19 Nisan 2015 Pazar

US-NRA*- New Yorker Olmaya Giriş 101 finali

Sabahleyin, kağıttan stor perdelerin üzerine iki blok ötedeki binanın sınırlarının yansımasına eşlik eden bülbül sesleriyle uyandım. Bir gün öncesinin günbatışında birbirleriyle konuşan kuşların gözlerimi huzurla dolduran neşesi, gün doğumunda, kalbimde tatminkar bir kıpırdanmaya dönüştü. New York'u bırakacağımız kesin dönüş tarihimiz her geçen gün daha da yaklaşıyor. Bu son ayımızda bu zamana kadar, Türkiye'den kilometrelerce uzakta olmamıza rağmen gölgesini taşıdığım sıkıntılar, öfkeler, yılgınlıklar, yorgunluklar ve isteksizlikler yerini yaklaşmakta olan ayrılığın tanıdık ancak bilinmedik hüznüne bırakıyor. Pencereden sızan ışık, metrodan indikten sonra "evimize gelmiş gibi olmamız", marketlerden yapılan alışverişler, çıktıkça bitmeyen dar ve kirli apartman merdivenleri, asla silinemeyen yukarıya doğru açılan pencerelere karşı duyduğum takıntılı hisler, evdeki iki kilimin üzerindeki şekiller, kapısının yarısı açılan gömme dolap ayrı bir kişiliğe bürünüyor.

Şansımıza çok ağır yaşanan iki kışın ardından, o asla yeşermeyecek gibi görünen ağaçların, birkaç gün içinde en güzel parfümlere dönüşmesi, yenilebilir bir bahçede yürüyor hissi veren lezzetli kokuları, siyah paltolarından kurtulan kadınların ve adamların engin bir çeşitlilik içinde kuaför salonunda karıştırılan moda dergilerindeki sayfalardan çok daha ilham verici olması şüphesiz ki çoğunlukla ilkbahardan. Bu en sevdiğim mevsimin, canlılığından, renklerinden, kokularından ve gökyüzüne verdiği eşsiz gün ışığından.. Ancak, New York Şehri'nin rolünü es geçemeyeceğim.

Son iki haftadır yoğun bir şekilde eğer "New Yorker " yani New York'lu diye bir şey varsa hakikaten onun giriş dersini vermişim gibi hissediyorum. Dün, sanki sokaklarda başka türlü yürüdüm, kütüphanedeki güvenlik görevlisine muhabbet açtım. Bugün, dönüş yakın diye hiç yapmadığımız turistik aktiviteleri yapalım diye çıktığımız sokaklardan banklarda oturarak, bahçelerde çimlere uzanıp topla oynayan çocukları izleyerek, akşamına da rastgeldiğimiz film festivalinin ücretsiz açık hava belgeselini izleyerek döndük. Yaşadığımız şehirde seyahate çıkmış gibi hissetmemize rağmen, bana kalırsa New York bizi yabancı görmüyor, biz de onu görmüyoruz. Burada uzun uzun kışlar geçirmemize rağmen, New York sanki, yaz tatilinde tanışıp, ayrılacağını bile bile aşık olduğumn; ama yaşadığım şehre döndüğümde asla aynı olmayacağını bildiğin ve sana kişisel bir olgunluk getiren ve derinleştiren bir sevgili gibi..


Öğretmeni olmayan bu derse başlarken çok heyecanlıydım. New York'a ve hatta Amerika'ya yaşamak için gelen pek çok insanın, çokça olumlayıcı pek çok önyargı içeren tutumlarını taşımıyordum. 20'li yaşlarımın başında, Yakup Kadri'nin Senihası'nın hayatını düzeltmek için Avrupa'ya gitme sevdasının Amerika versiyonuna da tutulmamıştım. Evet, içinde bulunduğum neredeyse her şeyi bırakmayı çok ama çok istiyordum. Öğrenim hayatımın son 3-4 yılı içinde sıkça dillendirdiğim hatalı doktora kararından, onun sonuçlarından, istediğim kişi olamamanın verdiği sorulardan ve çözümsüz yanıtlarından... Fakat New York'a benim değil, Ö.'nin yapacağı bir şey için geliyor olmamıza rağmen, içimde varolduğuna inandığım ve bu zaman kadar çıkması için ya doğru yerlerde olmadığıma ya da doğru insanlarla karşılaşmadığıma dair bir inanca kapıldığım, yaratıcılığın, ortaya çıkacağına dair bir umudum vardı. Elbette, maddi manevi türlü kaygılarım vardı buraya gelirken. Bunların pek çoğu "yerliymiş", pek çoğu da yersiz.
Geçtiğimiz aylarda, Amerika'da yaşayan, Türkiye'den gelen bir kadının yazısında da okuduğum gibi, hiçbir şey gezi kitaplarında tasvir edildiği gibi değil, bırakamadıkların hep peşinden geliyor, bir mekana ait olma hissini yeniden sorguluyorsun ve en çok da sen uyurken, bu yedi saatlik farkla dünyayı deneyimleme sürecinde sevdiklerine bir şey olursa kaygısını taşıyorsun. Dediğim gibi kaygılarımın bazıları ne yazık ki gerçek oldu. Ben buradayken ve hatta baharda parkta yürüyüşe çıkmışken, nenem ayrıldı bu dünyada. Oysa ben o telefonu elime alana kadar, ve bir facebook postundan öğrenene kadar gittiğini. Hala bu yüzden, sanal geliyor ölümü.  Ailemizden bu iki yıl içinde başka kayıplarımız da oldu ve biz her defasında "sonradan" öğrendik ve üzüntü duyduk.
Fakat, tüm bunlara rağmen, bazen hangi yılda olduğumuzu unutacak kadar, bir masalın içinde yaşıyormuş gibi hissediyorum ve bu masal kitabımı başka çocuklar okusun diye bağışlayacağımı da biliyorum. Son on yılımı ikişer senelik dilimlerde farklı şehirlerde veya farklı muhitlerde geçirdim. Son 10 yıldır İstanbul hasreti çekiyorum, hala da bitmedi. Ancak, aidiyet ve ev kavramları gittikçe bulanıklaşırken, insan yoğun yaşanan duygular ve mekansal duygulanımlar üzerinden yeni aidiyetler inşa ediyor diye düşünüyorum.
Böyle hisler içindeyken buranın bana kattıklarını/ öğrettiklerini düşünüyorum.
Zaman zaman çalışmayan trenleri, tıpkı Metrobüse gibi yolculuk ettiğiniz tıklımtıkış yolculuklarına rağmen, işleyen bir sistemin varlığının, günlük hayata dair sıkıntıları ne kadar azaltabileceğini,
Yerel yönetim denen yapılanmaların insan hayatını çok büyük bir şekilde etkilediğini ve yerel yönetimin "insani" olabileceğini,
Binaların egemenliğinde olduğu önyargısıyla geldiğim bu şehirde, hayatımda ilk kez doğanın döngüsünü her yönüyle yaşayarak, insanın hayatında bir ağacın, topğrağın, bir çiçeğin, bir kuş sesinin ne kadar gerekli ve yeri doldurulamaz bir mucize olduğunu,
Tüketim ve pazarlama konusunun boyutlarını ve bir o kadar gelir eşitsizliğinin vardığı noktayı
sosyal bir devletin yokluğunda yoksulluğu, dünyanın en iyi tedavilerinin uygulanabileceği bir memlekette insanların bu tedaviye erişimin bir o kadar kısıtlı olduğunu,
bir cent in bile değerli olduğunu,
Bir zaman makinesi olsa 1930'ların Türkiye'sinden 1930'ların New York'una gelmeyi isteyebileceğimi,
New York sokaklarında kedilerin olmadığını, köpeklerin kışın ayakkabı giydiklerini,
Asya kökenli bebeklerin aşırı tatlı olduklarını, Çin yemeğinin çok ucuz olduğunu, Harlem'in sokaklarında "hayat" olduğunu, Güney Amerikalıların ve siyahların halen gelir dağılımında ve toplumsal hayatta beyazlarla eşit koşullarda olmadıklarını,  siyahlar olmasa New York'un asla "New York" olamayacağını, bu kadar ekonomik gelişmişliğe rağmen, hizmet sektöründe halen eski yöntemlerin uygulandığını, kart ve bilgi hırsızlığının çok olduğunu,
New York'un sokaklarının asıl sahiplerinin hamam böcekleri ve fareler olduğunu,
İnsanın yaratıcılığının takdir edildiğini, bayramların, etkinliklerin yalnızca pazarlama için olmayabileceğini, insanların bu etkinliklerde kolektif hareket edebileceklerini,
hayır işlerinin daha çocuk yaşta pratikler arasına girdiğini,
insanların insanlara önceden belirlenmiş sınırlı zamanlarla vakit ayırdıklarını, ayaküstü edilen beş dakikalık sohbetler için dahi karşıdaki insana teşekkür notu gönderilmesi gerektiğini, ve tabii teşekkür kartlarını,
üniversite konutlarında oturmamıza rağmen, her apartmanda en az bir deli olduğunu,
epey yangın çıktığını bu nedenle itfaiyeye ve itfaiyecilere duyulan abartılı hayranlığın yersiz olmayabileceğini
daha bir sürü şey işte..
Burada biz bir günü kapatırken, siz yeni bir güne uyanırken, yerlere piknik örtülerini serip veya sermeyip kırlarda uzanabileceğimiz, bir ağacın çiçeklerinden gelen kokuyu içimize çekebileceğiniz, ve çimlerde otururken ne kadar berbat bir yönetimin, eğitimin, hizmetin ve siyasetin içinde olduğumuzu konuşmayacağımız ve uzanırken etraftan, fısıldaşmalar, öpüşmeler, kuş cıvıltıları, kardeşlerin neşeli oyanşma seslerinin geleceği ve bir ağaç gölgesi bulmak için saatlerce yollarda sürünmeyeceğimiz günler diliyorum. Gönülden istiyorum.

Kalın sağlıcakla,

Gözde Ç.

* US: ABD
NRA: Non-Resident Alien -Amerika Birleşik devletlerine öğrenci veya öğrenci ailesinden biri  olarak geldiğinizde sizin için kullanılan tanımlama-

22 Şubat 2015 Pazar

Whiplash, Black Swan ve beden üzerine bir değerlendirme


Bu akşam izlediğim, yönetmenliğini Damien Chazelle’in yaptığı 2014 yapımı Whiplash üzerine bir karalama yapmak istiyorum. Uzun zamandır pek çok arkadaşım filmi tavsiye ederek mutlaka izlemem gerektiğini belirtti. Filmin konusu, genç yaşta bir bateristin, Amerika’nın ve belki de dünyanın en iyi müzik okullarından birinde öğrenciyken zorlayıcı bir hocayla yollarının kesişmesi ve bu noktadan sonra mükemmele ulaşmak istemesi olarak özetlenebilir. Filmi izlemeden evvel konusunu okuduğumda Darren Aronofsky imzalı 2010 yapımı Black Swan’a benzeyebileceğini düşünmüştüm. Bu yazının konusunu da bu iki filme birlikte bakmak oluşturuyor. Bu birlikte bakma hususunun odağını ise, filmlerin adları, beden algısı, ‘kendini aşma’ meselesi ve rekabet konularında sınırlandıracağım. Yazı filmler hakkında tespitler üzerine olduğundan izlemeyenler için spoiler içerebilir.


Öncelikle iki filmin başlığından hareket etmek istiyorum. Whiplash kelimesinin Türkçe karşılığı sözlüklerde “ani ve sarsıcı duygu”, “kırbaç darbesi”, “kamçı ucu”, ve hatta “araba kazasında kafa ve omurganın şiddetle sarsılmasından ileri gelen travma” gibi ifadelerle tanımlanıyor. Öte yandan, Whiplash ifadesi müzik dünyası tarafından benimsenmiş bir ifade hem albüm ismi olarak hem deşarkı ismi olarak kullanılmış. Metallica’nın aynı adlı şarkısı zannediyorum en ünlü olanlarından. Bu isimde pek çok film de çekilmiş. Ancak filmde geçen, genç bateristimizin çaldığı parça Whiplash Hank Levy tarafından yazılmış, Don Ellis orkestrası tarafından seslendirilmiş parça. Black Swan- Siyah Kuğu filminde New York balesinde balerin olan Nina’nın Kuğu Gölü balesinde birbirine zıt iki karakter olan beyaz kuğu ve siyah kuğuyu canlandırması istenmektedir. Film aynı performansta yer alan masum ve şehvetli zıtlığı üzerine kurulu bu iki karakteri aynı anda canlandırmanın Nina’nın ruh sağlığı üzerindeki etkilerine odaklanır. Bu süreçte Whiplash’e benzer bir biçimde Nina’nın da “potansiyelini” zorlayan ve bunu, kadının içindeki şehveti ortaya çıkarmak için cinselliğine vurgu yapan bir hocası bulunmaktadır. Filmin başlığı Siyah Kuğu, bu açıdan bakıldığında karakterin hali hazırda içinde yer alan ancak keşfedemediği karanlık yönüne işaret eder ve filmin kurmacası bu siyah tarafın ortaya çıkışı ve bunun “başarıya” ulaşması üzerine inşa edilir.
İlk olarak Whiplash filmi boyunca, ana karakterimizin bateriyle, müzikle ve hocasıyla olan ilişkilerini ortak kesen nokta bir “kendini aşma”, kendisinde varolduğuna inandığı bir “potansiyeli ortaya çıkarma” meselesi. Bu noktada, kelimenin verilen tüm anlamları filmin konusuyla örtüşüyor. Karakterimiz, siz nasıl tanımlarsanız tanımlayın “daha iyi çalmak”, en çok da “daha hızlı çalmak” üzerinden giden anlatıda, bir nevi kendini kırbaçlıyor ve seyirci filmin genel anlatısında, o kırbacın hocanın üsteleyici/ zorlayıcı/ sınırsız tavır ve davranışları sebebiyle elinde olduğunu düşünüyor. Oysa, bu filmde ortaya konulan birey, tüm dış etkene rağmen ve ek olarak, kendisine acı çektirmek pahasına, kendini kamçılıyor. Kendine yöneltilen şiddeti içselleştiren karakterimiz, aslında kendinde varolduğunu düşündüğü, “kendini” ortaya çıkarmak için (ve bu amacını sürekli filmin çeşitli yerlerinde de yineleyerek) kendine şiddet uyguluyor. Benzer bir biçimde, Nina’nın hocasıyla arasında olan ilişkide de hoca, zorlayıcı ve yer yer seyircinin hoşlanmadığı/nefret ettiği/ yahu bu kadar da olur mu dediği bir karakter. Filmi izleyeli çok oldu ama hatırladığım kadarıyla, en nihayetinde Nina’ya içindeki “şehveti”, cinselliği keşfetmesi için kendine mastrubasyon yapmasını öğütleyen bir hoca. Fakat yine bu dış etkenin tetiklemesiyle de olsa, Nina içinde var olduğuna inandığı bir yönünü veya potansiyelini diyelim ortaya çıkarma sürecinde bocalıyor/ zorlanıyor, bir dönüşüm geçiriyor ve var olan pembelerden, oyuncak bebeklerden oluşan odasına, rutin anne-kız ilişkisine veda ederek, filmde aslında ‘siyah’ olarak nitelendirilen cinselliğini keşfediyor.


Benim ilgimi çeken kısmı, her iki filmde de, sac ayağını benlik, beden ve sanat pratiğinin oluşturması. Whiplash’te sanat Andrew’ın enstrumanına (bateri) hükmetme çabası üzerinden temsil edilirken, Black Swan’da bale sanatının icrasında enstruman Nina’nın bedeni. Ancak bu farklılığa rağmen Andrew ve Nina’nın arzularını gerçekleştirmesinin odağında bedenlerinin potansiyelini zorlamaları yatıyor. Andrew bateri çalmaktan ellerini kanatırken ve tempoya uymaya çalışırken tüm bedeninin sınırlarını zorlarken, Nina provaları sırasında ayaklarını zorluyor. Her iki filmde de bu uzuvların çektiği fiziksel acı, karakterlerin yaşadığı hırsı, yenilmeme, bedenine yenik düşmeme arzusunun boyutunu sergilediği kadar, bedene hükmederek başarıya giden yolda onu bir enstruman olarak en verimli şekilde kullanmayı temsil ediyor. Bu mesele başlı başına benim için iki filmi de anlamlı kılan öğelerden en önemlisi. Çünkü, bu filmlerin anlatısı aslında günümüz dünyasının beden algısına dair de çok şey söylüyor. Bir nevi “başarılı” olmak için bedenin bizi “sınırlıyor” olduğu duygusundan/ algısından kurtulmak ve onu aşmak gerekir düşüncesi üretiliyor. Öte yandan bu acıyı çekmek sizi ayrıcalıklı kılan özelliklerinizden biri olarak tanımlanıyor. Bedenin potansiyeli “hız” kavramı üzerinden temsil ediliyor. Bu da aslında finans kapitalinin egemen olduğu dünyanın en önemli söylemlerinden biri olan “hız” ın beden algısındaki tezahürü diyebiliriz. Hız, Whiplash’te çok baskın bir biçimde bateri çalma hızı üzerinden gösterilirken, Black Swan’da Nina’nın dönüş hızıyla temsil edilmişti. Öte yandan hız unsuru, bedenin sınırlarını en iyi gösteren kalp atışıyla da ilişkili bir biçimde ortaya konuyor. 



Bedenini zorlayan karakterlerin ter dökmesi, Nina’nın kendini yolması/kanatması, Andrew’ın ellerinden kanlar akarken bateri çalmaya devam etmesi ve buzun içine koyarak zorlamayı sürdürmek istemesi bir yandan kendi kimliklerini kurmaya yönelik işaretler içeriyor, bir yandan da bu kimlik bozma/dönüşüm/ yeniden kurma pratiği kalp atışındaki hız dönüşümleriyle ifade ediliyor. Jazz ile kalp ritmi arasındaki bağa dair merak edenler Adorno okuyabilir. Müzikal açıdan değerlendirmemin yetersiz kalabileceği düşüncesiyle yalnızca şunu söylemekle yetineceğim: yükselen kalp hızıyla temsil edilen “zirve” “mükemmele erişme”, “potansiyeli ortaya çıkarma” anı yani temponun zirve yaptığı yer yani bedenin sınırının en üst seviyesi “başarı” düşüncesiyle eşitleniyor. Bir diğer deyişle başarılı olmak isteyen sınırlarını zorlasın, kendi hızıyla yetinmesin, hızlı olsun, bedenini zorlasın. Bir diğer deyişle, mükemmele erişmek isteyen Whiplash’te Fletcher’ın sözleriyle ifade edildiği gibi asla bir “aferin’e” (good job’a takılmasın) mesajını veriyor. Burada lafı fazla dolandırmadan buna bağlı olarak ‘rekabet’ unsuru üzerinde durmak istiyorum. Her iki filmde de rekabet, bir nevi kamçı görevi görüyor. Nina’nın, siyah kuğuyu canlandıran Lily’e karşı hem arzu duyması hem de tahammülsüzlüğünün zirve noktası filmin finalinde görülüyor. Her ne kadar bir kendini aşma hikayesi olarak sunulsa da her iki film de eş zamanlı olarak rakipler tarafından “kamçılanarak” onları da aşmayı da içeriyor. Böyle bakıldığında rekabet olması “zorunlu” ancak bir o kadar da “en iyi” olabilmek için aşılması gereken bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Bu durumda da rakiplerin yok edilmesi elbette ki mübah görülüyor.


Son olarak her iki filmin de New York’ta geçmesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Evet, her iki film de New York şehrinde ve New York şehrinin prestijli sanat kurumlarında geçiyor. Bu mekan seçimi elbette ki tesadüfi değil. Yukarıda sözünü ettiğim hırs, rekabet, bedenin sınırlarını aşma, başarılı olma, “sıradan” ve “başarısız” olanların arasından, gerekirse kendine şiddet uygulayarak ve herhangi bir şeye “bağımlı” olarak ne pahasına olursa olsun sıyrılma hadisesi küresel kapitalizmin merkezi olan New York’ta doruğa ulaşıyor ve yine bu kentten dünyaya yayılıyor. Bu nedenle de her iki filmde de bahsi geçen sanat kurumlarının New York’un ve böylelikle de dünyanın en “gözde” ve “en iyi” olduğu iddiasının sunulması şaşırtıcı değil. Çünkü bu paralellik de tüm bu temaların son yıllarda öne daha da fazla öne çıkıyor olması gibi egemen ideolojiye çok güzel hizmet ediyor. Amerikan sinemasının daha evvelki gözde temalarından olan “loser” dan dış görünüşünü değiştirerek popüler çocuğa/kıza evrilen karakter yerine, sisteme, kendi bedeninin sınırlarını zorlayarak her ne pahasına olursa olsun entegre olan ancak bunu “ben” i öne çıkararak yapan kazanır iddiası alıyor ve filmler üzerinden yeniden üretilerek meşrulaştırılıyor.

Gözde Çerçioğlu Yücel
21.02.2015




12 Şubat 2015 Perşembe

New York sokaklarındaki tek eldivenlerin gizemi

Hava sıcaklığının nadiren sıfırın üstüne çıktığı kış aylarında New York'ta yaşamsal bir öneme sahip aksesuarlardan biri eldiven. Bere, atkı, eldiven üçlüsünden o kadar bıkıyorsunuz ve o kadar onlara muhtaçsınız ki insan, bir süre sonra bu üçlüyü vücudunun bir parçası gibi görmeye başlıyor. Ve bu üçlüden herhangi biri evde unutulduğunda, bizim gibi bir yerden bir yere giderken aralıksız en az on beş dakika yürüyen insancıklar,  yokuşlu ve rüzgarlı sokaklarda titreyen çene kemiklerini zorla hareket ettirerek bildikleri küfürleri ediyorlar. Fakat benim mevzum geçen kış ve bu kış olmak üzere, 20 ila 50 metrede bir, yerde tek bir eldiven görmem. Sokaklarda, tren raylarında, tren kompartımanlarında karşıma çıkan yün, deri, polar ve başka türlü malzemeden yapılan çoğunlukla siyah bu eldivenler ordusu gün geçtikçe artıyor. Yalnız, sahipsiz, sokaklarda evsizlerin bile almadığı bu eldivenler nereye gidiyor sayın seyirciler?

Eskiden beri bir eşyamın, dışarıda kaybolmasından daha çok beni üzen bir şey varsa o da bu çift olan nesnelerin tek kalmasıdır. Sevdiğim bir çift küpenin teki kaşkola takılıp kışın kaybolduğunda, o küpeye dair hatıraları daima bana anımsatacak bir teki elimdedir ama ya öteki kim bilir nerededir? Bazen hep o kaybolup giden tekleri düşünürüm. Birinin bulup bulmadığını... Ben böyle yerde bulduğum, çiftken tek kalmış nesneleri alır bir süre cüzdanımda saklarım. Sanki birinin önemli, ayrılamadığı bir sırrını yanımda taşıyormuşum gibi gelir.. Eldiven de böyle... Tek kaldığında öyle acıklı geliyor ki bana... Bu tek kalmış eldivenleri yerden almıyorum. Oldukları yerde, sokaklarda yalnız dolaşan, eşsiz kalmış insanlar gibi öylece duruyorlar. Belki sebebi, eldivenlerin konulduğu cepten veyahut her daim bir şeyler aranılan çantalardan düşmesi,  çıkarıldığında elde taşınırken hızla yürürken düşürülmesi, insanları birbirinden soyutlayan moda kulaklıklarla düşme sesinin duyulmaması ve farkedilmemesi... Sebebi ne olursa olsun her yerde karşıma çıktıklarında, New York'un pek çok metropolde olduğu gibi "hız" la şekillenen yaşamında insanların da eldivenler kadar tek ve yalnız kaldıklarını düşünmeden edemiyorum. Zira, bireylerin etrafındaki sınırlar gibi tek kalan eldivenlerin etrafında da görünmez bir zırh oluşuyor. Ancak belki eldivenler, belki sabaha karşı toplaşıp el ele tutuşuyorlardır üşümemek için.. Belki de o kadar romantik değillerdir ve hep birlikte Hudson River'a karşı halay çekiyorlardır. "Elleri getirin elleri..."

New York sokaklarında daha neler var neler...  O da sonraya kalsın.

ellerinizi ısıtanların yanınızda olması dileğiyle...

G. Ç.

23 Ocak 2015 Cuma

Her gün batımı ayrı bir serüvendir

Pencereden içeri sızan gün ışığı... Güneşin ufka gittikçe yaklaştığı bu kış akşamlarında güneşi hissetmenin tatlı huzuru içinde ışığın eşyalarda yarattığı güzelliği izliyorum. Boya kalemlerimin durduğu, ceviziçi satılan kutudan bozma kalemlik bile en güzel anlarından birini yaşıyor. İçindeki kalemlerin uçları güneşe, onun ışığıyla parladıklarını unutarak çalım atıyorlar. Her gün doğup batmasına, ufukta kaybolmasına rağmen, her gün batışını bu denli eşsiz kılan ne diye düşünüyorum.

Benim için gün batışlarının özel olması, yalnızca ışığa olan aşkımdan kaynaklanmıyor. Bu güzelliğin peşine düşmeyi çocukluğumda ailemde edindim. Annemin güneş batışını izlemek konusundaki büyük tutkusu, babamın ise annemin bu tutkusunu yaşaması için iki eli kanda da olsa bir çözüm bulması bizi her nereye gidersek gidelim gün batışını izlemek için günün sonunda bir yerlere koşuştururdu. Örneğin bir alışverişe çıkıldıysa, alışveriş erken bitirilir sahile gidilir; güneşin o son ve al al kendinden geçen hüzünlü hallerine muhakkak martı ve dalga sesleriyle kulak verilirdi. Veyahut Çamlıca tepesinden şehre bakılır, gün batarken bir de kağıt helva yenirdi. Aslında geçmiş zamanda yazmamam gerekiyor çünkü bu hala ben yanlarında olsam da olmasam da sürüyor. Şimdilerde de kendisi çatıya tırmanıyor korkusuzca (Anne lütfen okuyorsan çatıya çıkma!)

Bu anlardan biri yıllar önce ailecek çıktığımız bir tatilde gerçekleşti. Şimdi nerede olduğunu hatırlamadığım bir Akdeniz kıyısında, plajın, kum ve kovayla oynamak, deniz kabuğu toplamak ve balıklama dalmayı anneye babaya göstermek olduğu zamanlardaydı. Ellerinde sepetlerle "Kola, fanta, bira sıpraaaayt var" diyen amcaların plajdan, güneşten solmuş terlikleriyle ve şapkalarıyla kuma bata çıka geçtiği, öğleden sonra plajda yürüyen incir satıcılarının ve akşama doğru maşasını kazanına vurarak ilerleyen mısır satıcılarının olduğu günlerdi. Ben özellikle bu saatleri severdim. Evde olsam pek de yemeyeceğim incir kabuğunun o en tatlı yerini yemek, mısırın dişlerinin arasında kalmasına gıcık olsam da tanelerinin üzerinde kalan tuzu yemek, tüm bunları saçlarımdan tuzlu su damlaya damlaya, gözümü güneş ışığı kaça kaça havlunun üzerinde oturarak yapmak hoşuma giderdi. İşte aşağı yukarı böyle bir gündü sanırım. Derken gün batımına yakın bir saatte deniz bisikletine binme isteğiyle olacak ailecek bisiklet kiralamaya karar verdik. Bisikletçiler, tek bir şey tembih ettilerse o da işaret parmaklarıyla bir olup plajın solunda, ilerde gösterdikleri yerdi. "Oraya sürmeyin kayalık!" Sanki arabadayız şekerim. Annem babam öne geçmiş, kardeşimle birlikte biz de arkada pedal çeviriyoruz. Üstümüzde de can yelekleri. Bebekleriyle kıyıda oynayan anneleri, sonra kolluklu ve simitli çocukları, göğüslerine gelen su hizasında birbirleriyle oynayan sevgilileri, hırslı yüzücüleri ve suya sırt üstü uzanmış boneli yaşlıları geçtik ilerliyoruz. Derken annem babama şöyle gidelim, böyle gidelim bir çeşit yönlendirmeler. Güneşi göreceğim falan.Güneş ha buradan iyi gözüküyor, ha şuradan iyi gözüküyor. Ben de baba aşığı bir insan olduğumdan "Ya kadın babamı niye yanlış yönlendiriyorsun başımıza bir iş getireceksin. Deli ediyorsunuz beni adam oraya gitmeyin demedi mi?. Kayalık demedi mi?" Babam: "Yok yavrum birşey olmaz endişelenme" falan cinsinden sakin tavırlar. Sanki başıma bisikletin içinde herkes yüzücü. Bir ben adam gibi yüzüyorum o da Burhan Felek Spor Salonu'nda, havuza atlayıp çenemi yarana kadar geçen bir senede hocalardan öğrendiğimden. Ya işte yavaştan endişe tavan yapıyor bende. Ya hep bu kadın yüzünden başımıza iş gelecek falan kendi kendime atarlanıyorum. Kimse takmıyor. Bir yandan da pedal çeviriyoruz ama. He şurdan bakalım diyor annem, oh beee ne güzel tadında bense "göreceksiniz siz şimdi! Göreceksiniz!" halinde için için öfkeleniyorum. Derken biz kendimizi o adamların "gitme" dediği yerde pedallarımız dönmezken buluyoruz. Karşımızda şahane gün batışı, çevrilmeyen pedallarımız. Uzakta bir kıyı. İkisi çocuk (!) İkisi yetişkin (!) 4 kişi! Gün batışı diyorum arkadaş. Akşam olacak, bizi kimse bulamayacak. İmdaaaaat.... Neyse herkes bir tedirgin oldu mu; korktu mu... Ben demiştim size kısmı bile bana haz vermiyor o derece. Belki 15 dakika bağırdık biz sesimiz çıkana kadar duysunlar diye. Duyan falan yok. En son imdadımıza, kayalığın üstüne ev yapan yazlıkçılar yetişti, kıyıdaki bisikletçileri aradı da gelip bizi aldılar. Tey allaaam ya bi daha güneş mi bakarım ben?

Velhasıl yıllar geçti, her kız çocuğunun yazgısından ben de payıma düşeni aldım ve sanıyorum anneme benzedim. Bu sebepten, okyanus üstü tek şerit yolmuş, üç buçuk saatmiş gözümüze görünmedi ve ay başındaki tatilimiz sırasında Miami'den KeyWest'e hareket ettik. Florida'nın güneyinde yer alan Florida Keys bölgesi sığ adalar ve onları birleştiren bir Okyanus üzeri otoyoldan oluşuyor. Bu takım adaların en ucunda, hatta Kuzey Amerika'nın en güney noktasında ise Key West bulunuyor. Pek sürpriz olmayacak ama güneş batımıyla meşhur. Bu Amerika'da öğrendiğim bir şey varsa o da onların deyimiyle "experience" ın bizim deyimimizle "deneyimin"satıldığıdır. Dolayısıyla gün batımıyla satılan bir yer diyelim.

Bir akşamımızı KeyWest'e varmadan yolumuzun aşağı yukarı ortasında bulunan Longkey'de geçirdik. Otelimiz, tam da Meksika körfeziyle, Atlantik okyanusu arasındaki yol üzerinde, Meksika körfezi kıyısında lime ağacı otel. Okyanusa çeşitli deniz canlıları sebebiyle yüzmek amaçlı girilmese de dalgıçların ve balık tutmak isteyenler için ideal bir yer. Benim için ise, palmiye ağaçları, sonsuz görünen okyanusa bakan küçük iskelesi, New York'un dar alanından çıkan biri için cennet sayılan geniş odası, dekorasyonundaki tropik öğeler, iki katlı çevresiyle bütünleşmiş otel binasından ve odalarından odanın nündeki balkondan görünen palmiye ağaçları, okyanus manzarası ile tatilimizin en güzel yeriydi. (Oteli ekonomik konaklama sitelerinden biri olan priceline üzerinden risk alarak otel adını bilmeden seçme metoduyla seçmemize rağmen) Tüm bu manzaraya rağmen, otelde konaklayan çoğunluk gibi yaşlı olan resepsiyon memuresi teyzenin önerisiyle gün batımına on dakika kala yaklaşık 5 mil uzaklıkta olan Long Key köprüsüne yetişmeye çalıştık. Güneşin okyanusta yüzüşünü izledik..


Otele geri dönüp güneşten geriye kalan kızıllığın palmiye dalları arasında oluşturduğu tatlılıkla, bir kez daha dünyanın güzel bir yer olabileceği yanılsamasına kapıldığımı söyleyebilirim.




Bu halet-i ruhiye ile bir sonraki gün de gün batımını bu kez adaların en ucundan izlemeye karar verdik. Küba'ya deniz üzerinden, Miami'ye olduğundan daha yakın olan Key West, bahçeli evleri, ağaçları, kuşlarıyla gerçekten içimi ısıttı... Kendimi yokuşları olmayan Büyükada'daymışım gibi hissettim. Matkapla delinerek açılan hindistan cevizinin, pipet batırılıp içilen suyuyla elimizde hindistan cevizinden kaplarla gezdiğimiz sokaklarında kaldı aklım.. Neyse, burada da gün batımı için bulunduğumuz yerden epey yürüyerek ulaştığımız Mallory Square'de gün batımı merasimi yapılıyormuş. Yüzlerce insan toplanmış, okyanus kıyısındaki meydanda kıyıda duracak yer yok. Derken kıyının da en kıyısında, büyük gezi gemilerinin demirlediği yerde yüzlerce kişinin oturduğu yerde iki boşluk gördük ve güneşin sahneye çıkmasını beklemeye koyulduk. Güneşin batışına on beş dakika falan kalımı, açıkta yelkenli de görünüyor (bence bu yelkenli,  Key West belediyesinin pazarlama işi ama biz yine de aşıkların gün batımını izlediği yelkenli olarak düşünebiliriz) tüm rüya sahne tamamlandı derken.... Tüm bu insanların heyecanına rağmen, onlarca apartman büyüklüğündeki gemi limandan ayrılmaya karar verdi ve işi gücü bırakıp güneş izlemeye gelen herkesin hevesini dooooot dooooot diye hareket ederek kursağında bıraktı. Her yerden "Oh my God!" nidaları yükseliyor herkes "herhalde bu bir şaka olmalı" diyor. Kaptan, bunca insanın görüp görebileceği en güzel günbatımını engellediğinin farkında mı acaba? falan diyorlar. Ben tüm merasimlerde olduğu gibi sırada en öndeki yerimi almışım umudumu koruyorum. Gemi, güneşin batmasına dakikalar kala görüş alanından çıkıyor, güneş ufukta, insanlar için bir ateş topu olmaktan çok uzakta kaybolurken insanlar güneşi alkışlıyor. O da, biz aciz dünyalıları, hakimiyetiyle bir gün daha yaşlandırarak çıkıyor sahneden.
Akşam, sessizliğin ve okyanusun arasında yolda, insanın yalnız ve aciz bir varlık olduğunu düşünürken, aşktan yüzü kıpkırmızı olmuş, içi yanan bir ay çıkıyor. O görüntüyü gözlerimden başka kaydedecek yer olmadığı için uzaklara dalarak hafızamın en güzel yerlerinden birini ayırıyorum. Ve bir yıldız kayıyor o sırada gökyüzünden...

Sevgilerimle,

Gözde Ç.


18 Ocak 2015 Pazar

Universal Studios Orlando'ya gideriken aldı da bir yağmur...

Bugün Orlando'daki maceralarımıza devam eden yazıyı yazmayı planlıyordum. Aslında dün de yazarım dedim önceki gün de fakat pek içimden gelmedi. Bir süredir yazarken komik anları yazıyorum ki kendime de bir eğlence çıksın. Fakat ne göreyim? Gri, bulutlu, kapalı ve yağışlı bir hava. Sabahın erken saatlerinden bu yana yağmur gökyüzünden sonsuz bir biçimde yeryüzüne inen ipler gibi yağıyor. Yeryüzünde dolaşmadan, suyla çözülerek. Anlayacağınız yine bir "yağdı yağmur çaktı şimşek sen de mi şair oldun be eşşoğlu eşek" sendromu yaşıyorum. Elime kahvemi alıp yarı açık pencereden sicim gibi yağan yağmuru, kırmızı tuğlaların ıslanışını, yapraksız dalların evlatlarını evlendirmiş ana babalar gibi yan yana fakat kederli duruşunu izlerken size güneşli, parıltılı, plastik ve rengarenk Universal Studios dünyasının kapılarını aralayacağım. (Bu girişten anlaşılacağı üzere yine kendi kendime verdiğim kısa yazma sözünü tutamayacak gibiyim)

Bir önceki yazım Orlando'da geçirdiğimiz ilk günün akşama kadar olan kısmında soğuk New York'tan sıcak görünce ne olduğunu şaşırıp, mutluluk sarhoşu olanları anlatıyordu. O sarhoşlukla, arabamıza bindik. Yanımda, Gözde'nin yanındayken asla ve asla navigasyon kullanmayacağım, sokakta gezerken her ne olursa olsun metro girişi neredeymiş bakmayacağım yeminli şövalyelerinden Sir CÖY! Yeminini ettiği o kutsal gün tahminen bir sokak ortasında "ya bırak şu telefonu yürüyelim işte yeter bu navigasyon bu kalabalıkta ne haritası gerekirse sorarız" falan cümlesini milyonuncu kere ettiğim günlerden biridir. Fakat nereden bulunduysa, gizli örgüt gecelerinde her ihtimale karşı Nevin Hanım programı telefona yüklenmiş, telefon da arabanın ön camına yaslanmış, üç dakikada bir düşmek suretiyle Sir CÖY'e hizmet ediyor. Eyalet sınırlarının dışına çıktığımızdan olacak yemin bozulmuş olmalı.

(Malumunuz NY eyaletiyle Florida ayrı dünyalar. Sabahleyin uçakan iner inmez kiralık araba için istedikleri günlük sigorta bedeliyle şapşik suratımıza bu gerçek bir yumruk gibi indiğinde henüz çok gençtik ve toyduk ve daha otobandan-Florida Turnpike'tan, geçiş ücretleri için OGS yerine plaka okuma sisteminden, denen her geçişinde eğer hata ettiysek 100dolar ceza vereceğimiz SunPass'ten habersizdik) Neyse, otele gideceğiz bulunduğumuz yerden. Güneş de batmak üzere. Sen sür ben bakarım kendi telefonumdan dedim ilk başta. Sonra midem bulanacak kucağıma baka baka diye vazgeçtim. Sir CÖY, Nevin ile işbirliği içersinde yolunda ilerliyor. Tahminimizden kısa bir süre içerisinde Nevin hanım hedefimize ulaştığımızı belirttiler. Ama ortada "hedef" yok. Burası oteller bölgesi herhalde giriş şurası falan derken biz kendimizi Florida Turnpike denen o girdabın içinde bulduk! Ben kendi kılıcımı devreye soktum ve telefonumdan otele bakıyorum 3 dakika diyor ancak girdiğimiz yoldan hesaplatınca 43 dakika diyor! Artık elimiz mahkum. Otoyoldayız. Ufka doğru gittiğimiz yolda güneş önce solumuza, sonra sağımıza falan geçti hatta sonra ayın doğuşu sağda falan göründü. Bu sırada benim Navi hanım şöyle konuşuyor [SES]. Neyseciğime böyle böyle başlangıçta dibinde olduğumuz otelimize 45 dakika sonra vardık.  Akşam yemeği için de Florida Turnpike'a gireriz anam babam korkusuyla da olsa üçbuçuk dakikalık mesafede, içinde korku tüneli mi başka türlü bir kitlemenin yer aldığı ters duran, garç gurç sesler çıkan evin olduğu yerde yedik.

Nihayet Universal...

Sabahleyin grab and go (yani bizim deyimimizle al ve yürü git) tarzı otel kahvaltısından sonra (muffin, kahve, sentetik peynir ve yağ) Universal'a doğru yola çıktık.
Hayretler içinde kalmamış icap ettiğinden daha otoparkta şaşkına uğradık (!) Devasa otoparkta arabayı nereye koyduğumuzu hatırlayalım diye konan ET tabelasını ezbere aldıktan sonra, hac yolunda ilerliyormuşçasına ilerleyen insanların içinde biz de Universal'ın iki parkına doğru roller coastera falan binemeyeceğimizden emin adımlarla ilerliyor; 3D simülasyonlu "ride" larda başımıza neler gelebileceğinin heyecanını cüzdanlarımızda taşıyorduk. Bu sebepten, yalnızca bir parkı ve teyzelerin, amcaların, dede ve büyükannelerin ve küçük bebelerin gitmeyi terci edeceği Universal Studios'u Universal'ın diğer parkı olan Islands of Adventure'a tercih etmiş olduk. Bunun ceremesini de biletimizi Hogwarts Express'e gösterip de sizin bilet tren için geçerli değil dediklerinde çektik.


Gündüz 11'de girdiğimiz parktan 21'de ayrılırken, dört gere sıraya girmemize rağmen Despicable Me'nin Gru'suyla fotoğraf çektirememiş ancak kendisine el sallamış, Megatron'un gözlerine bakarak "ihaneti sende gördüm sende şiddeti gördüm aşkı gördüm" şarkısını söylemiştim.


3 boyutlu yaşayacağız diye Shrek gösterisinde hareketli koltuğumda enseye üfürüğü, Simpson'da boğaza bebek pudrasını, Minions'da muzu yemiştim. Bidirik bidirik Hogwarts'lı bebelerin, 80 dolara alınmış pelerinlerle ve 35 dolardan başlayan sihirli değnekleriyle ve 45 dolarlık baykuşlarıyla cirit atmasını ve büyü yapışını izlemiş; Dr.Emmet Brown ile sosyoloji bilim mi değil mi ve tezim ne kadar gereksiz diye tartışmış; Scooby Doo ile bir korkunçluğu çözmüştüm.
Sırtını kaşıyan abla,
 sihirli değnekle hayatını değiştirmeye çalışan anne,
Hogwarts'a yeni yazılmış oğlan.


Kitlemecilikten payımıza düşen, ailemizin yeni üyesi minion mataramızla da fotoğraf çekilmemiz dışında, bu güzel günden geriye kalan en önemli hatıra, Transformers sırasında minyon bir kadından, klostrofobik bir el bombasına dönüşmemdir. Dışarda kimseyi görmeyip aha bunda az bekleniliyor diye girdiğimiz sırada gri ve Transformers'la ilgili düğmeler, mekanik parçalar içeren binanın içinde spiral bir mekanda sıra bozulmasın diye yapılan demirlerin içinde bir "exit" görerek ve öndeki beş çocuklu ailenin bireylerinin sırayla çıkardıkları gazlardan- acaba bu da mı stüdyo, bu da mı aksiyon, bu da mı işin, dört boyutun bir parçası- diyerek bir saat nasibimizi aldık.

Dr. Brown: Zaman su gibi akıp geçiyor evlat.
 Dr. Cercioglu Yucel: Şimdi o iş öyle de Dr. Brown, doktoraya başlamaya karar verdiğim ana döndürseniz beni de bi güzellik yapsanız? 

Bu bir saat sonucunda da gelen aracın bu kez koltuk değil ray üzerinde giden araba olduğunu görüp "Ya Ö. ben bunun üstü kapalıysa binemem çok daraldım" diyip geriye çekilmemiz cabasıydı! Ya zaten trene binemiyosun gelmişsin 4d ride a ona da...Mertliğe de b.k süremiyorum. Baktım üstü açıkmış meğer biniyorum dedim. Ya işte böyle gençler ne kadar mühim mevzular değil mi ?

Yanaklarınızdan minion minion öpüyorum. Banannaaaaaaaa!

Gözde Ç. 

16 Ocak 2015 Cuma

Orlando'nun nesi meşhur? Efendime söyleyeyim kuğulu parkı, eymir gölü, cepası, armadası..Şaka, şaka!

Böyle blogçuluk olmaz olsun arkadaş! Tabii ama geç olsun güç olmasın dedim geri döndüm. Geçen yılki performansımın olmayışının sebebi yaklaşık bir ayda doktora tezi yazmam. İkinci ayda aynı tezi tekrar yazmam. Üçüncü ay içinde de kırk yıllık işim olan öğrencilikten mezun olmamdır. Oturup "kjdksncucjwndcjkwndcsjncsj" böyle bile yapsan bir ay kafayı yersin o kadar sayfa ben de birazcık yemiş bulundum. Nihayet, alakasız sayfaları fıttıdı fıttıdı telefondan parmaklarla kaydırmak yerine, titreyen parmak sendromu, bağırışla klavyeyi tükrüklemek sendromundan nasibini alan leptopla arayı düzelttim. Karşısına geçtim. Bugün size, ezberyazan* bir seyahatimizinden kesitler sunacağım. İlk olarak "ezberyazan" kavramını açıklayacağım (nokta). İkinci olarak sizi Orlando'ya götüreceğim (nokta). Üçüncü olarak da Allah ne verdiyse onu anlatacağım (nokta mı ünlem mi iki nokta üstüste ve parantez mi karar veremedim). (Şaka len şaka böyle bir iki üç tıp olmayacak söz)

Malumunuz Amerika'dayım. Sömestr tatili geldi çattı. Ne yapak? Ne yapak? diyeee diyeee, uzun düşünceler ve araştırmalarım (!) sonucunda çok enteresan (!) bir yol haritası çizerek yaklaşık 1500 (tamamen atıyorum) Türk öğrenci ve ailesinin kış tatilinde yapmakta olduğu Florida seyahatine karar verdik.  Belli bir noktaya gidip oradan güneye inme fikriyle kendimizi yeni yılın ilk haftasında kendimizi Orlando Havalimanı'nda ağlayan, zıplayan ve koltukları yalayan çocuklar ve çıldırmış, Mickey şapkalı anneleri ve Shrek şapkalı babaları ve yüzlerce bebek arabasının ortasında bulduk. Sıfırın altı bilmem kaç derece sabahın köründe palto, eldiven, atkı, içlik kombinasyonundan 3.5 saatlik uykuyla 28 dereceye inmişsin. İlk önce bi içlikten, atletten kurtulacaksın derken yarım saat, araba kiralarken eyalet sisteminin gazabına uğrayıp sigorta migorta çözeyim derken bir saat havaalanını güzeeeeelce bir çözdük.

Lake Eola

Orlando daha evvel bilen, gezen, gören arkadaşların da belirttikleri üzere "valla Orlando'da hiçbir şey yok" tadında bir ortam amma ve lakin havaalanı manzaralarından da anlaşılacağı üzere, çoluk çocuk aileyi eğlendirelim, bir pipet, bir galon da renkli buzla dolarları kitleyelim cinsinden bir memleket. Su parkı olsun, disneyi olsun, universalı olsun, alışveriş merkezi olsun hep burada. Ancak ekşici arkadaşlar sağ olsun, yazmışlar biz de araştırmacı otuzlu yaşçılık olarak bu şehirde nirelere varsak diye birkaç akşam ayırdığımızdan Lake Eola'da piknik yapmak, Winter Park'ta   zengin evi görmek gibilerinden sıralanan detayları bir kenara not etmiş idik.
Lake Eola, papağanlar ve  çocuklar
Şehir merkezi neresidir acep derken kendimizi bulduğumuz yer meğersem Lake Eola imiş. Göller bölgesinde kurulu bu şehirde merkezi bu göl kenarında taa sabahın dördünde evde hazırladığımız sandöviçler ve mandalina bir güzel gitti mi. Yanına da bir ayran diyeceğim geldi ama Amerikan hayatındayız ya kahvelerimizi almış bulunduk. Etrafta ördek mi istersin, papağan mı, güneş mi su mu. Tabii ben sabahınan çıkmışım buzdan, o sebeple mutluluk sarhoşuyum. Gelsin ordan yansıma fotoğrafları, gitsin kuşların kanat çırpışları falan fıstık derken sandöviçler bitti. Eee şimdi ne yapacağız? Bastık gittik Winter Park'a.





Lake Eola


Rollins College kampus



Anam adı kış parkı da ortada kış yok.  Golf oynayan amcalar, geniş kırlık alanlar, göllere bakan evler, ağaçların arasından sızan gün ışığı falan derken arabayı park ettik bir yere. İkinci aşama kıyafet değişimiyle ortama uyalım diye arabanın içinde eğile kalka eteğe, şorta geçiş yaptık. Yürüye yürüye bir caddeye geldik.
İlla bir memleket girecek ya işin içine Alaçatı mı Bodrum Merkez mi? Kahvecide ziyaret ettiği yerlere gittiği gün deprem olan ve bu nedenle Türkiye'ye gitmek istemeyen, sanırsak bir din görevlisi olan amcadan "couple" olarak iltifat alıp "God bless you" yani "Allah sizi nazarlardan saklasın" duamızı da alarak, elimize yine kahveleri, bu kez buzlu olanları yük ederek, dükkanlar ve restoranlar arasında yürürken bir üniversitenin göl kenarı kampüsüne ulaştık. Rollins College.

Yeşillik, ağaçlar, göller, güller falan derken ben yine tabii bir ara esmer Şeker Kız Candy'e bağladım. Hani mevsim müsait olsa Heidi diyeceğim de güller falan işin içine girince Candy daha iyi oldu. Derken gel şu iskelede oturalım dedik. Sükunet, arada bir geçen balıkçı kayıkları, sessizlik, ışıl ışıl göl falan bir amca geldi. Arkamızda duran tek şezlonga oturdu. T-shirtü falan çıkardı güneşlenmeye koyuldu. Ben böyle gözleri kısmışım güneşten, ufka bakıyorum, arada bir suya iniyor gözlerim. Sudaki kıpırtılar, mutluyum, varoluşu falan düşünüyorum adam ğğöhöhööhhüüü diye göle bir balgam fırlatmasın mı. Hasbinallah dedim. O kadar yol tepmişiz, zaten uykusuzluktan yarı da güneşten sarhoşum, adama laf etmedim hasta falandır belki dedim konsantrasyonu yeniden topladım. Yine yaptı. Kalktık yürüdük, kampüsteki hocaları, lojmanlarını (artık öğrencilik bitti ya otuzlu yaş hayalleri) filan kaynattık.
Lake Virginia, Orlando'nun kuzeyi, Winter Park
Lake Virginia kıyısı

Adam hariç her taraf bir stüdyo atmosferinde olduğundan karşımıza bir de düğün ve şoförlü bir Rolls Royce'a binmiş Asyalı gelin ve damat çıktı. Onlar arabadan inip kilisenin kapısına doğru geçerken ben üçyüz metre ilerden elimde telefon fotoğraf çekmeye koşuyorum. Koşuşumu gören şoför amca bana uzaktan gülümsedi. Gelini boşverdim seni çektim amca dedim. Zum yapa yapa çektiklerimi gösterdim. Dur hele dedi. Geç arabanın yanına şöyle seni çekeyim. Çekti sağolsun. Dedim şurda kocam var, ilerde telefonuna bakan, onu çağıram da beraber çekilek. Ö. geldi geçin yanyana da ikinizi çekeyim dedi. Adam gururlandı. Prensesmişim havalarında elimi tuttu falan böyle hoş anlar. Teşekkürümüzü ettik,  geline ve damada da "kangruculayşıns"ımızı çaktık ordan Heidi ve Peter olarak ayrıldık ve kalacağımız International Drive'a  gitmek için arabamıza yürüdük. 




Rolls Royce, Gözde ve şoför amca (anne adam gerçek :) Bu notı düşmek zorundaydım çünkü annem Madam Tussauds'nun önünde çekildiğimiz Morgan Freeman'lı fotoğraftan bu yana kimle çekilirsem çekileyim gerçek mi diye soruyor :) )



Winter Park muhitindeki evlerden biri

Lake Virginia kıyısında yürüken

International Drive ve bir sonraki günkü Universal Studios maceramız gelecek yazımda sayın ve sevgili okuyucular. Sağlıcakla kalın, güneşli günleriniz bol olsun. Kışın ortasında yaz gününüz olsun. AMEN.

Gözde Ç.

 *Çok sevgili bir arkadaşımız "ezberbozan" geziler yapmayı sevdiğini söylemişti. Hakikaten de kendisi uzun, macera dolu ve sıradışı seyahatlere çıkıyor. Ben de ona özendiğimden ve bizim geziler de ezberden biraz hallice olduğundan kendimizle alay edercesine bu lafı şey ettim.