saman tozları ve saman… Lafı dağıttım ama söylemek istediğim şu ki, teleskoplardan galaksi görüntüleri geldikçe, galaksilerle insan gözünün biçimsel olarak benzerlikler taşıdığı düşüncesi popülerleşti.
https://www.reddit.com/r/spaceporn/comments/ac04mw/resemblances_between_galaxiesnebulas_and_human/
Bu görsellerdeki renkler yanıltıcı olabilir. Popüler bir mecra sonuçta tabii ki niyet neyse ona göre oynanmış. Ancak, iris ve göze benzerlikleri nedeniyle göz ile adlandırılan galaksiler yok değil. Örneğin Messier 64 | Black Eye Galaxy
Eye of God Galaxy
Gözde göz bebeği ile uzaydaki karadelikler, iris ile, galaksilerde yıldızlar ve yıldızlararası toz ve plazmaların meydana getirdiği madde ve ultraviole renkler ilişkilendirilerek insan gözünün görüntüsüne benzetiliyor. Gerçekten de benziyor. Bununla birlikte gözlerden ilhamla adlandırılan galaksiler de hatırı sayılır. Galaksilere bakarak evreni, gözlere bakarak ruhu anlamaya çalışmıyor muyuz? Göz bebeği karadelikleri andırmıyor mu? Her iki anlama çabası da aslında yaşamı ve varolmanın anlamına dair bir keşif. Sonsuz karanlık, insanın bedeninde ışığı emen göz bebeği ile karadelikler bir yandan da insanın kendini ve bir başkasını anlamaya dair merakını ve bazen de acizliğini göstermiyor mu? Bu yüzden de benziyorlar. En nihayetinde Carl Sagan’ın dediği gibi hepimiz yıldız tozundan ibaret değil miyiz?
Aman Sakın Göze Gelme!
Gelelim yıldız tozunun alabileceği en güzel şekillerden biri olan gözler ile resim ilişkisine. İnsan gözleriyle gördüğünü resmetti, görme yetisi olmayan ya da renk körü olan ressamlar olsa da, bu konu başlı başına bir konu şu anda giremeyeceğim. Şu kadarını söyleyebilirim: çeşitli göz ve görme bozukluklarıyla sanatın ve sanat yapıtlarındaki biçimsel özellikler ve renk kullanımı ilişkisi oftalmoloji alanında çalışanlarca da araştırılıyor. Elbette tüm duyu organlarının dışardan algılanan nesnelere, canlılara dair ürettiğimiz imgelerle sanat yapıyoruz. Yalnızca göz değil. Ben şimdilik gözde kalacağım. Peki, gözler sanat eserlerinde ve resimde nasıl temsil edildi?
Göz ile sanat arasındaki bağlantıyı merak eden bir araştırmacı, ilk olarak Antik Mısır’da göz temsillerine rastlıyor. Antik Mısır’da gözün temsil edilmesi oldukça popüler. Wedjat Eye Amulet Horus Gözü adı verilen göz temsilleriyle çeşitlenen bir nevi koruyucu nazarlıklar hem yaşayanların hem de ölülerin yanında yer alıyor. Dönemin muska ya da tılsımı diyebileceğimiz bu gözlerin koruyucu olduğuna inanılıyor. Bunun sebebi bir mitolojiye dayanması. Mitolojiye göre, tanrı Horus ile rakibi Set arasındaki çatışma sırasında Set, tanrı Horus’un gözlerini alır ve yok eder ancak Horus’un gözü başka bir tanrı olan Thoth’un yardımıyla iyileşir ve Horus’a geri verilir. Bu nedenle Wedjat gözü tanrı Horus’un iyileşmiş gözünü temsil eder ve iyileştirici güç, yenilenme ve genel olarak koruma anlamına gelir. Tanrı Horus daha sonra gözü, ölmüş olan babası Osiris’e sunmuş ve bu gözün canlandırıcı gücü Osiris’in öteki dünyada hayatta kalmasını sağlamıştır. Bu nedenle Horus’un gözüne cenaze sunaklarında veya Tanrı sunaklarında sıkça rastlanırmış. Öte yandan, koruyucu, iyileştirici göz güneş Tanrısı Ra’nın gözüyle de eşleştirilir.
Bugün bu temsillerin örneklerine müzelerde rastlayabilirsiniz. Ben burada New York’taki Metropolitan Müzesi Koleksiyonu’nda yer alan M.Ö. 1070-674 arasında tarihlenen bir örneği koyuyorum. Merak edenler, Antik Mısır sanatında çokça yer alan bu temsillerin çeşitlerine bu müzenin koleksiyonunda yer alan amulet ve yüzük örneklerinden bakabilir.
Metropolitan Müzesi Koleksiyonu
Mısır
ca. 1070–664 B.C.
https://www.metmuseum.org/art/collection/search/561047
Millattan öncesi çağlardan bir diğer örnek ise Antik Yunan’dan geldi. Göz temsillerine baktığımda M.Ö. 6- 4. Yüzyıllara tarihlenen aşağıdaki bu cam nzarlıklarla karşılaştığımda çok şaşırdım. Benzerlerini bugün Türkiye’de ve Yunanistan’da çokça görebileceğiniz bu nazar boncuklarının tarihinin bu denli eski oluşu ilginç değil mi?
Metropolitan Müzesi Koleksiyonu
Antik Yunan | Doğu Akdeniz
M.Ö. 6-4 yy
https://www.metmuseum.org/art/collection/search/249959
Gözler: Işık ve Karanlığın Buluştuğu Yer
Gözün koruyuculuğu ve yenilenmeyi temsil etmesi bir tarafa, Tanrı’nın, ışığın temsillerinden biri olduğunu söylemek de mümkün. Bizans dönemine geldiğimde, Bizanslıların mozaiklerinde ve sanatta gözleri çok belirgin, göz bebeklerini koyu siyah temsil etmesinin arkasında ne vardı acaba?
Şöyle bir alıntıyla başlayan bir makaleyle karşılaştım:
"Göz, elbette boyut olarak küçük bir organdır, ancak vücudun geri kalanından daha önemlidir. [...] Aslında, elbette, içimizdeki her şey Tanrı'nın hikmetinin bir kanıtıdır, ancak göz, diğer tüm organlardan daha fazla bir kanıttır. Gerçekten de, tüm bedeni yönetir; yüzü süsler; tüm uzuvlar için bir lamba gibidir. Güneşin dünyada yaptığı şeyi, göz bedende yapar. Güneşi söndürürseniz, her şeyi yok eder ve kaos yaratırsınız; gözlerin ışığını söndürürseniz, ayaklar da işe yaramaz hale gelir, eller de, hatta hayat da. Şimdi, eğer gözler işlevsiz hale gelirse, bilgelik de kaybolur, çünkü Tanrı'yı onlarla tanırız. [...] Şüphesiz, göz sadece bedenin değil, ruha bedenden daha fazla ışık veren bir organdır." [çeviri Chat GPT]
Bu sözler İoannis Hrisostomos veya hitabet yeteneği nedeniyle Altınağızlı Yuhanna olarak bilinen, M.S. 347-407 yılları arasında yaşamış, Konstantinopolis Başpiskoposu olarak görev yapmış önemli bir figüre ait. İngilizce’de John Chrysostom olarak bilinen bu şahsiyetten alıntıyla başlayan Todor Mitrovic’in (2021) ilginç makalesi, Bizans ikonalarında gözlerin simsiyah ile temsil edilmesini ve herhangi bir ışık yansıması kullanılmaksızın göz bebeğine vurgu yapılmasının arkasında ışık kullanımına dair sanatsal bir bilgi eksikliğinin değil, farklı bir anlamın olabileceğini tartışıyor. Işıkla bu kadar iç içe olan bir kültürde, ikona sanatının bağımsız olmadığını, aksine her yönüyle, altın zemin kullanımı, parlak pigmentlerden yararlanma v.b. Işığı vurgulayan bir sanatta gözlerin karanlık ve simsiyah temsil edilmesinin ardında ya da sonucunda uhrevi, mistik bir taraf olduğunu anlatıyor.
Birincisi, göz bebeği, evrendeki tüm ışığı emiyor ve görmemizi sağlıyor ancak bu karanlık tüm bu ışığı soğurmasıyla da oldukça gizemli. Bir insanı tümüyle anlayamayacak/kavrayamayacak olmamızı da simgeliyor. Mitroviç gözbebeğini bilişsel bir karadeliğe benzetmiş. Yüz yüze, göz göze olsak da bir başkasının içinde halen anlatılamayan bir derinlik, karanlıkta kalan bir yan mutlaka var. Göz bebeği de bunu gösteriyor.
Yine uzattım konuyu velhasıl, Bizans dönemi ikonalarında bilinçli veya bilinçsiz bu simsiyah göz temsillerinin aslında bizi Tanrı’ya, sonsuz bilinemeyene, yani evrene yönlendirdiğini söylemek mümkün diyor gibi geldi bana. Makalenin tümünü buradan okuyabilirsiniz.
https://orthodoxartsjournal.org/the-epiphany-of-the-eye/
“Gözlerinin içine başka hayal girmesin…”
Kutsal figürlere ait olsun veya olmasın göz, insanın kavrayışına, bilgeliğine, derin dünyasına dair çok önemli bir imge. Fiziksel olarak görme eylemini yapan organ oluşu, göz bebeği ile evrendeki ışığı emen bir yanımız olması hem biraz ürkütücü hem de mistik. Örneğin, birinden etkilendiğimizde, aşık olduğumuzda, ya da ilgimizi çeken bir şey olduğunda göz bebeklerimizin büyümesine dair bilgi beni hep etkiler. Elbette biyolojik olarak açıklanabilecek tarafları vardır lakin manevi bir tarafı olması hep daha ilginç geliyor. Birinden etkilendiğinizde örneğin, aşık olduğunuzda göz bebeklerinin büyüyor olması karşımızdakini daha çok anlamayı arzulamanın yolu mu acaba?
Gözler ve kavrayışın yanında gözler ile çeşitli duyguların temsili Rönesans ile birlikte farklı bir alan buluyor. Resimde, özellikle portrelerde yağlı boyanın ve renklerin etkin bir biçimde kullanımı ile birlikte gözlerin canlı bir biçimde çeşitli duyguları temsil etmesi, “bakış”ın resimde merkezi oluşturması, gerçekçi bir temsil biçiminin yaygınlaşması, perspektif ve en önemlisi bakan gözün bu kez izleyen/izleyici olarak farklı bir anlam kazanması da gözlerin resimdeki temsilini çeşitlendirdi. Resimdeki gözler bakana ne söylüyor? Nasıl duyguları uyandırıyor? Ressam bu resmi yaparken ne anlatmak istiyordu? Portre resmi yapılan kişi ressama şu veya bu şekilde baktığında ne demek istiyordu, hangi duygular içindeydi?
Bu gözler nasıl bir kişiliği temsil ediyor? Tüm bu sorular, izleyen gözün, temsil edilene dair spekülasyonlarında resimde temsil edilen bakışın/gözün önemli bir anlamı olduğuna da işaret ediyor.
Resimdeki Bana mı bakıyor? Beni izliyor mu? Mona Lisa da bizi görecek mi?
Rönesans ve bakış deyince Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sını anmayınca dövüyorlar sanırım. Evet bu meşhur tablodaki bakış ve gülüş uzun bir süre insanları meşgul etti. Mona Lisa’nın gözleri bakan kişiyi nereye giderse gitsin izliyor muydu? Mona Lisa etkisi, “bir imgede tasvir edilen kişinin gözlerinin, resmin önünde hareket eden izleyiciyi takip ettiği izlenimini ifade etmek için kullanılıyor.” (Altındiş, 2019). Science Alert’te 2019’da yayınlanan David Nield makalesinde okumuştum “Meğer Mona Lisa bize bakmıyormuş”, Altındiş de Türkçede konuyu duyurmuş. Sanılanın ve belki de izlendiğimizi arzu etmenin aksine Bielefeld Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre Mona Lisa etkisi denen olayın olması için 0 derece ile gözlerin dik bakması gerekirken Mona Lisa 15.4 dereceyle sağ yöne bakmaktaymış ve aslında bizi izlemiyormuş. Sonuç ne olursa olsun Rönesans resminde gözlerin farklı biçimlerde odak noktası olması, resim sanatını etkiledi ve gözlerin temsilinde önemli bir etkiye sahip oldu.
Örneğin resimdeki kişinin gözlerinin direkt karşıya, yani resme bakan kişiye bakması,
gözlerle korku, üzüntü, neşe, sevinç gibi farklı duyguların ifade edilmesi,
ressamların, kendini yaptıkları kalabalıklarına arasına otoportreleri ile gizleyip bakışlarıyla doğrudan resme bakan kişiye bakması ve adeta her şeyin farkındayım deyişi,
resmedilen kadınların bakışlarıyla, yakınlık, samimiyet, cinsel dürtü, arzu gibi duyguları uyandırması….
Giorgione | The Tempest | 1508 civarı | Gallerie dell’ Academia
Rönesans döneminde en anlaşılamayan ama entersan olan resimlerden biriyle geldim. Yukarıda gördüğünüz bu fırtına öncesi resim tam olarak ne anlatıyordu? Bu şehir neresiydi? Kutsal figürlere gönderme mi var? Bu kadın kendisine kalacak yer bulamamış şehrin dışladığı biri miydi? Neden yarı çıplak da omuzları kapalı? Adam ona küstahça ve küçümseyerek mi bakıyordu yoksa bunlar bir aile miydi? Mitolojik bir hikayenin mi temsili? Bu sorular tartışıladursun, resimdeki erkek figürünün bakışı neyi temsil ediyor? Kibri mi? Farklı bir sosyal sınıfı mı? Küçümsemeyi mi? Yoksa erkeğin kadına bakışını mı? Peki ya kadın? Nereye bakıyor?
Ressam Giorgione ardında çok da fazla imzalı resim bırakmamış ancak kendinden sonra gelen ressamları etkilediği düşünülüyor. Örneğin İtalyan ressam Titian’ın 1538 tarihli resmi Venus of Urbino-Urbino Venüs’ünün bu etkiden nasibini aldığı belirtiliyor. Çıplaklık, kadının uzanması, kadının ancak “Venüs” olarak adlandırılınca güzelliğinin ve arzulanmasının meşru oluşu bir tarafa benim bu resimde en çok ilgimi çeken, bakan gözle, resmi izleyen kişi ile kadının bakışı ile çok “intimate”, “samimi” bir ilişki kuruyor olması. Muhtemelen bu tarihlerden sonra pek çok örneğini gördük bu bakışların. Resmin arka planında da pek çok detay olmasına ve belki bedensel olarak bir takım orantısızlıklar olmasına karşın-örneğn ayakları bu boya çok küçük değil mi?- resme bakan kişi kadının bakışıyla resmin içine çekiliyor.
Titian | Venus of Urbino | 1538 | Della Rovere family collections in Urbino
Otoportreler ve Bakışlar
Çok farklı gözlerle karşılaştığımız bir mecra olan resim sanatında 17. Yüzyıla gelindiğinde çokça portre görüyoruz. Portreler ve otoportreler gözlerin ve bakışların en etkin kullanıldığı yerlerden biri. Soylular ve örneğin Hollanda’da kentliler Rembrandt ve çağdaşlarına portreler ve aile resimlerini yaptırıyorlardı. Portrelerde gözler ve bakışlar cinsiyeti, duyguları, yaşı hatta resimler aracılığıyla ölümsüz olma arzusunu temsil ettiler.
Ressamların otoportreleri de bu dönemde dikkatimi çeken unsurlardan. Ressamlar bir şekilde bize bakmak istiyor. Otoportreleri aracılığıyla doğrudan bize bakıyorlar ve bence bu şekilde bir çeşit zamansızlık kazanıyorlar. Onları, yaşamlarının üzerinden yüzlerce yıl geçse dahi, otoportreleri aracılığıyla bir “insan” olarak görebiliyoruz.
Otoportre konusu başlı başına ilginç ve geniş bir konu. 15. Yüzyıldan itibaren ressamların otoportreleri görülüyor. Bilinen en eski örneklerinden biri ressam Jan Van Eyck’a ait olduğu düşünülen otoportre.
Jan Van Eyck | Otoportre? | 1433 | National Gallery London
Bu tarihten sonra hem erkek hem kadın ressamların otoporteleri bulunuyor. Otoportre konusunda wikipedia nın konuyla ilgili İngilizce sayfası çokça bilgi veriyor. Oradan başlanabilir Bana ilginç gelen bilgilerden biri, özellikle kadınların, modellerle çalışması ve dolayısıyla büyük boyutlu resimler üretmesine 20. Yüzyıla kadar çok imkan olmamasından, bu kısıtlı (!) ve ataerkil koşullarda sanatsal yeteneklerini ve becerilerini ortaya koyan örnekler olarak bulunması ve bununla birlikte resim alanında kadınların varlığına yönelik önemli bir kayıt ve kanıt sunması… Öte yandan kadınların otoportrelerinde resim yaparken kendilerini resmettikleri görülüyor. Otoportelerinde giydikleri kıyafetleri aslında resim çalışması yaparken giymedikleri, bazen oldukça gösterişli olan kıyafetlerin, sanatsal becerilerini ve ustalıklarını göstermenin bir yolu olarak seçildiği de düşünülüyor. Örneğin aşağıdaki Hollandalı ressam Judith Leyster’in otoportresi bu minvalde görülüyor.
Judith Leyster | Self-portrait | 1630
Göz konusuna gelecek olursak, portre çalışmalar insan yüzünün odağı gözlerin temsiline dair de önemli bir alan açmış oluyor. Ressam, hem kendi varlığına bir dış gözmüşçesine bakıyor ve aslında hayatının belli bir anını kayıt altına almış ve kendini bir nevi ölümsüz kılmış oluyor hem de resme bakan kişiyle doğrudan bir iletişim ve etkileşime giriyor.
Bu eserlere de bir tür “selfie” diyebilir miyiz tartışılır ancak bir sanatçının kendini resmetmesi ister sanatsal yeteneğini göstermenin bir yolu olsun, ister, yaptığı büyük resimlerin arasında kendini de resmederek hamisine, eserini sunduğu ortama bir “selam” olsun, kendilerine kişisel olana ya da dönemlerinin onlara nasıl baktığına ve bakışa dair bir iz bıraktıkları kesin. Bu bağlamda bence farklı yaşlarda kendisinin çok sayıda otoportresini yapan (40 civarı yağlı boya eser 30 üzerinde çizim? wow) Rembrandt ilgimi çekiyor.
1606-1669 yılları arasında yaşamış Rembrandt’ın hayatının son deminde yaptığı bu resimde gözlerindeki yaş almanın verdiği bir çeşit hüzün, olgunluk ve bir gözün daha belirgin oluşuyla gözleri içimize işlemiyor mu?
Rembrandt | 1669 | Mauritshuis, The Hague
Kendime bakıyorum; kendimi izliyorum; kendimi sana gösteriyorum ve sana gözlerimle bakıyorum. Beni görüyor musun? Beni anlıyor musun?
Otoporrtelerdeki gözler ve bakışlar yukarıda sorduğum sorular sebebiyle önemli.
Otoportreler 17.yüzyıldan sonra da sürüyor elbette. Otoportrelere dair ressamların motivasyonları birbirinden farklı olabilir, hatta bir ressamın birden fazla otoportesi olabileceği düşünülürse her seferinde farklı bir motivasyonla her zaman hazırda bulunan modele, kendine dönmüş olabilir… Kişilik- kimlik arayışı, kendini ifade etmenin bir yolu, iç çatışmaları veya kişisel tarihine keskin/iz bırakan olayların portre üzerinden yansıtılması, veyahut kendisini arzu ettiği, farazi durumlarda resmetmek istemesi…
Örneğin 19. Yüzyılda Van Gogh’un (1853-1890) ve 20. yüzyılda Frida Kahlo’nun (1907-1954) otoportrelerinden söz etmemek imkansız. Her iki ressam da çok sayıda otoportre üretmiş. Kendilerini temsil etmekteki tercihleri ve nasıl temsil etmeyi tercih ettikleri sanat tarihinin de konusu ancak ben naçizane ortalama görsel sanat seven bir insan olarak her iki ressamın otoportrelerindeki bakışlarından çok etkileniyorum ve bu gözler aracılığıyla ressamlar ve yapıtlarıyla daha yakın bir ilişki kurabileceğime dair bir düşünceye sahip oluyorum.
17. yüzyıl örneklerinden farkla, 19. ve 20.yüzyıldaki ressamların kendi varoluşları ile biricik gördükleri dünyaya dair bize bir şey söylemek istediklerini düşünüyorum. Yani sanki bireyin kendine özgü varoluşsal dertleri, iç çatışmaları ve zaman içinde değişen psikolojik durumları bu temsiller aracılığıyla tarihe bir not düşülmüş gibi.
Van Gogh’un otoportreleri için resimleri bir araya getiren Pivada web sitesine bakabilirsiniz.
Frida’nın günümüzde bir hayli popülerleşen ve ikonikleşen otoportrelerini de bilmeyenimiz yok ama çeşitliliği göstermek için aşağıdaki arama sonuçları ekran görüntüsünü paylaşıyorum.
Gözetleyen Göz
Portreler aracılığıyla bize bakan belki onlara baktıkça da kendi varlığımızı sorguladığımız gözlerin yanı sıra “gözetleyen göz” imgesi de güçlü bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Kameraların tıpkı bir gözü andırması, günümüzde izlenmek için göze bile ihtiyaç olmayan bir dönemde, gözetime dair düşünmek, her şeyi gören ve izleyen göz, izlenildiğinizi bilmeseniz de izlenebileceğinizi bilmenin oluşturduğu disiplin düşüncesi, bizi Jeremy Bentham’ın 18. Yüzyılda oluşturduğuı panopticon tasarımına götürüyor. Hapishanedeki suçluları, izlenilip izlenildiğini bilmeksizin, yapının ortasında ve merkezinde yer alan gözlem kulesindeki bir gözlemci tarafından gözlemlenilmesine olanak sağlayan, İngiliz felsefeci ve sosyal kuramcının tasarladığı panopticon hapishane tasarımı, yine İngiliz bir mimar olan Willey Reveley tarafından çiziliyor(1791) ve hapishanelerde olduğu kadar hastanelerde, okullarda, sanatoryum ve tımarhanelerde de kullanılabileceği de tasavvur ediliyor. Bu tasarı, gözlemin, ve aslında “göz”ün izlediği özneleri kontrol etmenin bir aracı olabileceği fikrine bizi getiriyor. Toplu olarak insanları gözlemlemeye yarayan bu tasarıdaki disiplin ve kontrol olgusu Michel Foucault’nun Surveiller et punir : Naissance de la prison İngilizce başlığı ile Discipline and Punish: The Birth of Prison ya da Türkçe başlığı ile Disiplin ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde modern disiplin toplumunun bir metaforu olarak tartışılıyor ve bu kitapla Bentham’ın tasarısı daha geniş bir kitlede bilinerek konuşuluyor. Tüm bunları anlatmamın sebebi, üzüntü, sevinç, mutluluk, aşk, şaşkınlık, şehvet, korku gibi pek çok duyguyu ve kişiliği anlatmak ve temsil etmek, evreni ve varoluşu kavramak üzere bir anlam taşıyan göz, bireysel olanın ötesinde toplumsal bir anlam da taşıyor. Panoptikonun modern toplumun bir metaforu olarak kullanılmasını, disiplin ve kontrol ile ilişkisini sorgulamak isteyenleri Foucault’un biricik eseriyle başbaşa bırakabilirim. Bununla birlikte bu imgenin sanatta/tasarımda kullanıldığı bir kaç örnek de göstermek isterim. Örneğin George Orwell’in ilk kez 1949’da yayınlanan “Büyük Birader” tarafından yönetilen, düşüncenin dahi sürekli gözetim ve propaganda yoluyla kontrol edildiği totaliter bir rejimi, ana karakterin baskıcı sisteme karşı mücadele etmesine karşın bireyselliğini ve özgür iradesini kaybettiğini anlattığı distopik romanı 1984’in ilk baskısı değil ancak sonraki pek çok edisyonun kitap kapağında gözetleyen-gözetim altında tutan göz imgesi kullanılmıştır. Kitabın Türkçedeki baskılarında da bu imgeye rastlanır.
Kitabın farklı edisyonlarının kapak örnekleri:
Çağdaş sanatta da sinemada da gözetleyen, izleyen, takip eden göz imgesinin kullanımının yaygın olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum.
İlla izleyen göz imgesiyle değil ama gözün baskın bir tema veya görsel bir öğe olduğu çağdaş sanat çalışmaları için MOMA koleksiyonunu taradığımda, Louise Bourgeois’un eserleri ve Rodolfo Abularach’ın eserleri dikkatimi çekiyor. Rodolfo Abularach’ın çarpıcı gözleri insanın iç dünyasına dair keşfin hiç bitmeyeceğini göstermiyor mu?
Ressamın eserleri için Moma Koleksiyonunda arama yapabilirsiniz. Kendi sayfası da mevcut.
Loise Bourgeois | Eyes| 1996 | Moma Collection
Bununla birlikte Rene Magritte’in The False Mirror- Sahte Ayna eseri beni hep etkiler… Acaba Magritte sahte ayna ismini verdiği bu resimde, “gözler ruhun aynasıdır” sözünü mü irdeliyordu? Bu tek gözün irisinin hafif bulutlu bir gökyüzü şeklinde resmedilmiş olması bize gözün gördüğünün bir yansıması mı yoksa kişinin baktığı gözde görebileceklerinin sınırsız bir gözkyüzü gibi olasılıklar barındırması mı? Veya yukarıda tartıştığımız gibi tüm bunlar, bir insanın tümüyle anlaşılamayacağını mı temsil ediyor? gibi sorular sorduruyor. İnsanın öznelliği ya da zihin sonsuzluğu mu artık size ne çağrıştırıyorsa çağrıştırsın Magritte in sonsuz bir ufuğu gösteren gözü bana, birine bakarken, kendimi gördüğümü ve baktığım kişiyi sonsuz bir şekilde görebileceğimi gösteriyor gibi.
https://www.moma.org/audio/playlist/180/2384
René Magritte | The False Mirror | Paris 1929 | Moma Collection
René Magritte’in yanı sıra, 20. Yüzyılda üretmiş Salvador Dali’nin, M.C. Escher’in yapıtlarında da gözün mesele edildiği görülüyor. Göz ve bilinçaltı ilişkisi, görme, hayal kurma, rüyalar, hayaller ve korkular, her birimizin dünyayı biricik deneyimliyor oluşu, fakat günün sonunda evreni kavramaya dair insani sınırlılıklar. Zannediyorum bu temalar içinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda da sürüyor.
“Ruhunu bildiğimde, gözlerini de çizeceğim”
Göz demişken, çok nadiren gözleri olduğu gibi resmeden Modigliani’den söz edeceğim. Gözlerin dış hatlarını çizmesine karşın ya gözbebeksiz gözler çizen Modigliani’nin kendine has tarzı, gözlerin resimde temsil edilmesine dair başka bir tarz sunuyor. Çok kısa bir ömür geçirmesine rağmen-35 yaşında ölüyor!- eserleriyle iz bırakan İtalyan Modigliani’nin ince uzun boyunlu kadınları ve gözleri kendine has tarzında resmedişi akılda kalıcı bir etki bırakıyor. Her ne kadar ressam ürettiğimi dönem boyunca farklı stiller ile gözleri temsil etse de, bu gözbebeksiz, irissiz gözleriyle aklımızda yer etmiş. Ressamın subjesi ile olan yakınlık ilişkisini gözleri temsil ediş biçimiyle ortaya koyduğu tartışılan bir konu. Yani bir insanı ne kadar biliyorsa onun bakışlarını o kadar derin ve detaylı çizerken, subjesi ile pek bir yakınlık ilişkisi yok ise çizmiyordu diyenler olabilir. Fakat tarihi sırayla eserlerinin sıralandığı şu siteye baktığımda ben belirtildiği ya da popülerleştirildiği gibi gözleri çoğunlukla gözbebeksiz, sadece dış çerçevesinin olduğu şekliyle çizdiğini düşünmedim. Ancak zannediyorum yaşamını Paris’te geçirdiği 1916-1917 yıllarındaki yapıtlarında göz çizilmemiş gibi…(teyide muhtaç bilgi) Bu stili tercih etmesinin sebebi belki gerçekten de yakınlıkla ilgilidir. Belki o anki hisleriyle… Ne olursa olsun, Modigliani’nin kadın portrelerine baktığımda, ressamın iç dünyasına dair bir merak ve kendisinin de bir melankolik olduğuna dair hisler uyandırıyor bende. Hazır Modigliani’yi anmışken, çok sayıda portresini yaptığı aşkı, Moodigliani’nin genç yaşta ölümünden sonra, karnındaki ikinci bebeğiyle intihar ederek, bir çocuğunu da geride bırakarak hayata veda eden Jeanne Hébuterne’i de beni en çok etkileyen portresi ile analım. (Bu portrede gözler renkli bebekli ve detaylı, göz akları ise mavi…)Bilmem ressamın dudyuğu aşkla yakınlığa dair sizlere de bir şey anlatıyor mu?)
Amedeo Modigliani | Jeanne Hébuterne with Hat and Neclace | 1917 | Özel Koleksiyon
Kadınların Gözleri
Bahsimizin sonuna gelirken gerek burada verdiğim örneklerde, gerekse beni etkileyen resimlerde hep kadın gözleri var. Kadının bakışı bana bir çeşit özgürleşme alanı gibi geliyor. Kadının bağımsızlığını, gücünü, duyguları ve varlığı temsil etmekteki o olağanüstü gücü sanki gözlerde toplanıyor. Bu yazıyı yazarken zannediyorum bir düzey daha farkındalık kazandım. Kendi yaptığım resimlerde de kadınları çizmem, ve doğrudan bakan, gözleriyle var olan kadınları çizmemin ardında bilinçli bir farkındalığa sahip olmadığım böyle düşünceler olabilir. Bakarak, görerek, baktığımızı, gördüğümüzü söyleyerek özgürleşiyoruz gibi...
“Eee Gözde bu kadar ressamdan bahsettin. Hiç mi Türk ressam yok temsil ettiği gözlerle seni etkileyen?”, derseniz, Nuri İyem’in Anadolu kadın portrelerindeki bakışları, Fikret Otyam’ın kadınlarını, bakışlarını ve başlıklarını-hatta ortaokul lise yıllarım hep Anadolu kadın başlıklı kadın portreleri çizmekle geçti diyebilirim- Fahrelnissa Zeid’in otoportrelerindeki çarpıcı gözleri ve bakışları, kendisi daha çok oyunculuğu ile bilinse de Zerrin Tekindor’un kadın portrelerindeki gözleri sayabilirim.
Nuri İyem | Üç Güzeller |
Fikret Otyam
Fahrelnissa Zeid | Otoportre | 1944 | Sema ve Barbaros Çağa Koleksiyonu
Fahrelnissa Zeid | Otoportre-Someone from the Past | 1980 | Raad Zeid Al-Hussein Collection © Raad bin Zeid
Zerrin Tekindor | Portrait of Blanche Dubois | 2020
https://www.monaartgalleryistanbul.com/product-page/zerrin-tekindor-portrait-of-blanche-dubois
Son olarak kendi yaptığım resimlerle ve yıllar önce gördüğümde beni etkilemiş bakışlarıyla, acaba ressamla gizli bir aşk mı yaşıyordu duygusu yaratan Jean-Auguste-Dominique Ingres'e ait bu yazıya veda etmek istiyorum. Bundan sonra artık ressam gözlerle ne ifade etmek istemiş?, gözleri nasıl temsil etmiş, düşünmek size ait…
Gözde Çerçioğlu Yücel | Üzerimde Göz Var | 2022 |
Gözde Çerçioğlu Yücel | Üzüm Göz | 2008 | Tuval üzerine yağlı boya | 50 x 70 cm
Jean-Auguste-Dominique Ingres | Louise, Princesse de Broglie, Later the Comtesse d’Haussonville | 1845 | The Frick Collection
Kaynakça:
https://eyes-road.eu/oeil-et-art-une-si-longue-histoire-10191/
https://ophthalmologybreakingnews.com/windows-to-the-soul--exploring-the-symbolism-of-eyes-in-art
https://www.barnebys.com/blog/mirror-of-the-soul-eyes-in-art
https://www.kozmikanafor.com/samanyolunun-adi-nereden-geliyor/
https://artsci.case.edu/dittrick/2015/10/01/the-eye-as-art-anatomy-and-vision-in-the-18th-century
https://orthodoxartsjournal.org/the-epiphany-of-the-eye/
https://sanatabasla.com/2015/01/firtina-the-tempest-giorgione/
https://en.wikipedia.org/wiki/Self-portrait
https://www.printmag.com/design-books/1984-book-covers/
https://www.mutualart.com/Article/Modiglianis-Window-into-the-Soul-/0943C880C458BB7A
https://www.metmuseum.org/art/collection/search?q=eye
https://www.tate.org.uk/search?type=artwork&q=eye
https://www.saatchiart.com/en-tr/all?query=eye