28 Ağustos 2023 Pazartesi

Bir Ben Var Gibi İçinde

 

Merhaba,

Uzun süredir bloğumu takip edenler bilir. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Yazmanın benim için en keyifli ve heyecanlı hali olan kısa öyküler kurgulamayı bu kez kendi kitabım için yapmış olmaktan ve kitabım "Bir ben var gibi içinde" nin Luna Yayınları'ndan çıktığını sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Tüm Luna Yayınları ekibine emekleri için teşekkür ederim.

Farklı mecralarda yazma ve yayınlama deneyimim olsa da, bu kitabın akademik ve araştırmaya dayalı yayınların mutluluğundan daha farklı bir hissi ve önemi var benim için... Ayrı bir heyecan duyuyorum. Dilerim okuyanlar da aynı hissi taşır. 

Kitap arka kapak yazısı:

"Uzaklaştığım ne varsa Mercan’ın sesiyle, gözleriyle ve amansız yalnız bakışlarıyla içime dolduğu için mi tüm bunlar? Hep o lanet olası tansiyon problemi… O gece orada düşmeseydi belki tüm bunlar olmayacaktı. Sıradan, sıkıcı hayatımın tekrarı sürecekti. Silkelenmemeyi, örselenmemeyi, hayal kurmamayı ve özlememeyi öğrendiğim bunca yıldan sonra nasıl yeni bir alfabeyle okumayı öğrenir gibi oldum? Sanki etrafımdaki kabuğu gelip çatlattı. Sonra elleriyle yavaş yavaş soydu." 


Bir Ben Var Gibi İçinde, 21. yüzyıl Türkiye’sinde yaşam giderek zorlaşırken, çeşitli biçimlerde hayatta, ayakta ve kendinde kalmak için mücadele eden insanları konu ediniyor. Bazen tekdüzeliğin ve umutsuzluğun girdabında savrulan, bazen içine dönüp mücadelesine destek olabilecek hayallerine ve yoksunluğu duyulan düşsel evrenlere sığınıp direnecek anılar, dostluklar ve umutlar arayan sıradan, büyük kent insanlarını… Tanıdık hikâyeleri, özgün bir dille aktaran, sekiz öyküden oluşan kitap, okuyucuyu, bireysel kahramanların günlük yaşamlarında ve iç dünyalarında yolculuğa çıkarırken, kişisel koşullarımızın tanıdık gerçekliğinden hareketle bireysel yaşamlarımıza içkin toplumsal konulara dair de düşünme imkânı sunuyor.




Kitabıma şu anda pek çok kitapçıdan online olarak ulaşabilirsiniz. Raflarda bulunması da temennim. Online almak isterseniz kitabın bulunduğu siteler arasında kitapperonu, D&R, idefix, amazon, trendyol, hepsiburada, 1000kitap, inkılap gibi kitap satış sitelerinde yer alıyor. Küçük bir not, stok olmadığı zamanlarda D&R ve idefix gibi sitelerde görünmeyebiliyor, stok rutin olarak yenileniyor. 


Şimdiden iyi okumalar dilerim. 

Okuyanların bana yazmasından, düşüncelerini ve duygularını paylaşmasından da mutluluk duyarım tabiii ;) 










4 Nisan 2023 Salı

Kokulu silgi

I.

Benim yalnızlığım
Kurşun kalemleri açtığımda sivrildi.
Şimdi elimde,
içine uç kaçmış bir kalemtıraş kaldı geriye.
Başka bir kalemin ucuyla dahi ittirip açamadığım
ve örselenmiş bir yalnızlık
bazen küt bazen kırık.

Senin yalnızlığınsa, kurumuş keçeli bir kalem
mor bir akşam vakti, 
dağınık kağıtlar arasında,
ucu açık kalmış belli ki.

Oysa kırtasiye gibi kokardım ilk başları
ilkokul kokulu silgileri gibi-
sildiklerinden çok kokusu hafızada kalan
kalem kutunun yıldız parçası-
başkalarına ödünç bile vermeye kıyamayıp
teneffüse sabredemeyip derste kokladığın.

Sahi neyi sildik biz beraber?

II.

Tükenmez kalem var ise, tükenir kalem de var bundan böyle demişti
bir çocuk dahi
o vakitten sonra tüm "kurşun kalem"lerin adı "tükenir kalem" oldu
zaten yanlış yönlendiriyordu herkesi, kurşun bile değildi içindeki 

Tükenmezin  leke yapan kötü itibarı tükenmezliğinin önüne geçmiş
kimse demiyor ki doğru tutsaydın da leke yapmasaydı
ama yok illa düşünülecek bundan böyle tükenmezin lekesini çıkarmanın üç kolay yolu
pek de kolay olmuyor-
mavi sabun, aseton ya da arıtıcı deterjan
ama söyleyeyim çıkmıyor öyle kanepe koltuktan

Ötekinin de bir başkası tarafından silinebilecek olması,
bozuyor yıllarca dayanabilecek olmasının verdiği itibarı
yakında zaten kalmaz siler yazı yazmayı teknolojik icatlar kökünden.
Tükenir mi tükenmez mi derken,

sahi neyi, neyle yazdık biz beraber?

Defterler aldık sert kapaklı, korunaklı
çizgili, kareli ve 1. hamur kağıtlı
desenli, takvimli, düz ve bazense renkli ancak çokça siyah kapaklı
içleri boş kalmış desem yine ben kabahatli
yine kafiyeye bağladık işi belli
Şimdi oturup neyi sileceğimi düşünmeli

Hani neredeydi senin o kokulu silgi?

25 Ağustos 2022 Perşembe

Praying mantis- Peygamberdevesi

Son bir ayın üzerimde yarattığı tahribatı düşünüp kendime acıyacak vakti ancak uykum sırasında bulduğum bir geceydi.. 11 yıllık koltuğumda uyuyakalmış, saatin kaç olduğundan habersiz, üzerime örtülmüş fıstık yeşili pikenin altında gözlerim kapalı, uykuyla uyanıklık arasında, içimdeki üzüntüleri savmaya çalışarak "Evren, senden şifa diliyorum diye kendi kendime içimden fısıldıyordum". Tam o sırada sağ bacağıma şap diye bir şey düştü... Çığlık attım, bacağımın üzerinde bazı yerleri sararmışçasına duran, alacakaranlıkta detayları seçilmeyen bu yaprak benzeri yaratık oydu. Evimizin yeni konuğu: peygamberdevesi. Bu uhrevi anın heyecanı ve çığlıkla doğrulunca gitti.. Koltuğun arka yüzüne yapıştı. Şansmış demişti Ö. Eve gelmesi şansmış. Peki bu cümleyle birlikte bu olanları bir arada düşündüğümde ne hissetmeliydim? İyi şans mı kötü şans mı?

Birkaç hafta evvelinde ağaca dayadığı merdivenden düşmesi sonucu sağ bacağındaki aşil tendonu kopunca, ameliyatın ardından bir müddet daha ayağının üzerine basamayacak olan babamı düşünerek şifa diliyordum ve o tam da sağ bacağıma bu cümleyi duymuşçasına yapıştı. Bense çığlığımla onu püskürttüm. Yoksa iyi şanstı da şansı mı püskürtmüştüm..

Onu ilk gördüğüm gün, bu hadiseden bir kaç gün öncesinin sabahıydı. Ev ahalisi uyurken, evden alelacele işe gitmek üzere çıkarken salonun tülünün üzerine yapışmış bu yeşil yaratığı gördüğümde ilk aklımdan geçen şey "bunu A.'nın görmesi gerek" oldu. Yaşıtı diğer kızların aksine, ejderhaları, kertenkeleleri, türlü yaratık ve haşeratı sevimli bulan, örümcekten korkması dışında, bu türden sürüngen ve uçabilen mitolojik karakterlerin koleksiyonuna sahip kızım bu yaratığı görse kesin çok sevinir dedim. Başlangıçta çekirge sandım ancak çekirgelerin vücudu böylesine narin ve ince bir yeşil yaprağı andırmıyordu. Peygamber devesi olduğunu onu ilk gördüğüm günün akşamında, evimizdeki böcek yakalayıcısı olarak Ö. tarafından göreve çağrıldığımda teyit ettik. Ö. dersini çalıştığı ortamda, böceği kornişte asılı dururken görünce uzaklaşmış, bir şekilde evimize yolu düşen diğer mahlukatları kavanoza koyup uzaklaşma suretiyle görev yapan bana yeni bir görev verme hevesindeydi. Durun bir dakika dedim. Bu sefer bu arkadaşı dışarı atamayacağım. Hem zıplıyor, hem kornişe yetişemem, hem de evdeki börtü böceği yiyiyor heralde usulca duruyor, dursun dedim. Araştırmacı gençlik evdeki national geographic ve benzeri yayınlardan böceği tespit etti ve "peygamber devesi" olarak tanımladı. Her tanımlama yapılan canlı gibi ona bir isim verme gereği doğdu ve kızım Ö.'nün "peygi" önerisini beğenmeyerek "peyguş" ismini böceğe takmış bulundu. İşte Peyguş ile dostluğun hikayesi de böyle başladı...

Peygamberdevesi adı verilen böcek, yerde dolaşmaktan çok bitkiler arasında bulunan, ortalama 5cm olan ama daha uzunları da bulunan, çok iyi kamufle olabilen, yeşil ya da kurumuş bir yaprağı andıran, yavaş hareket eden ya da hareketsiz biçimde avlarını bekleyen, termit, hamam böceği, karınca, sinek gibi kendinden küçük türleri yemesinin yanında, kertenkele, çıyan, akrep, örümcek, yılan, fare gibi diğer hayvanları hatta çiftleşme sırasında dişisi erkeğini yiyen bir böcek. Bu kafası pek de sevimli görünmeyen, hatta Stranger things'deki gibi bir hamlede avını yiyen yaratıkları aratmayan bu böcek niye din ile duayla, kutsallıkla ilişkilendiriliyor derseniz, öndeki iki ayağı kıvrıldığında dua ediyormuş gibi göründüğünden peygamberdevesi olarak biliniyor.  İngilizce'de de mantis türünün ön bacakları kıvrık bir şekilde duran üyesi olduğundan dua eden mantis-praying mantis- adı verilen bir canlı. İşte ne var ki bu kısa, özet bilimsel tanımlamalar bizim gibi tiplere asla yetmez.. İlla bir anlam arayışı sürecek... İnsanoğlunun bazı canları sahiplenme, onları kişiselleştirme arzusu yanında, canlı hakkında edinilen bilimsel bilgiyle yetinmeyerek, o canlıya dair kültürel, sembolik anlamlarını bilme arzusu, ve bu bilgiyi kendi deneyimleriyle eşleştirme isteği bana her zaman çok ilginç gelmiştir. Bu peygamberdevesinin de tam da buna malzeme veren türden bir canlı olduğunu keşfetmek uzun sürmedi.

Meğer peygamberdevesinin alametifarikası çokmuş. Bir kere geldi mi, birinin karşısına çıktı mı şans olarak görüldüğü yerler var, dişisi erkeğini çiftleşme sırasında yediğinden, erkek kafası kopsa dahi çiftleşmeye devam ettiğinden kötü şans olarak değerlendiren kültürler de. Örneğin Amerika'da bu böceğin, hayatımızdaki dinginliği, iç sesi, huzuru kaybettiğimizde bize bunları hatırlattığına, zihnimizi rahatlatmamız gerektiğine işaret ettiğine inanılırken, Çin'de kutsal bir rolü olduğuna, "mindful" hareket ettiğine, iyi bir mesaj taşıdığına inanılıyor. Güney Afrika'da Kalahari Bushmen kültüründe ise Tanrı'nın en eski sembollerinden biri olarak değerlendiriliyormuş.

Aslında böceğin ait olduğu türün adı mantis de Yunanca'daki ilahi anlamına gelen manteis kelimesinden geliyormuş. Bu kelime peygamber için de kullanılan bir kelime olmanın yanında bu böceğin önde kavuşturduğu bacakları dua edenlerin ellerine benzediğinden... Dolayısıyla ilahi olanla ilişkilendirilen bu böceğin bir şekilde iyiye işaret ettiği de kültürel olarak daha yakın... Hadi çok şükür bir akrep değil sonuçta, ya da bir karadul... Tarımla uğraşan kültürlerde hasat sırasında tombulcana bir peygamberdevesi bulunduğunda, kendisi zararlı böcekleri yediğinden hasatın iyi olacağına, daha ufak tefeği denk geldiyse hasatın kötü olacağına işaret ettiğine inanılıyormuş. Amerikan yerlileri de iyiye işaret olarak görüyormuş.. Japon kültüründe ise cesaretle ve sonbaharla ilişkilendiriliyormuş...

Bunca bilginin yanında içinizde duyduğunuz sesle birleştiğinde evrensel bir anlama ulaşıyorsunuz.. Başıma gelen bu türden olaylar, içimde bir yerde büyülü, sihirli bulduğum ne varsa aslında yüreğimi tüm evrene açtığım anda karşıma çıktığını söylüyor.. Evrenin senin sesini duymasını yürekten istiyorsan o seni, sen de onu duyuyorsun... Her zaman olumlu şeyler duymasam da ister sezgi, ister başka bir özellik olsun, bunun için şükrediyorum.

Gelelim Peyguş'a... Peyguş, benim için çok acı duyduğum bir anda şifanın işareti oldu... En yakınım olması gereken insanların, en olmaları gereken anlarda egoistçe davranıp olmamaları,  yaptıkları ve yapmadıkları karşısında duyduğum öfke ve içerleme duygusunun zihnimdeki baskınlığını, kalbimdeki acısını azaltmanın yolu oldu.. Kızım için ise sıcak yaz günlerinde, arkadaşlarından uzakta evde yalnız geçirdiği günlerde ona bir ses ve birkaç günlüğüne enteresan bir yoldaş olduktan sonra, geldiği gibi sürpriz bir şekilde giden unutamayacağı bir varlık..

İstanbul'un sıcağında japon balıklarımız öldüğünde Peyguş'un kornişteki hareketleri bizi teselli etmişti. Kızımın neşesini yerine getirmek için bir latin şarkısı açmış, ona  Peyguş'un dans edercesine kıpırdaşan ayaklarını göstererek bak müziğe eşlik ediyor, sana ağlama A. ağlama diyor demiştim ve birlikte gülüşmüştük... Peyguş gittiğinde onu pek teselli etmeyi böyle numaralarla başaramasam da gözyaşları arasında bir ayrılık acısı yaşadığını, böcekler kitabında peygamberdevesi sayfasına onu hep hatırlamak için bir kalp çizeceğini söyleyen kızım, "Onu ilk gördüğümde sevdiğimi anladım, o başkaydı..." dediğinde, bir kez daha düşündüm.. İnsan, karşısına çıkan bir canlı, bir insan ya da bir nesneye ne olursa olsun, ihtiyaç ya da yoksunluk duyduğu şeylerin yerine koyuyor.. Belki farkında olmayarak kendinden önce insanlık tarafından verilen tüm sembolik anlamları da zihninde taşıyarak... Bu kadar da kurcalamasak hayat daha kolay olurdu belki ama bu evrende yalnız olmadığımızı düşündüren bu anlar için yine de minnettarım. 

Gözde Ç. 

p.s.

Tabii bunlar bizim evde böyle yaşanıyor.. bi başkası olsaydı Iyyyy diye diye çoktan Raid/Shelltox sıkmıştı kafasına hele de İstanbul gibi bir kentte, 10. kattaki bir apartman dairesinde....



5 Nisan 2022 Salı

Ayağını sıcak tut başını serin; gönlünü ferah tut düşünme derin.. Ayaklara dair notlar

 

Geçtiğimiz günlerde el ele tutuşma üzerine yazdıktan sonra, eller ve ellere dair temsiller bu kadar itibar görürken acaba ayaklar için durum ne diye düşünmeye başladım. Ayakları seven tiplerden hiç olmadım. Hatta sevmeyenler grubunun bir üyesi bile olabilirim ancak, insan bedeninin yer yüzüyle temasını sağlayan bu önemli organın da elbette sosyal yaşantı içerisinde farklı anlamlar taşıyor olduğu inkar edilemez ve bu anlamlar da yaşadığımız kültüre ve içinde bulunduğumuz dil dünyasına göre farklılık gösterebiliyor. 

Eller kadar beden dilinin bir parçası olmasa da, ayağın resimde, heykelde, sinemada, edebiyatta nasıl anlatıldığı, nasıl temsil edildiği ve ayağın temsil ettikleri üzerine biraz kafa yormaya başlayınca, ayakların da ellerden geri kalmadığını, aksine, dilimizde atasözleri ve deyimlerde, birleşik kelimelerde yer alarak simgesel pek çok anlamı taşıdığını yeniden keşfettim..

Ayak severler, "al topuklu beyaz kızlar"ı düşleyenler, ve fetişistler, sosyal medyada su kenarında ya da plajdaki şipidik terlikli ayaklarını paylaşanlar bir yana, bendeki ayak imgesinin neden "güzel" ile değil de "çirkin" ile daha yakın olduğunu sorarak başladım ve zihnimde bazı imajlar canlandı.. Bu imajı sorgulamaya giriştim. Bu yazıda da bendeki ayak imgesinin köklerini, ayağa dair toplumsal ve kültürel çağrışımları ve ayağın sanatta nasıl temsil edildiğini öğrenmeye dair ayak izlerimi sizlerle paylaşacağım.




Ayağına çorap giy! Terliksiz gezme!

Çocukken, "çıplak ayakla dolaşma karnın ağrır, üşütürsün", "ayağına çorap giy", "misafir geldiğinde terlikleri çıkar", "ayağın terliksiz gezme", "şu ters terlikleri düzelt, ters durmasın" gibi ifadeleri sizin de benim gibi duymuş olabileceğinizi düşünüyorum. Benim duyma sıklığım belki daha çoktur. Bu nedenle, ayaklara dair sorunlu bir anlam oluşum sürecinden geçtiğimi düşünüyorum. 

Tabii bu sadece tekil olarak beni kapsamıyor. Yukarıda sıraladığım bu ifadeleri-hatta yönergeleri- tanıdık buluyor olmanız, bu edinilmiş/öğrenilmiş bilgilerin toplumsallığıyla da ilgili. Ayak, açılıp gösterilmemesi gereken, gösterilirse saygıda kusur ediyormuş ve "ayıp" ediyormuş ya da bir "kabahat" işliyormuş algısının üretilmesi ve zaman içinde yeniden üretilmesiyle ayakların bedenin estetik ve güzel olan bir parçası olmaktansa üstü örtülmesi gereken yerlerinden biri olduğuna dair bir dil ve anlam dünyasının parçası olduğumuz da bir gerçek. Kültürel öğelerle, zaman zaman batıl inançlarla harmanlanıyor. Evine bir konuk geldiğinde onu çorapsız ya da ayakkabısız karşılamanın pek hoş karşılanmayacağı ve görgü kuralları kapsamında çok da uygun görülmeyeceği kim tarafından ve nerede kabul görüyor?

İyisi mi ayağımı sıcak tutayım başımı serin; gönlümü ferah tutayım düşünmeyeyim derin... Ama olmuyor ki...

Ölümün ayakla ne derdi var?

Ölümle ayağın ilişkisi de enteresan bir konu. Örneğin birinin terliği ya da ayakkabısı ters döndüğünde o kişinin başına kötü bir şey gelip ölebileceğine dair bir inanç acaba hangi toplumlarda var? 

Velhasıl, bu öğretilerin haricinde çocukluğumdan kalma bir olumsuz imajın da gayet sevilebilir ve şükredilebilir bir organ olan ayaklara dair bakışımı olumsuz etkilediğini düşünüyorum. O da, çocukluğumda AIDS'e dair farkındalık yaratmak için kullanılan poster çalışmalarından biri. Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Antibiyotiklerin, koca koca penisilin iğnelerinin, üst solunum yolu geçiren çocuklara sıklıkla reçete edildiği, her köşe başında bir özel hastanenin olmadığı bir dönemde, Numune ve Zeynep Kamil hastanelerinin ateşli çocuklarla ve kesik öksürüklerle dolu olduğu bir dönemde hastaneden çıkılır 1 hafta ya da 12 gün boyunca yapılması gereken iğneleri yaptırmak üzere iğnecilere gidilirdi. Bu iğnecilerden biri de Zeynep Kamil hastanesinin karşısında yer alıyor, kabuslarımın mekanı olarak zihnimde yer alıyordu. Beyaz florasanlı bu küçük dükkanda iğneyi yapan bir hemşire, beyaz perdenin arkasında popoyu açıp uzandığınız bir sedye, yanınızdaki refakatçilerin de o sırada beklemesi için bir iki sandalye, bazen hastalıklara ilişkin birkaç broşürün durduğu sehpa dışında çokça eşya olmazdı. Lafı uzatıyorum farkındayım ama bağlamı vermezsem eksik kalacak. 1976 yılında modellik yapan ve hemşire kılığına giren Dilek Tunca'nın sus işareti yapan portre fotoğrafı daha baştan ağlamamı kesmemi öğütler bastırılmış bir çaresizlikle iğnemi olup, penisiline beddua ederdim-affet beni penisilin. Neyse, işte bu iğnecinin girişinde camda, uzunca bir süre üzerine kefen örtülmüş bir bedenin yalnızca soğuk ve renksizleşmiş ayakları görünür, sanki morgdaymışçasına yanında da bir şekilde "ölüm" ya da "AIDS" gibi bir şey yazardı. Zannediyorum bu kefenli beden ve yalnızca ayakların görünmesinin ne geride bir hikayesi vardır ama ayak hakkındaki olumsuz imgelere bir de küçük zihnimde "ölüm" eklenmiş olacak ki bu zamana kadar böyle gelmişim. 

"Hanım leğeni hazırla da ayaklarımı yıka"

Biz öyle yakışıklı, çikolata karıp, arzuları şelale eden Biscolata erkeklerinin kot pantolonlarının altında çıplak ayaklarının seksi seksi adımlar attığı erkek ayağı imajıyla büyümedik. Filmlerde gördüğümüz erkek ayakları da ayağın imajını bir hayli zedelemiş olacak ki, erkek ayağının ilk çağrıştırdığı şey arzu değil, ataerkillik oluyor... Erkeğin paçaları sıvayıp koltukta oturup ayaklarını uzattığı, yerde bir leğen kurulup, kadının elinde ibrikli güğüm ya da maşrapayla kocasının ayaklarını ovalaya ovalaya yıkadığı sahnelerin olduğu filmler de ayakların kendilerine dair olmasa bile, ataerkillikle ilişkili hallerine dair olumsuz imgeler oluşturmakta birebirdi. 

"Ayaklarım dondu"

Tabii ki, durum bu kadar vahim değil.Aksi yönde de anlamlar mevcuttu. Örneğin kültürel belleğimizin eşsiz hazinelerinden, romantik Türk filmlerinde daha önceki yazımda nasıl el-ele tutuşmayı nasıl bir ilişkinin başlangıcı olarak ele aldıysam, ayakların birbirine değmesi de üstü kapalı bir biçimde bir çift arasında cinselliğin başlangıcı olarak yer buluyordu. Yatakta battaniye altında kıkırdaşan çiftler, üşüme bahanesiyle ayaklarını birbirine değdirir, sonrası malum çağrışımları beraberinde getirirdi.



Öte yandan, yalvarırken "ayağının altını öpeyim" diyen, bebek ayaklarını koklayıp öpen, parmak aralarında biriken pamukçukları çok sevimli bulan,  bebek ayakkabılarını arabanın dikiz aynasına, güneşliğine hatta egzos borusuna da takan bir milletiz. (Ama gerçekten bebek ayaklarını kim sevmez?)

Ayaklar da estetik olabilir mi? Sahi güzel neydi? Güzel emekti...

Tüm bu imajlar zihnimde farklı adımlarla dans ederken, ayağın sanattaki yeri üzerine düşünmeye ve bakınmaya başladım.  Sanatta ayaklar nasıl yer buluyordu? İnsan bedeninin bir parçası olarak el ve ayağı resmetmenin zor olduğu söylenir. Hatta pek çok resim öğrencisinin, insan anatomisinde el ve ayak çizmeye dair ayrıca çalıştığını, dersler aldığını düşünmüşümdür. Bu konu bir yana, insan bedeninin figüratif olarak yer aldığı her türlü eserde ayakları görmek de mümkün.. 

Biraz hafızamızı zorladığımızda, gezdiğimiz ören yerlerini, müzeleri düşündüğümüzde antik Yunan heykellerinde her ne kadar heykellerden eller zaman zaman kopmuş olsalar da ayakları hatırlarsınız. Müze koleksiyonlarında milattan öncesinden bugüne pek çok döneme ait ayak temsili görmek mümkün... Roma, Yunan, Bizans... Ayağın formu önemli farklılıklar yaratıyor.. Parmakların dizilimi, baş parmakla diğer parmaklar arasındaki uzunluk farklılıkları, çıplak mı sandaletli mi ayakkabılı mı resmedildikleri ya da şekillendirildikleri, hatta resimde temiz mi kirli mi yapıldığı, parmakların deforme olup olmadığı, parmak sayısında farklılaşma olup olmadığı, toplumun farklı konumlarında yer alan insanların ayaklarının farklı yapılıp yapılmadığı gibi pek çok konu var... Bu konuları sanat tarihçileri çokça tarışmışlardır diye düşünüyorum. Sanat tarihinin yanında, sosyal bilimciler açısından da önemli bir konu olma potansiyeli yüksek, özellikle de resmin/heykelin yapıldığı dönemin toplumsal yaşantısına dair bu denli ipucu barındıran bir uzuvken... 

Bununla birlikte, ayakların sanatta nasıl temsil edildiği insan sağlığı ve tıp konusunda da araştırmacılara ilham oluyor. Örneğin, 1897 yılında The New England Journal of Medicine'da "The Human Foot in Art" başlıklı bir makalede, sanatta temsil edilme biçimleriyle ayağın yapısı tartışılıyor ve farklı dönemlerdeki ve karakteristikteki temsilleri 3'e ayırarak Mısır tipi, klasik tip (ör:Yunan ve Bizans heykelleri) ve modern tip olarak gruplandırıyor. Tabii burda ilk dönemde sandaletle temsil edilen ayaklar daha sonra parmakların açısıyla, küçük parmağın ve baş parmağın diğer parmkalara göre farklılaşmasıyla, açılarla farklılık gösteriyor. 

Ivory sandaled foot | Roman | ca. 31 B.C.-A.D. 14 | The Metropolitan Museum Collection


Giant Foot from Emperor Constantine Statue. Capitoline Museum. R is a photograph by Bernard Jaubert which was uploaded on December 19th, 2011.

Yunan heykellerinde dikkat çeken, ikinci parmağın, baş parmaktan uzun olduğu "Yunan ayağı" hikayesinin kökenini, estetikle olan  ilişkisini ve bunun tıbbi açıklamasını merak aşağıdaki makaleyi okuyabilir. Kalıtsal bir özellik mi? Estetik ve oransal bir tercih mi? Bir hastalık mı? 

                                                 
Aphrodite of Knidos | Praxiteles | 4th Century B.c. | Greek late Classical Period
(Bu heykelin orijinali hayatta kalmamış Romalıların kopyaları sayesinde bugün Afrodit heykeli hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz) 

Bu temsiliyet konusunda enteresan noktalardan biri de ayakları araştırırken denk geldiğim bir makalede ele alınıyor. Rönesans resimlerine dikkatli bakıldığında 5 Rönesans ressamının, anatomiyi mükemmel derecede yansıtmakta yetkinlikleri kanıtlanmış olsa da  bazı resimlerinde ayak deformasyonlarını resmetmiş olmaları. Örneğin 6. parmakla resmedilmiş ayaklar ne anlama geliyordu? Tıbbi bir duruma mı yoksa sembolik bir anlatıma mı işaret ediyordu? Ya da şişkin, enfeksiyonlu bir parmak? Merak edenler 2015 tarihli aşağıda linkini verdiğim bu makaleyi de okuyabilir. 

Kaynak: INTeResTs, D. O. (2015). Foot deformities in Renaissance paintings. A mystery of symbolism, artistic licence, illusion and true representation in five renowned Renaissance painters. JR Coll Physicians Edinb45, 289-97.

Bir uzmanlığım olmasa da merakla başladığım bu ayak hakkındaki yolculukta izlediğim adımları da sizlerle paylaşıyorum. Bir dönem internette şu aşağıdaki parmak tipleriyle etnik kökene dair testler dönüyordu. Benimki de ona benzemesin. Özetle, dönemsel olarak ayağın nasıl resmedilidği ya da heykelde yapıldığı farklılaşmış. Klasik dönem temsilleri de biraz da olsa farklılaşarak günümüze kadar gelmiş. Ayağın nasıl resmedildiği, nasıl bimlendirildiği de sosyal bilimlerden sanat tarihine, tıptan arkeolojiye pek çok disiplin için bir çalışma alanı olabilir. 

Mitolojik ayaklar...

Gelelim kadın ayaklarına? Resim ve heykelin yanı sıra yazılı anlatımlarda ve edebiyatta da kadın ayaklarının temsil edildiğini görmek mümkün. Peki bunun kökeninde acaba meşhur Venüs mü yatıyor? Roman mitolojisinde, güzelliğin, aşkın, arzunun, seksin, doğurganlığın, zaferin tanrıçası Venüs... Bir efsaneye göre, Venüs, ölmekte olan Adonis'e yardım etme telaşı içerisindeyken ayağına diken batıyor ve o zamana kadar beyaz olan gül, kırmızı rengini Venüs'ün ayağından damlayan kandan alıyor... Aşağıdaki 16. yüzyıl temsillerinde pek de acele ediyormuş gibi görünmese de Venüs'ün ayağına batan dikenden bile güzellik doğmuş...

İlk olarak 1516'da Rafael'in Cardinal Bibbiena'nın Roma'daki evinin banyosu için yaptığı Venüs figürünün orijinali yok olmuş ama bu imaj çeşitli biçimlerde yeniden üretilmiş. Aşağıdaki örnekler de bu yeniden üretimlerden.. Bunlar haricinde V&A Müzesi'nde de Jacquiot Ponce'a ait bronz bir heykel bulunuyor. 



Soldaki: Venus Removing a Thorn from her Foot | Master of Die | 1532 | Engraving | The Metropolitan Museum of Art Collection
Sağdaki: Venus removing a thorn from her left foot while seated on a cloth beside trees and foliage, a hare eating grass before her | c.a. 1515-1527 | Marco Dente | The Metropolitan Museum of Art Collection

Venüs'ün diken batan ayağının yanında Akhilleus yani Türkçe'de Aşil'in topuğu da meşhur. Truva savaşının efsanevi mitolojik karakteri Aşil, Yunan kralı Peleus ile tanrıça Thetis'in oğludur. Thetis'in oğlunun tanrılar kadar güçlü olacağına dair bir kehanet alan Zeus, onun bir ölümlüyle evlenmesini sağlar. Böylelikle Thetis, Peleus ile evlenir ve Aşil doğar. Annesi gibi ölümsüz olmayan Aşil'i ölümsüz kılmak adına annesi onu ölümsüzlük sağlayan Styx nehrine topuğundan tutarak sokar. Aşil güçlü ve dokunulmaz olur ne var ki vücudunun suya değmeyen tek yeri topuğu, onun en güçsüz yeri ve nihayetinde ölümünün sebebi olacaktır ve yıllarca yaşayan Aşil'in topuğunun hikayesi de böyle...
Merak edenler British Museum'da yayınlanan bu makaleyi okuyabilir. 

Bir kadının suya değiyor ayakları; 
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı...


Tekrar dönelim kadınların ayaklarına... Venüs başımıza ne işler açtın? Al topuklu kadınlar, parmakları öpülesi ayaklar, halhallı ayak bilekleri, potinli ayakları zengin sanıp karşılıksız fukara aşkına yananlar, suya deyen ayaklar... 
Türk edebiyatı, ayakları bir arzu olarak görmeyi es geçmemiş olacak ki şairlerin şiirlerinde kadınların ayaklarına dair tasvirler epeyce yer bulmuş. Ziya Osman Saba, Attila İlhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Orhan Veli bu edebiyatçılardan bazıları... 2008 yılında bir dualyena adında bir blog yazarı bu şairleri Ayak ve Edebiyat başlıklı yazısında derlemiş.. İçlerinden bazı dizeleri, yorumsuzca buraya yazıyorum..


"Ayaklar, odalarda bir çift yavru güvercin.
tutup avuca almak, okşayıp öpmek için."
Ziya Osman Saba | Ayaklar şiirinden

"Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada
Kapıyı ardımdan kapadığında
Bilmez olur muyum hiç
İçerde kalan yüzünde, telâşlı
Olmaz olur mu, var.
Edip Cansever | Yok Mu, Var


"Seyredeyim; içimde vecdi andıran bir his,
Kalbimi bir gül gibi ayağına atarak..
Endamın ne muhteşem ve belin ne ince bak.
Fakat kızım mutlaka ikimiz de deliyiz.
Çünkü daha güzelsin, daha güzelsin çıplak.."
Yaşar Nabi Nayır | Gece XII şiirinden

Şiirde olduğu gibi halk müziğinde, türkülerde de yer bulmuş yarin ayakları... Yürüyüşü ile kunduralı oluşuyla.. Herkes de kunduralı olamıyordu. Çıplak ayaklı yoksul çocuklar, çalışmaktan, ayakta kalmaktan ayakları nasırlı kadınlar, erkekler, çocuklar... Ah çocuklar, Heidi bile kırlarda keyfinden çıplak ayaklı koşmuyordu...
Ayağına potin alan, kundura alabilen de zengin sayılıyordu.. O zamanlar belki aşk da bu kadar ayağa düşmemişti, ayaklar baş olmamıştı, ayağı sıkmayı marifet sananlar yoktu, kendi ayakları üstünde duranlar çoktu, iki ayağımız bir pabuca girmeden sakin sakin yaşardık, ayak basılmamış yerleri seyre dalar, hayaller kurardık. Büyüklerin yanında ayak ayak üstüne atmazdık belki ama, ayak diremeden bayramda ziyaretlerine giderdik. Sevinçten ayaklarımız yerden kesilirdi kırmızı pabuçları görünce... İşte bu yazı da böyle yine bir nostalji yaparaktan, sek sek basaraktan sona eriyor... Neyse siz de bu sayede bloğumu okudunuz. Buyrun gelin ayağınız alışsın.



Sevgilerimle...

Gözde Ç.

P.S.

Ah... İşte böyle portakal satan tatlı kız. Senin de ayakların çıplak, taşa da basıyorsun karnını üşütürsün.. Yüzün de güzel ne düşünürsün? El ayak çekilince, içinde ayak geçen şarkıları dinle de kendine gel...

Portakal Satan Kız | Enrique Serra Auqué (1859-1918) | Tuval üzerine yağlıboya

Playlist:

Barış Manço | Halhal (Ayağında Gümüş Halhal)

Selda Bağcan | Hacıali Obası (Ayağında potini var zengin mi sandın)

İbrahim Tatlıses | Ayağında Kundura | 1979

Seyit Çevik | Ayağında Yemeni

Belkıs Akkale | Yollar Seni Gide Gide Usandım (Ayağıma diken battı gül sandım)

Erol Parlak-Okan Murat Öztürk | Suya Gider Allı Gelin Has Gelin

Duman | Oje (Ver ayağı bana)

Leman Sam | Ayak sesleri

Kayahan | Beni Anlamadın Ya

Müzeyyen Senar | Vardar Ovası



13 Mart 2022 Pazar

Bana ellerini ver...

Her şey annemle telefonla konuşurken ellerden bahsetmesiyle başladı. "Markette çalışan kasiyer kızların ellerinden bahseden bir yazı yazmak isterdim" dedi. Yaz o zaman dedim. Ben kelimeleri bir araya getirmeyi senin kadar iyi yapamıyorum dedi. Markette çalışan kızların ellerinde kolonya ve dezenfektan sürmekten hayır kalmamış dedi... Kimlerin elleri iş yüzünden bu hale geliyor?   Aklımdan hızla çalışan elleri geçirdim... İşleri ellerine bağlı olan pek çok insanı, elleri hep katır kutur, kuru ve çatlak olanları.. Bu ayrı yazmam gereken bir hikaye.. Gün içinde elleri düşündüm. Ellerime baktım... Dezenfektan sürmek, 20 saniye yıkamak, parmak aralarını köpürtmek, çatlaklara bakmak, kuruyan yerlerine krem sürmek, kanayan bazı yerlerini tedavi etmek... Ellerin dokunarak mikroplarla, virüslerle temas etmek dışındaki anlamlarını, el ele tutuşmayı, el ele tutuşmanın türlü anlamları aklıma geldi; sonra artık sokakta el ele dolaşan insanları neredeyse hiç görmediğim... Bu sebeple, ertesi sabah uyandığımda kafamda acaba el ele dolaşmak ne zaman çıktı? İnsanlar ne zamandan beri, bir çift olduğunda el ele tutuşuyor? sorusu geldi. İşte bu yazı da öyle çıktı...

Birine yakınlık duyduğunda, etkilendiğinde, ona olan sevgini ve bağlılığını göstermek istediğinde içten gelen isteklerden biri el ele tutuşmak.. Filmlerde birbirine yakınlaşmakta olanların birbirine ilgisinin beklenen ilk göstergesi, gün batışıyla, manzarayla eşlikli sunulan, iç yumuşatan, ısıtan bir temsil...

Çocukluğuma dair, annemin biriktirdiği dergilerden kesilen görselleri, kartpostalları incelediğim günler aklıma geldi. Onlarda ortak bir temsil vardı. Arkadan görünen 1970'lerde sevgililiği anlatmak için el ele yürüyen gün batışını ortasına alan çiftler, bankta oturup ele ele tutuşanlar...



Romantik bir ilişkinin mihenk taşı olmak konusunda gözler kadar olmasa da birbirinin dudaklarına kenetlenmeden önce yakınlaşmaların temsil edildiği ve pat diye görüntülerin kesildiği filmlerde el ele tutuşmak, izleyiciye "hah işte oldu, sonunda birbirlerine açıldılar " dedirten o an...

El ele tutuşmanın estetize edilmesi yeni bir olgu değil. Batı toplumlarında evlilik için birinin onayını almak, el ile, elini almak ile çok ilişkili olduğundan, farklı temsillerini de bulmak mümkün..

Örneğin orta çağda, "fede" ve "gimmel" yüzükleri adı verilen yüzükler mevcutmuş. Yüzüklerin isimleri de "mani in fede"  Latince'den geliyor ve "hands in faith" anlamına geliyormuş. Gimmel de ikizler anlamına... Yani kenetlenmiş eller yüzüklerde temsil ederek, birbirine olan bağlılığı temsil ediyormuş. Her ne kadar dostluk yüzükleri olsalar da ortaçağın sonlarına doğru bu yüzükler nişan/evlilik yüzükleri olarak da kullanılmış. 17, 18. ve 19. yüzyılda bu yüzükler bağlılığın bir nişanesi olarak kullanılan bu yüzüklerde zaman zaman iki elin ortasında bir sevginin bir işareti olarak kalp de yer almış, ya da kişilerin isimleri yazılmış. Bugün örneklerine müze koleksiyonlarından (bkz: Victoria and Albert Museum) ulaşılan bu yüzükler hakkında detaylı bir makale için bkz: https://www.antiqueanimaljewelry.com/post/a-language-of-connection-hand-symbolism-in-jewelry  

Resim sanatında da el ele tutuşmanın romantik bir bağlılığın simgesi olarak çokça kullanıldığını görmek mümkün.. El ele tutuşan çiftler genelde doğada, bir deniz kıyısında ya da güzel bir bahçede çiçekler arasında, kırlarda, gün batımında, yani özetle doğanın güzelliğini vurgulayan bir mekanda, aşkınlığı hissettiğimiz anlarda resmedilmiş..

Tüm bunların yanında neden ele ele tutuşuruz sorusu ve cevaplar hala geçerli. Bu konuda çok sayıda bilimsel çalışma var. Dokunmayla birlikte salgılanan oksitosin ile el ele tutuşmanın hem mental hem de fiziksel sağlığa yararı, bağlılığın ve güven duygusunun tesis edilmesi için önemli bir iletişim aracı olması, cildimizin çok hassas bir organ olması sebebiyle ele ele tutuşmanın sinir sistemini destekleyici olması, fiziksel acı çeken birini yatıştırması, acısını hafifletmesi, üzgün olan, kaygılı olan birine iyi gelmesi, stresini azaltması, insanın sevdiğiyle aynı anda aynı hisleri hissetmesini sağlaması, çocukluktan öğrenilen bir davranış olması ve özellikle anne babaların çocuklarına gösterdikleri ilginin, onları güvende ve yakında tuttuklarının göstergesi olması, başparmakla işaret parmağı arasında yer alan "hegu point" adı verilen alanın acıyı ve ağrıyı azaltması gibi... (hızlı ve popüler  okumalar için bkz: https://www.cosmopolitan.com/uk/love-sex/relationships/a30686646/holding-hands/  ve https://www.bustle.com/articles/163928-why-do-we-hold-hands-5-reasons-according-to-science

Bu temsilleri gördükçe, el ele tutuşmanın kendisi sürse de bağlamın, yani belki de bizi çevreleyen yaşantının artık o kadar büyülü olmadığını düşünmek mümkün. Günlük yaşamda İstanbul gibi bir kentte, trafik, gürültü, kirlilik gibi pek çok etmenin olduğu şehir yaşamında güzelliği fark etmek ve yaşayabilmek için şehrin içinden çıkmak ya da kıyılara çekilmek ve denize ve tarihe kavuşmak gerekiyor... Gerçi el ele tutuşmak için etrafın da güzel olması gerekmiyor ama şu geldiğimiz noktada bedenin, tutkuların, isteklerin sesini duymak giderek güçleşiyor. Bedene de sahip olduğumuz bir nesneymiş gibi yaklaşıyoruz çoğunlukla.. Beden-ruh bütünlüğü giderek cılız bir sese dönüşüyor gibi geliyor bana.

Her şeyde olduğu gibi el ele tutuşmak da içinde bulunduğumuz toplumdan, kültürden, politikadan bağımsız değil... Toplumsal yaşam dönüştükçe, kendimizi ifade etme biçimimiz, bedenimizle, sevdiklerimizle kurduğumuz ilişki biçimimiz, bağlılığı ve yakınlığı, dostluğu, aşkı, ilgiyi, güveni gösterme biçimlerimiz de değişiyor. Makro ölçekte pandemi, bedenlerimizle kurduğumuz ilişkiyi çarpıcı bir biçimde değiştirdi. Dolayısıyla günlük yaşamda kurduğumuz ilişkilerde de ellerle sürdürdüğümüz iletişimde de dönüşümler oluyor. Örneğin tokalaşmak da pandemi ile birlikte sıklığı azalan bir davranış oldu. Öte yandan, şehir yaşantısında yer alan ve görülen, pek çok sosyalleşme biçimi, ev ortamına taşındı. Türkiye özelinde, kültürel iklimi etkileyen değişen pek çok faktörün elbette, günlük yaşamda neler görüp neler göremediğimizle de doğrudan ilişkisi var.. 

Diliyorum ülkenin geldiği noktada şiddetin her türlüsü gösterilerek temsil edilirken, sevginin temsilleri giderek örtülü yaşanan bir alana taşınmaz ve biz kent hayatında bağlılığın timsali olan el ele tutuşmayı, sarılmayı, öpüşmeyi görmeye devam ederiz. 

Sevgilerimle,

Gözde Ç.

P.S.

Bu yazıyla iyi gidecek playlist:
Duman/ Elleri Ellerime
Özdemir Erdoğan/ Bana Ellerini Ver
Model/ Değmesin Ellerimiz

Değinmeden Olmazdı:
Edip Cansever Gözleri Şiiri'nden...
"Başka değil, anlaşıyoruz böylece
Yaprağın daha bir yaprağa değdiği
O kadar yakın, o kadar uysal
Elleri getirin elleri
Diyorum, bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi."

Her ne kadar son dönemde toplumsal cinsiyete dair  hareketlerin olumlu katkısıyla değişiyor olsa da Batı toplumlarında el ele tutuşma hala baskın bir şekilde kadın ve erkeğe atfediliyor.  

Bilimsel çalışmaların da işaret ettiği gibi, yalnızca romantik bağlılıklara ve ilişkilere özgü bir durum değil.. farklı kültürlerde cinsiyete bakılmaksızın yakın dostların, yaşlıların, çocukların el ele tutuşması da sosyal yaşamın içinde yer alan olgular... Bu yazı da bir merakla, hızla yazıldı. El ele tutuşma konusunun Orta Doğu'daki anlamları gibi konular bence deryadır. 



1 Nisan 2021 Perşembe

Mahrem


Karardı kargalı sokakları kargaşalı ruhumun

en iyisi uykumu al

elimde kalan tek mahremim



2 Şubat 2021 Salı

Corvus Cornix

Sükunetle büyükşehir arasında bir zıtlık vardı.  Asla sonu gelmeyecek bir zıtlık. Gri, bulutsu bir mutsuzluğun içinde kıvranıp gidiyorduk. Tavandan boşluğa sarkan o eski avizedeki kristal gibi, lamba yanana kadar parlaklığımızdan, sönene kadar da basit bir cam parçası olduğumuzdan habersizdik. Ve bir gün o büyükşehirle sükunet arasında bir anlaşma yapıldı. Her yer sus pus oldu. Sanki bir rüyanın sakinleri, farklı bir rüyanın içindeymişçesine birbirlerini o rüyanın figüranları gibi görüyordu yalnızca. Basit, siyah, tanınmayan cisimler. İnsan değil gölgelerdiler. Bilinçaltının cambazlıklarıyla ip üstünde yürüyorduk. Hangimiz önce düşecek ölüme belli değil. Biri ters dönüp dengesini kaybettiğinde ip sanki üzerinde hiçbir kimse yokmuşçasına gergin, cambazlarını bekliyordu. Cambazlık başvurusu yapmamıştım oysa. Özgeçmişimde yoktu cambazlık tecrübesi. Sözlükten anlamına baktım. Özgeçmişimişi irdeleyip uygun düşen tecrübelerimi cambazlık altında listeleyecek öyle sunacaktım. Karıştırdım geçmişimi. Çocukluğumda bir kızın salıncaktan düşmesine neden olduğum o ilkokul parkı dışında pek bir macera gelmedi aklıma. Salıncak en yukardayken, ölüme değil yaşama atlamayı öğrettiğimden o kıza, o da heyecanlanıp atlamıştı da kafası kanamıştı salıncak çarpınca. Babaannesi okuldan almaya gelmeden hemen önce. Kurcaladım karanlık odalarını zihnimin. Muhakkak bir şey olmalıydı. Makbuldü cambazlar. Ustaydı. Ben usta değildim. Olsa olsa çırak olup atılmıştım ustalığa giden yoldan. Beceriksizdim ip, tel, at veya bisiklet üstünde. At üstüne de hiç çıkmamıştım zaten kahve fallarımda çıkan muradım dışında. Atlar kara lekeler gibi fotoğraflar veya takvimlerde uğrardı yaşamıma-bir tayın doğumuna şahit olana dek. Yolculuğa çıkacaktım. Yol, zihnimi kurcalamamı kolaylaştıracaktı.

Otobüste boş bulduğum koltuğa oturdum demek istiyordum ama otobüsün neredeyse şoförü bile yoktu. Ben hem yolcu hem şofördüm. Şoför koltuğundan kalkarak direklere tutuna tutuna asılıyordum yol boyu. Duraklara geldikçe koltuğa geçip frene basıyordum. Şükür ki çarpmadım kimseye. Usta bir şoför gibiydim. Sileceklerin yetişmediği alanlardaki kirler bile yoktu ön camda. Düğmeye basılmasa da duruyordum duraklarda. Öyle ya binmek isteyenler görünmese de binebilirlerdi. 

Üç beş karga bindi bir durakta. Simsiyah ve griydiler. Birisinin tüyleri yolunmuş gibiydi. Kapışmıştı belli ki. Diğerinin gagasında yarım ceviz vardı. Amerikan cevizi.  Yerli ceviz kalmamıştı. İyisindendi. Trafik ışığında kırdırmış belli. Üçüncüsü pek bir sakindi. Diğer ikisiyle ilgisi yok gibi görünüyordu. Yalnızca karga olmak için karga olmuştu. Belki sesi yüzünden onu yanlarına almışlardı ama sesi de çıkmıyordu ki bileyim. Onlara bakıyorum derken asla yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Çekiçle kırdım camı. Paramparça ettim. Acil durum alarmı verdim. Şoför ben pek oralı olmadı. Hızla sürmeye devam etti. Kargalardan yoluk olan bana saldırdı. Gözlerini oyarım senin dedi. Oy dedim. Ağzında ceviz olan cevizi düşürdü. Ceviz beynim gibi saçıldı otobüsün yerlerine. Sessiz kargamsı, güvercinliğini çıkardı içinden. Soyundu çırılçıplak kaldı. Bembeyaz bir şey çıktı içinden. Bir posta güverciniydi ama artık ona ihtiyaç kalmadığı için kargaya dönüşmüştü. Paçasından gönderilmemiş bir aşk mektubu düştü. İsimsizdi. Mahalle ve sokağı belliydi ancak kapı numarası yoktu. Yazan kişi mahalleye mi yazmıştı mektubunu? Mürekkep yer yer akmıştı. Kapı no. İç kapı no. İç kapı no ne? Ancak devlet dairelerinde kullanılan bir ifade görmüş gibi gerildi yüzüm. Yazan bu yüzden mi boş bırakmıştı. İç kapı no ne onu bilmediğinden. Bunları düşünecek vaktim yoktu. Yoluk karga gözümü oyacaktı. Ben de oy demiştim. Yo oyamazsın değil. Oy. Saçmalayacak vaktim kalmamıştı. Şoför bene seslendim. Şoför ben. "Dur" Dur yoksa inmek yerine yeni bir yolcu olarak gelecek durakta bineceğim. Tehditimi önemsememiş olacak ki iyice gaza bastı. Ön cama martılar çarpıyordu. Çarptıkça kedilere dönüşüp kuyruklarını sokuyorlardı yan camlardan içeri. Birden yağmur da bastırdı silecekler yağmuru silerken, ilk karnemden notlar siliniyordu. Pekiyi ler önce pekiy sonra peki oldular. Sonra yarım yamalak silinerek "ek" olarak kaldılar. En son silecekler onları da sildi. Ve silik ve soluk bir "e" kaldı geriye.

Şoför ben gaza basmaya devam ediyordu. Ne garip ki artık yolda ne başka bir araç ne de başka bir yolcu ne de başka bir hayvan vardı. Yolcu ben, boş koltuklar arasında savruluyordum. Bir koltukta unutulmuş kırmızı bir şal buldum. Şalı boynuma doladım. Yündendi. Isındım biraz. Ancak bir süre sonra ıslak yün kokusu içimde tiksintiye benzer bir his yarattı. Kusacak gibi oldum. Hava almak istedim. Camlar açılmıyordu. Kusmak yaşamak demişti birisi bir belgeselde. Hayatta kalma içgüdüsüymüş. İçimizdeki toksinlerden, yabancı maddelerden ve zehirlerden kurtulmak için. Kimbilir hangi toksini içimden atamıyordum. Gözümü oymak isteyen karga boş koltuklardan birine geçmişti. Artık sakinleşmişti. Yoluk tüylerini düzeltmek istiyordu ama bu mümkün değildi. Üstüne karga paltosu giyen güvercin, soyunduklarını tekrar giymişti. Posta güvercini gözlerini kara tüyleriyle gizlemeye çalışıyordu. Cevizci koltukların birinin altında, parlayan tek bir küpeyle oynuyordu. Sükunet öncesi, bir kadının kulağından düşmüştü. Belki kalabalıktan itiş kakış olmuştu, belki kulaklığını ya da kaşkolunu takarken düşürmüştü. Farkında olmadan yitirdiği bir parlaklıktan sonra yoluna matlaşarak mı devam etmişti? Bilmiyordum. Yağmur hızla yağıyordu, sileceklerin gıcırtısı, boş otobüsün metal aksamlarının ve körüklerinin sesine karışıyordu. Az evvel parçaladığım camdan içeri su giriyordu. Otobüsün içi kayganlaşmaya başlamıştı. Ayakta duramıyordum. Birden kargalar bir araya geldi. Haince bir planları varmış gibi üstüme doğru geliyorlardı. Şoför bene seslendim. Dur şoför dur. Dur. Duramam dedi. Durakta durmazsam, yolun ortasında yolcu indirirsem ceza kesiyorlar. Güzergahı bilmiyor musun? Sakin durun. Dikkatimi dağıtıyorsunuz. Yolcuyla konuşmam yasak. Yoluma bakmalıyım. Zorlayıp durmayın. Beni işimden edeceksiniz.  Ama gözümü oyacaklar dedim çaresizce. Sustu. Ses etmedi. Tutuna tutuna şoför koltuğuna doğru yürümeye çalışırken, güvercin gözlüyle göz göze geldim. Ne yapabilirim dercesine baktı bana. Cevizci, yoluk tüylünün hamlesini bekliyordu, bir gözü de hala parıltılı küpedeydi. Kargalar parlak nesneleri sever. Derken tam şoför koltuğuna yanaşırken yoluk tüylü bana doğru havalandı ve gagasını kalbime sapladı.

Ah!

Uyandım. 

Dilim damağıma yapışmıştı. Üzerimdeki kırmızı battaniyenin tüyleri ağzıma girmişti. Dudaklarıma dokundum çatlak çatlaktı. Kurumuştu. Gözlerim kuruluktan acıyordu. Televizyonda haber vardı. Acıyan gözlerimle puslu gördüğüm spiker: "Onun adı Betty, fevkalade becerisiyle teli, kancaya çeviriyor;  uzun bir borunun içinden kancayla yemeğini çıkarıyor; ve bilim insanlarını hayrete düşürüyor. Şimdi bilim insanları, kargaların primatlardan sonra en zeki hayvanlar olup olmadıklarını tartışıyorlar."

Yerimden kalktım, Ekrandaki Betty'le göz göze geldim. Televizyonu düğmesinden kapattım.