21 Aralık 2012 Cuma

"kıyamet kopacak nerdesin" umarım afiyettesin

Altı aydır yazmamışsın oturup olası kıyamet günü yazıyorsun. Olsun "Oku"yla başlayan bir hikayeyi "yaz" la tamamlayalım şanımız yürüsün. Şimdi arkadan Erkin Baba o müthiş introlu şarkısıyla "İnaaaaaaaan kiiiiiii senden başka kimse yok içimde" derken kalkıp ne düşünürsün. Hiç işte. Söylenemeyenler filan derken, pek çok mübarek ve önemli günlerde vuk-u bulduğu üzere platoniğe mesaj atmak için fırsat kollayan naif ergen kız akla geliyor. Bellidir ki bu işlerde imdada birinci sırada yetişmekle birlikte yılda bir kere olduğundan platonikliğin dibindekilerin tercihi yılbaşı, ikinci sırada ise doğumgünleri ki o da yılda bir maalesef de işi "ben seni bak hiç unutmadım hele ki doğumgünün var ya o benim öldüğüm günündür" varsayımından baya iş yapar, üçüncü sırada ise dini ve resmi bayramlar gelir. kurban bayramı gibi ironik açılımlara sahip bayramların dışında bir platoniği en iyi yansıtan şey mesaj atılacak günün özelliğinden ziyade o özelliği ulaşamadığı imkansız aşkının ne gibi ve hangi özelliğiyle özdeşleştireceğidir.

Bu husus hafife alınmadan dikkatle incelenmeli, yalnızca vurgun ve vurulan kişi arasında sessizce sürüp giden aşk sanılan ve cevap mesajı gelme olasılığı düşünüldüğünde bile elleri bir anda yazdan -30ları gören Erzurum'a döndüren hissiyatın karakterini ortaya çıkarmakla kalmayıp, işin içinde aktörlerin ilişkilendirme becerilerine de bakılmalıdır. Örneğin, off puff noooolllur ya bi hadise olsa da mesaj atacak bi yüzüm olsa falan diye düşünen bünye, onca zamandır beklenen o hadise geldiğinde- söz konusu durumda 'özel gün' kafayı olabildiğince iyi çalıştırmalı, rezil ve rüsva olmadan bu işin içinden "sana aşkımdan ölüyorum ve hep öleceğim" demeyi, bu lafları etmeden becerebilmeli üstüne üstlük de özel günle karşıdakinin hayatına dair bir şeyi birleştirebilmelidir. Burda takınılacak tutum ve duruş ziyadesiyle önemlidir. (Parantez okuyucu burada elektrik gitti ortamda hislikablelvuku anacımmmm.. Neyse tırım tırım atarken geldi de devam ettik) Karşıdakinin seçilen özelliği yalnızca günün anlam ve önemine uymakla kalmayıp aynı zamanda yeterince özenle seçilmiş olarak onu yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan bir yere koymayı da becermelidir.

Kıyamet kopacağı varsayımıyla Şirince'ye gitmeyerek kanepesinde oturup bilumum mecradan platoniğini takip etmeye çalışan bünye oluşturacağı cümleyi öylesine özenle seçmeli ki defalarca parmaklarıyla oluşturduğu metni beyniyle silip düzeltse veyahut tam tersini yapsa da en emin olduğu noktada o "gönder abiii gönder" tuşuna basabilmeyi şimdiki zamanda da cihaza göre dokunmayı becerebilecek kadar parmaklarını az titretmelidir.Aslında olasılık ya bu, asıl korku rezil olmaktan mıdır yoksa aşkının anlaşılmasını manyak gibi isterken anlaşılmaktan mı korkmaktandır bilinmez ama aslında bu durum tam da en süper okazyanu oluşturmuş olabilir. Ne olacak ki abi en nihayetinde öleceğimi varsaydım öyle de yazdıydım filan diye çevirirsin hayırlısıyla ölmez sağ kalırsak. Hem belki üç buçuk atınca harbici ölümle yüzleşince de bi rahatlarsın bünyeye bir ferahlık bir aydınlanma gelir de boşmuş bu işler dersin belli mi olur.
Velhasıl, bence süper durum, şahane ortam. Otur düşün yaz. Kurgula, şaheserini yarat.. "Gönder kızım saçmalama"
Ve hatta "kıyamete kadar kapattımmmm kalbiMiiiii wohiwohi wohi wohi wohiwohi wohi wohi woooooooo"

"kıyamet kopacak nerdesin" umarım afiyettesin







27 Haziran 2012 Çarşamba

ters fosfor böceğinin günce çabası

bir zamanlar çok umrumda olan şeylerin ve insanların artık umrumda olmamasına pek fazla şahitlik ettiğimi söyleyemem. Ancak böyle bir durum başıma geldiğinde de ne yapacağını bilemez oluyor insan. Hiçbir şey yapmayayım en iyisi diyorsun. Aklına klasik olarak gelen ve beyninde büyük harflerle yazılmış "WC" tabelasına yöneliyormuş hissi vermekten öteye gitmeyen mahrem savaşlar kuruyorsun yıllanmış, şaraplaşmış ve artık şapşallıktan öteye gitmeyen düşlerinle. Niye wc tabelası diyecek olursanız insan çişi gelince nerde olursa olsun bu yanyana gelmiş iki harfi nasıl güzel tarıyorsa, sidik kesesi yerine kalbi hüsranlarla dolup taştığında bu wc tabelası görevi gören düşlere sığınıyor. Şimdi yaş gelmiş 30'a bazı millet ikinci çocuklarda, beşinci "TİK"lerde, bazı milletlerin de hiç bu dünyalarda eteği astarı yok takılmalarda, orda burda şurda sen hala "ne aptalım ya" ben peşindesin. Olmuyor tabii arkadaş. Ne oluyor ki? Sürreal şeyer oluyor hayatta, coğrafyamızda yol çöküyor, çöken yol- üç boyutlu çizilen resimler gibi- bi adamı yutuyor falan. Bunlar oluyor. Olan da bu yani. Olmaması daha makbul bence. Neyse şimdi benim bu hoş kokulu, cifli vimli bir o kadar da marclı paspaslı wc lerimde çokça ayna var bi kere. O "klozet" denen şey var ya. Yalnızca içine sıçtığın şey olmakla kalmayıp biraz da şıkından. Ne demiş gavur bu "closet" kelimesi için: "a state or condition of secrecy, privacy, obscurity" . Yani ben sana bence türkçesini şettireyim: inzivaya, kendine, gizine çekildiğin hal durum falan fiş mekan. Tabii bu wc nin temas ettiği watercloset ten farklı anacım ama bakma sen iş düşler olunca bu kısaltma bence iş görür. Öf işte ya bildiğin yere sığınasın geliyo. Kaçayım diyorsun. Bu sürreal ülkeden kendi filli, fil güzellik yarışmalı hint renkli dünyama. Turuncumu alayım morumu alayım. Yalnız olayım diyorsun. Çamaşır makinasına her şeyi boyayacağını bile bile hint işi bir şalı atıp, bildiğin sonuca sıkma işi bittiğinde şaşırmak gibi varsın atayım kendimi diyorsun. Da olmuyor o iş öyle yine. Sen de basit ve yerde bir hamleyle ters dönüp çabalayan fosfor böceği gibi, öyle olduğun yerde, hiç değilse tersken ölmeyeyim, başım göğe dönük öleyim diye çırpınıp duruyorsun.

15 Nisan 2012 Pazar

su iç..

Sokağın köşesinden dönüyorsun. Bilmediğin bir kapı numarasını arar gibi amaçsız dolanıyor gibisin. Bense bana gelmeni bekliyorum ama seni çağırmıyorum. Pencereden bakan yalnız ve bitkin, bir önceki mevsimden kalan menekşe gibi hissediyorum. Saksımda öylece... Yine de çağırmıyorum seni çünkü sen bana geleceğini bilmez gibisin. Düzelteyim. Henüz bilmez gibisin. Yani ben böyle düşünüyorum çünkü böyle düşününce mevsimlerin geçtiğini de unutuveriyorum. Rengimi de unuttum biliyor musun? Kırmızı mıydım doğduğumda yoksa mor mu yoksa dur dur turuncuydum da sen beni güneşte sarı mı sanırdın... Unuttum işte karıştırma renklerimi zaten çiçeklerim dökülmüş. Hatta evin çocuğu ellerinin arasına alıp taç yapraklarımı avuçlarının arasında iyice bir ezdi sonra balkondan yeryüzüne bile savuracak vicdanı bile kalmadığından çöp tenekesine atıverdi. Bir yanım kopmuş gibi oldum. Zaten kurumuştu da o böyle yapınca daha da bir hoş oldum. Neyse geçelim bunları. Ben seni izliyorum. Hala yolunu bulamıyorsun. Yoldasın da biri sana dokunmasa günlerce aynı adımları atacaksın da hala bana geleceğini bilmiyorsun işte. Sağlık olsun derler ya eskiler, sağlık olsun hakkaten. Sağlık olsun da ben seni bekleyeyim sen de bana geleceğini bile bilme.
Bugün bir aldırışsızlık çöktü kalbime. Bi de arsız bacak bacak üstüne atmış. Sözüm ona o da bana aldırış etmiyor. Oturdu kalkmak bilmedi. Bacaklarını birbirine dolamış arada ayaklarını yere vuruyor. Yapma diyesim geliyor da tutuyorum kendimi- aldırmıyorum ya ona. Yoksa var ya ben bilirdim ona yapacağımı. Ya kalksana lanet şey, çekil git başımdan, seni var ya ben... Ne yaparım? Ne yaparım ya hakkaten? Hiç bir bok da yapamam. Sonuçta aldırışsız herifin teki bu aldırışsızlık. Adın da meymenet yok zaten tuzluk muzluk gibi ne varsa içine alıyor da yine de tepki vermiyor pislik. Hınca hınç doluyum filan derken bu kalktı. Hah şimdi tepinecek şimdi sinirlenecek derken hiç bir şey yapmadı. Ağır adımlarla ikinci viteste ilerledi. Kırmızı yandı. Durmadı. Çöp kovaları vardı. Çarpmamak için kaçmadı. Çarptı geçti. dAN DUN DUN DAN DAN DAN DA TAN TUN TANGIR MINGIR!!! Herifçioğlu, bundan da sıyırdı. İzliyorum ben gidşini izliyorum bu delinin. Deli ya insan takmaz mı? Takmaz işte bu. Neyse oturuyorum. Başladım ben de ayak sallamaya. Ondan edindim bu huyu da yoksa nerede bende böyle şeyler? Sonra bir beş dakika ayağımı nereye doğru sallamam gerektiğini düşündüm. Sağa mı sola mı yukarıya mı aşağıya mı? Bak bu huy ondan değil. Bu huy da acayip bi kızdan bana geçmişti. O da geldi mi gitmez... Ayyy bi konuşur bi konuşur. Kahvedir çaydır artık en son kolonyadır onu bile dökersin yine de gitmez. Yok şu şöyle yok bu böyle. Geçen de şimdi bu yine geldi. Bak bak bu sefer neye takmış bir anlatayım. Abicim kafayı kapı kollarıyla bozmuş. Neden kapıyı açmak ve kapatmak için kullandığımız şeye kapı kolu deniyormuş. Eğer bunlar kollar ise, kapının her iki tarafındaki kol birbirine asla değemiyormuş. Değmediği bir yana, aynı işi yapmalarına ve aynı hareketi paylaşmalarına rağmen her kapı açıldığında ve kapandığında bunlar birbirini bilmeden bozulana kadar yaşıyorlarmış. Bir kilit uğruna değer miymiş buna? Bak sen yaaa... Neler sokuyo aklıma bacaksız! Al hadi tut çek kolu. Kopar da boz kilidi de birbirlerine kavuşsunlar. Yok diyo yok. Gerek yok. Onlar birbirine zaten aşık. Görmeseler de yani diyor. Hay allaaaam ya... El deliye biz akıllıya hasret. Git dedim ya git! Ne olur ya... Yok dedi. Bir durdu önce. Sonra sıcak geldi burası bana dedi de gitti. Şimdi nerede bilmiyorum. Ayy bak sana bunları anlatırken, seni hala izlediğimi söylemeyi unuttum. Ayyy şu an nasıl yağmur yağıyor. Islanıyorsun. Kahküllerin alnına yapışmış, kirpiklerin filan.. Valla bu uzaktan kirpiklerini nasıl seçtim onu ben bile bilmiyorum. Olsun... Sen hala aranıyorsun ne aradığını bilmeden. Ben sana yön gösteremem. Bak ben bu kapıdayım da diyemem. Sokak da değiştirirsin belki kim bilir?
Bir kitap mı alsam elime acaba? Lüzum yok.. Bir bardak su içeyim ben. Bu bardak neden ben doldurana kadar boş? Dur bakıyım başını mı kaldırdın sen? Yoksa bana mı bakıyorsun? Yok canım o kadar uzaktan beni nasıl göreceksin?
Görmek bir yana beni nasıl seçeceksin. Yoksa biliyor musun?
Aaa hayır dur. Dur dur durrrr...

22 Mart 2012 Perşembe

bahar dönüşü

Bir bahar günü yazacağımı sanmazdım. Ağaçların çıtırdayıp güneşi selamladıklarını duyduğum bu bahçede, henüz açmamış çiçeklerin açışını beklerken dönüp dolaşıp en yalnız yaprağa çarpıldım. Gidişini anımsadım. Saçlarının kokusunu, topraklı yollarda ayakkabına kaçan küçük taşın seni nasıl durdurduğunu ve o an gitmeyeceğini bilmek istediğim çaresizliği. Bir caminin taşlığında beni kucağına alışını ve gökyüzünün hiç bu kadar yakın olmadığını. Sevdiğim her şey oluşunu anımsadım ve neden mevsim dönüşlerinde benim de zamanda kaybolup döndüğümü. Sabahın erken saatinde fırından yeni çıkmış ekmek kokusu tazeliği gibi yaklaşan doğumun karşısında kaçış-sız kalışımı...
Bir balerinin dönüşlerinde kaybolduğum zamanı anımsadım.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Ayakkabıların ışığı: Lostracılardan, boyayalım mı abi'ye ordan alışveriş merkezine

Ayağımdaki çizmelerin kardan beyazlaşmış derisi, uzun zaman öncesinde kalmış bir hatıraya taşıdı beni. İstanbul sokaklarında pek kar olmazdı doksanların başlarında. Belki de ben öyle hatırlıyorumdur. Ne de olsa Çamlıca tarafında olan okuluma beni götüren servisin şoförü amca, okulun bulunduğu mahallede kar yağdığını görüp sevinince, "Hiç boşuna sevinme, sizin mahallede denize giriliyor" derdi deniz kıyısında karın az yağdığına işaret ederek. Bu yüzden ayakkabılarımın kardan beyazladığına çok şahit olmamıştım ne yalan söyleyeyim. Ama ayakkabılar önemliydi her kız çocuğunda olduğu kadar. Bir farkla! Ben babamın ayakkabılarını ve onun benim ayakkabılarımı boyamasını severdim. Bir ritüeldi ayakkabı boyamak; seyirlik bir şeydi.

Küçüklüğümden beri izlemeye olan merakım insanların hiç takmadığı, gözden kaçırdığı veya hayatta anlamsız bulduğu detayları kaçırmama gibi bir alışkanlık edinmeme vesile olmuştur. Bunda annemin payı büyüktür. 4-5 yaşında okumayı bana öğretirken sağı, solu gösterir, nerde ne tabela varsa okutur, arabanın camındaki buğuya sözcükleri yavaş yavaş parmağıyla yazar okuturdu. Keza bundan, babamın ayakkabılarına gösterdiği önem görüntülerle hafızama işlemiş. Nefti yeşil üzerine siyah zikzakları olan kadife bir bez parçası, bir ayakkabı fırçası, boya, sünger ve fırçayla hızlı hızlı hareket eden eller bu ritüelin parçasıydı. Ayakkabıların bezle temizlenmesi, boyanın eşitçe sürülmesi, kurumaya bırakıldıktan sonra fırçayla fırçalanarak parlatılması bir çocuk için izlemesi keyifli bir işti. Sonunda ayakkabılarımın pırıl pırıl olduğunu ve parladığını görmek, beyaz çorabımla giyerken aman boya bulaşmasın diye dikkat etmek, o gün sokakta yürürken taşa sürterim, bir yere vururum diye endişe duymanın da kendine göre farklı bir heyecanı vardı. Bunlar ayakkabı boyamanın bir yoluydu.
Öte yandan, benim için önlük ve üniforma satmasıyla zihnime kazınan Türkmen mağazası, hatırladığım ilk ve ilk kez defile yaptığımı sandığım Benetton mağazası, Hacı Bekir'in dükkanı, boyum malum yerlerine gelirken fotoğraf çektirdiğim Boğası ile Kadıköy ise ayakkabı boyacılığına "Lostra" dendiğini öğrenmemi sağlayan yer oldu. Niyeyse işte bu hatıra geldi aklıma geçen gün. Babamla Lostracıya gidişimiz. Kadıköy Osmanağa Mahallesi, Altıyol'a -Boğa'ya yakın- hatırladığım kadarıyla Türkmen'in yanındaki bu Losta'cıda birçok ayakkabı boya sandığı ve adam durur, ayakkabısını boyatmak isteyen beyler de bu boyacılara sırayla geçip karşısına oturur ayakkabısını boyatırdı. Ben, babamın ayakkabılarını birinin karşısına geçip oturup uzatarak boyattığını hatırlamıyorum ama bu boyama sürecini izlediğimi anımsıyorum. En çok da boya kavonozlarında boyaların duruşu, ayakkabıları boyayan erkeklerin boyalanmış parmakaları, birkaç çeşit fırça, pirinç ve ahşaptan yapılmış ayakkabı boya sandığının desenleri, kabartmaları ve her şeyin merkezinde oturan ayakkabı boyacısı... Bir sihirbaz gibi, hangi ayakkabıya hangi boyanın sürüleceğini bilen, parlak boya kapaklarını açan.... O dönemde kimsenin seyirlik olduğunu keşfetmediği bu iş, benim gibi çocuklar için bulunmaz nimetti...
Sonra yıllar geçti ben bir daha ayakkabı boya sandığını, İstanbul'da lüks bir otelde gördüm. Hem de herşeyin büyücüsü ayakkabı boyacısı olmadan.. Teşhir olmuştu, turistikti, parlaktı belki de boyalar kullanılmadan süs diye öylece kalakalmışlardı.. Doğru ya ayakkabı boyacılığı bir otele ancak seyirlik bir şey olduğunda ve boyacısı olmadan girebilirdi...
Kentin ekonomisi gelişip orta sınıfların nüfusu arttıkça bu tür işlerde zaman kavramı gitgide daha önemli olmaya başlamıştı. Her şeyin kolayca ve en önemlisi "hızla" halledilmesi gerekiyordu. Ayakkabı boyama işi de bu trendden nasibini aldı. Doksanların ortalarında, iskele kenarlarına, tren istasyonlarına konuşlanan, küçük sandıklarıyla, bir yerden bir yere yetişen kentlileri durdurmaya çalışarak "boyayalım mı ağabey, boyayalım mı abla" diyen çocuk ayakkabı boyacıları başta çocuk olmalarından, sonrasında ise dilencilik ve tinercilik gibi işler için bu işi bahane göstermelerinden tartışmalara neden olurken, lostra salonları bir bir azaldı. Tıpkı terziler gibi, onlar da bir salon olmanın dışında her şey olan, alışverişmerkezlerinin otopark girişlerinde gün ışığından mahrum, küçük, dar alanlarda ayakkabı kalıpları, bağcıkları, keçe ve boyanmak için sıra bekleyen ayakkabılarla yerlerini aldılar. Kentlilerin artık özel olarak ayakkabı boyatmak için vakti yoktu; alış veriş merkezine girdiklerinde diğer işlerini hallederken, başkası tarafından bir-iki saat içinde icabına bakılan ayakkabıları almak onlara büyük vakit kazandırıyordu. Boyacı sandıkları, nostaljiyle anılan nesneler arasında yerlerini çabuk aldı.
Belki yine lostra salonları vardır bir yerlerde. Direnmeye çalışıyordur. İtalyanca lustra sözcüğünden gelen, ışık, parlaklık, yansıma gibi çağrışımları olan lostra kelimesi, dilimizde ayakkabı boyama manasına geliyor. Hayalimdeki parlak ayakkabılarıma bakarak, zaman içinde hafızama yer etmiş, lostracılara ve lostra salonlarının kıymetli hatırasına selam etmek istedim bugün.

Selamlarımla,

Gözde Çerçioğlu

Not: Boya sandığı fotoğrafı, Ayakkabı Boya Sandığı üreticisi Lokman'ın sitesinden, http://ayakkabiboyasandigi.blogspot.com/2010/07/iki-kademeli-kabartma-gullu.html adresinden alınmıştır.

17 Şubat 2012 Cuma

"Mektup benim vekilim/ al koynuna gecele"


Sevgili ............. ,

Dün gece yakın bir arkadaşıma mektup yazdım. Özellikle mavi mürekkepli bir kalem olsun istedim. Sağa italik, yarı elyazısı yarı düzyazı yazımla yazarken siyahı değil mavi rengi tercih etmemin sebebini kendim de bilmiyorum. Kuru boyalarımı yanıma aldım. Olur ha mektubumun kağıdının kenarlarını süslemek istersem kuru boyalarla çizdiğim desenleri renklendirecektim. Birkaç seferdir çıkartmalar yapıştırıyordum ama bu kez kendim çizmek istedim.

Bunca yıldır en çok sevdiğim hatıra üretme pratiklerinden biri mektup oldu. Önceleri "sana" yazdığımı varsaydığım ama en çok da hiçbir adrese postalanmayan kendime yazılan mektuplar, anneyle tartışıp küsünce, yastığın altına bırakılan küslüğü ve aslında o sırada oluşan yoğun duyguları ele veren mektuplar, adresi belli olup bir türlü gönderilemeyen mektuplar, dostlara yazılanlar, eve geldiğimde posta kutusuna bırakılanlar... Binbir türlüsü. Fakat hayatımda bir dönem mektup gerçekten de üzerinde yazılan sözlerin de ötesinde, benim için yazan kişinin yazma anını düşündüğüm, o sırada etrafında hangi nesenelere baktığını, ışığın nasıl olduğunu, yazı yazarken boynunu çevirip çevirmediğini, saçlarını hangi eliyle düzelttiğini, kalkıp su içmeye gidip gitmediğini bile evirip çevirdiğim ayrıntılı düşünme alanıydı. Mektup belki de kişinin bir başkası üzerine bütün varlığıyla düşündüğü bir yazma süreci. Herkesin böyle hissettiğini düşünmüyorum elbette ama mektubun insanın kendi hafızasını tazelemek bir yana, insanların zaman içinde duygularının nasıl değiştiğine veya aynı kaldığına bakmak için de hatıra hazinesi gibi olduğuna inanıyorum.
Mektubun özneleri, zarlarda da yer aldığı üzere "gönderen" ve "gönderilen" belki ama, bu öznelerin mektubun içinde gizliden gizliye örtülü bir biçimde yer değiştirmesinin heyecanı belki de her şeyi anlamlı kılan. Mektup bir olma hali. Bu yüzden belki bir kişi hakkında fikir edinirken, yazdıkları makaleler, kitaplar ve resmi dilde yazılmış pek çok metinden öte aşk mektuplarına, dostlarına yazdıkları mektuplara bakmayı seviyorum. Zarfın, çimlerin üzerini örten kar gibi, o gizemli duyguları kapatması, zarfa hem gönderen hem de mektubu okuyan kişinin dokunması, açması hep bana olduğundan daha da estetik bir an gibi görünüyor. Bir kişinin bitirip kapattığı, zamanda bir anı, geri çağırmışçasına... Kalemin kağıt üzerindeki izleri takip etmek, düşlerini, duygularını, o an kalbinin nasıl attığını düşünmek gibi bir şey...
Ne yazık ki mektupla olan iletişim, bir kısa mesaj, görüntülü konuşma, poke, telefonla konuşmadan çok farklı olarak başka bir duygulanım gerektiriyor. Ne yazık ki diyorum çünkü bence hayatta bu duygulanım herkesle yaşanamıyor. Anlatıcının rolü sadece anlatmakla sınırlı kalmıyor çünkü. Anlattıklarının anlatıcının zihnimizdeki yeriyle kurulan ilişki, bir kelimeyi bile sıradan anlamlarının ötesinde, ikili ilişkide kurulan o özel anlama taşıyor.

Yeterince söyleyemeyenlerin sığındığıdır belki mektup şimdi. Uzakta olup da göremediği için sözlerini zarfa saklayanların. Ya da en yakınındakilere fısıltıyla söyleyebildikleridir.
Bir gün çıkar bir çekmeceden, yarım bırakılmış işlerin arasında, taşınılmış bir odadan, bir yatağın altından, bir fotoğraf albümünün kapağının arasından. Nerden çıkarsa çıksın, sana kendini anlatır işte. Tüm söylediklerim ve söyleyemediklerimle. Aldığım gün duyduğum sevinç, satırların arasında nefes alan sen, duraksadığın kelime, sonuna attığın tarih, sayfa sonlarına yazdığın rakamlar- okumamı istediğin sıra- sesli okuduğumda asla aynı anlama gelmeyen cümleler, içimden okuduğumda kendim yazmışım gibi içimden akanlar... Beklediğim günler, beklediğimi bilmeden beklediğim günler. Çünkü mektup gelince sanki hep beklemişsin gibi gelir.

Bugün yazmak istiyorum ama ne yazmak istediğimi bilmiyorum. Aslında fiiliyatta yazıyor da sayılmam şu an. Dün bir yakın arkadaşıma mektup yazdım. Mektupta daldan dala atlıyordum. Önceden üç sayfalık yazmayı hesap etmemiştim ama nedens mektupta yazmak istediklerimi sayfa sonuyla sınırlandırma gibi bir alışkanlığım var. Yani bana tanınan alanda sınırlı bir hayatı mı seçiyorum acaba? Ama ya o alanı kendim tanımlıyorsam. Heh işte buldum bugün mektuplar hakkında yazayım. Benim için mektup halen bir iletişim aracı olmayı sürdürüyor. Gün geçtikçe artan insanların yüzyüzeyken yapabildiği ve birbirine geçirebildiği hissiyatın yalnızca milyonda birini yapmaya yarayan akılıı telefonlar arttıkça, aramızda binlerce kilometre olan biriyle görüntülü konuşabilsek de, mektup benim için başka.

Yazımın sonunu bir türkünün sözleriyle bitirmek istiyorum:

"Mektup yazdım acele
Al eline hecele
Mektup benim vekilim
Al koynuna gecele

Akşamın karanlığı
Çekerim ayrılığı
çok zamandır gelmiyor
Mektubun karşılığı"


Kal sağlıcakla,


2 Şubat 2012 Perşembe

Borç uzayınca kalır dert uzayınca alır

İnsan neden borç alır? İnsan ne için borçlu kalır? Gönül borçlusu olmanın para borçlusu olmaktan ne gibi bir farkı vardır? Bana bir açıklama borçlusun George'daki, George acaba ne halt etti de bir açıklama b orçlandı? Ya Michael? George'un kendisine ettiği "Olmaz Michael bende de yok" lafına içerlememiş midir? Bütün bu soruların cevabı az sonra!

Bugün bu borç lafı aklıma takıldı birader. Baktım evde şöyle cümleler kuruyorum: "Bütün gün evde sessizlikle başbaşaydık. Neler yaptık? Rüya gördük beraber o bana sustu ben ona. "falan dedim no melankoli hayatım işimize bakalım REALISM götürsün seni e mi diyerek bu lafa taktım. Sen bu yaylaları yaylayamazsun kızım dedim de yine işe yaramadı. Hepimiz borçluyuz. Borçlu olduğumuz için de varız.
Endüstri sonrası kapitalizmin neredeyse olma haline dönüşen borçluluk hali, insanlar arasında ortaklaştıkça kanıksanıyor, kanıksandıkça da normalleşiyor. Kocaman saçlı adamlar, uzaydan vadalanmış yaratıkımsılar, birbiri ardına sıralanan ve en seksi, en ateşli, en arzu dolu ihtiyaçların görünürlüğü arttıkça insanların bu suni ihtiyaçları bir an evvel elde etmek istemesi bir yana, bir de bunları arzulamaktan uzak gerçek ihtiyaçlarını edinemeyenler var.
Borcun getirdiği ayrı bir zaman/mekan algılaması olduğunu düşünüyorum. Takvim sistemine yedirilen borç takvimi, ayın belirli gün ve zamanlarını "ödeme günleri" olarak tanımlamanın yanısıra bu belirli gün ve mekanda bir sözü yerine getirmenin vermiş olduğu ağırlığı da üzerinde taşıyor. Borçlanma yeni bir hadise değil elbette, kutsal kitaplarda bile borçlanmanın hukuku, borçlunun durumu ve hatta ömrünün borcu tamamlamadan bitip bitmeyeceği tartışılmış durumda. Borcu bu denli yeni kılan şey bana kalırsa gündelik hayatta zaman ve mekan algısını dönüştürerek iş, ev, hayat gibi kavramlara ve olgulara bakışı derinden etkilemesi.
Türkçe'de, borç kelimesi metafizik çağrışımları olan da bir kelime aslında. Gönül borcu, vefa borcu, boyun borcu, vatan borcu, namus borcu gibi birleşik sözlerden de anlaşılacağı üzere borçluluk insan bedeni ve ruhuna ayrı ayrı yük oluşturan bir anlam taşıyor. Her ne kadar borç ödemekle, yol yürümekle tükenir dense de borçtan kurtulmak da o kadar kolay olmamış. Borca batmak deyiminin bu kadar anlamlı olabileceği başka bir zaman söz konusu oldu mu bilmiyorum. Çünkü kasten borca battığımız bu günlerde her birimizin cüzdanında yer kaplayan plastik kartların, para gibi sanal bir değeri daha da sanallaştırdığı aşikar. Mal ve hizmet aldım diye şifre girerek alışveriş ettiğimiz bu kartların çıkarttığı küçük fişlerde çaktırılmadan onayladığımız "mal ve hizmet aldım" lafının gerçek anlamına kavuşması son ödeme tarihiyle mümkün. Son ödeme tarihi, insanı sürekli bir başlangıç ve sondan ibaret olan bir döngünün içinde düşünmeye itmiyor mu? Bu başlangıç ve son yanılgısı, o son günlerde borcunu ödeyemeyen insanların üzerinde sonu tekrar etme, ard arda sonu yaşama, zamanı yeniden başlatmaya muvaffak olamama gibi hissiyatlar oluşturuyor kanımca. Bu son ve başlangıç üzerine kurulu zaman kavramsallaştırması, "borcunuzu ödeyin aksi takdirde" lerle tekrarlanıp işi tehdite vardırırken iş, borçları ödemek için yapılmak zorunda olan bir araç, ev, borçları düşünüp yeni borçlar edinmemize neden olan mekan, bankalar ise yeri gelince haddini bildiren çağın mesihi olarak karşımıza çıkıyor.Borç üzerine kurulan dil, bu kelimeyi kullanmaktan sakınan haliyle insanı bağımlı hale getirerek gerek bireysel gerekse devletler düzeyinde alternatif bir varolma halinden uzaklaştırıyor. Aynalı kartlar, ne kadar da ironik. Kendine kredi kartı üzerinden bakan insanlar bu "fancy" imgeye tutunmaktan başka çare bulamıyor.
Yunanistan da iflas etti edecek zaten kardeş diyip bireyselleştirilen ülke ekonomilerinden de anlaşılacağı üzere hayat tüketip borçlanıp yalancı bonuslar kazanmak üzerine kurulu bir hal alıyor. Bu hafta 1000 tl harcayın 20 tl bonus kazanın demek, Süper Mario biraderin mantar yiyerek kazandığı ekstra canlardan farksız. İlerde ateş top gülle derken nasıl olsa o can da tükeniyor.
Yani velhasıl Michael'cım sen keşke zamanında George'a içelemeseydin sana "Olmaz Michael bende de yok" dediğinde. İyilik yaptı adam sana birader. Hiç değilse yokluğun yok olduğunu hep beraber bilerek yaşardınız. Bilinçlenirdiniz. Ayaklanırdınız filan. Şimdi ne oldu? Emekli Ali Amca, Belediye'den Rıza, esnaf Mustafa falan topumuz borçsuz kalmadık. Borçsuz kimse kalmasın bizce oldu.
Sana bir gönül borcum vardı sevgili okuyucum. Bu nedenle yazdım. Borcunuz ne kadar olursa olsun gönül borcunuz olmasın. Ne de olsa çekip gideceğimiz garanti; eee ne demişler "Borç uzayınca kalır, dert uzayınca alır."
Gönülden sevgilerle,

Gözde Ç.