22 Şubat 2015 Pazar

Whiplash, Black Swan ve beden üzerine bir değerlendirme


Bu akşam izlediğim, yönetmenliğini Damien Chazelle’in yaptığı 2014 yapımı Whiplash üzerine bir karalama yapmak istiyorum. Uzun zamandır pek çok arkadaşım filmi tavsiye ederek mutlaka izlemem gerektiğini belirtti. Filmin konusu, genç yaşta bir bateristin, Amerika’nın ve belki de dünyanın en iyi müzik okullarından birinde öğrenciyken zorlayıcı bir hocayla yollarının kesişmesi ve bu noktadan sonra mükemmele ulaşmak istemesi olarak özetlenebilir. Filmi izlemeden evvel konusunu okuduğumda Darren Aronofsky imzalı 2010 yapımı Black Swan’a benzeyebileceğini düşünmüştüm. Bu yazının konusunu da bu iki filme birlikte bakmak oluşturuyor. Bu birlikte bakma hususunun odağını ise, filmlerin adları, beden algısı, ‘kendini aşma’ meselesi ve rekabet konularında sınırlandıracağım. Yazı filmler hakkında tespitler üzerine olduğundan izlemeyenler için spoiler içerebilir.


Öncelikle iki filmin başlığından hareket etmek istiyorum. Whiplash kelimesinin Türkçe karşılığı sözlüklerde “ani ve sarsıcı duygu”, “kırbaç darbesi”, “kamçı ucu”, ve hatta “araba kazasında kafa ve omurganın şiddetle sarsılmasından ileri gelen travma” gibi ifadelerle tanımlanıyor. Öte yandan, Whiplash ifadesi müzik dünyası tarafından benimsenmiş bir ifade hem albüm ismi olarak hem deşarkı ismi olarak kullanılmış. Metallica’nın aynı adlı şarkısı zannediyorum en ünlü olanlarından. Bu isimde pek çok film de çekilmiş. Ancak filmde geçen, genç bateristimizin çaldığı parça Whiplash Hank Levy tarafından yazılmış, Don Ellis orkestrası tarafından seslendirilmiş parça. Black Swan- Siyah Kuğu filminde New York balesinde balerin olan Nina’nın Kuğu Gölü balesinde birbirine zıt iki karakter olan beyaz kuğu ve siyah kuğuyu canlandırması istenmektedir. Film aynı performansta yer alan masum ve şehvetli zıtlığı üzerine kurulu bu iki karakteri aynı anda canlandırmanın Nina’nın ruh sağlığı üzerindeki etkilerine odaklanır. Bu süreçte Whiplash’e benzer bir biçimde Nina’nın da “potansiyelini” zorlayan ve bunu, kadının içindeki şehveti ortaya çıkarmak için cinselliğine vurgu yapan bir hocası bulunmaktadır. Filmin başlığı Siyah Kuğu, bu açıdan bakıldığında karakterin hali hazırda içinde yer alan ancak keşfedemediği karanlık yönüne işaret eder ve filmin kurmacası bu siyah tarafın ortaya çıkışı ve bunun “başarıya” ulaşması üzerine inşa edilir.
İlk olarak Whiplash filmi boyunca, ana karakterimizin bateriyle, müzikle ve hocasıyla olan ilişkilerini ortak kesen nokta bir “kendini aşma”, kendisinde varolduğuna inandığı bir “potansiyeli ortaya çıkarma” meselesi. Bu noktada, kelimenin verilen tüm anlamları filmin konusuyla örtüşüyor. Karakterimiz, siz nasıl tanımlarsanız tanımlayın “daha iyi çalmak”, en çok da “daha hızlı çalmak” üzerinden giden anlatıda, bir nevi kendini kırbaçlıyor ve seyirci filmin genel anlatısında, o kırbacın hocanın üsteleyici/ zorlayıcı/ sınırsız tavır ve davranışları sebebiyle elinde olduğunu düşünüyor. Oysa, bu filmde ortaya konulan birey, tüm dış etkene rağmen ve ek olarak, kendisine acı çektirmek pahasına, kendini kamçılıyor. Kendine yöneltilen şiddeti içselleştiren karakterimiz, aslında kendinde varolduğunu düşündüğü, “kendini” ortaya çıkarmak için (ve bu amacını sürekli filmin çeşitli yerlerinde de yineleyerek) kendine şiddet uyguluyor. Benzer bir biçimde, Nina’nın hocasıyla arasında olan ilişkide de hoca, zorlayıcı ve yer yer seyircinin hoşlanmadığı/nefret ettiği/ yahu bu kadar da olur mu dediği bir karakter. Filmi izleyeli çok oldu ama hatırladığım kadarıyla, en nihayetinde Nina’ya içindeki “şehveti”, cinselliği keşfetmesi için kendine mastrubasyon yapmasını öğütleyen bir hoca. Fakat yine bu dış etkenin tetiklemesiyle de olsa, Nina içinde var olduğuna inandığı bir yönünü veya potansiyelini diyelim ortaya çıkarma sürecinde bocalıyor/ zorlanıyor, bir dönüşüm geçiriyor ve var olan pembelerden, oyuncak bebeklerden oluşan odasına, rutin anne-kız ilişkisine veda ederek, filmde aslında ‘siyah’ olarak nitelendirilen cinselliğini keşfediyor.


Benim ilgimi çeken kısmı, her iki filmde de, sac ayağını benlik, beden ve sanat pratiğinin oluşturması. Whiplash’te sanat Andrew’ın enstrumanına (bateri) hükmetme çabası üzerinden temsil edilirken, Black Swan’da bale sanatının icrasında enstruman Nina’nın bedeni. Ancak bu farklılığa rağmen Andrew ve Nina’nın arzularını gerçekleştirmesinin odağında bedenlerinin potansiyelini zorlamaları yatıyor. Andrew bateri çalmaktan ellerini kanatırken ve tempoya uymaya çalışırken tüm bedeninin sınırlarını zorlarken, Nina provaları sırasında ayaklarını zorluyor. Her iki filmde de bu uzuvların çektiği fiziksel acı, karakterlerin yaşadığı hırsı, yenilmeme, bedenine yenik düşmeme arzusunun boyutunu sergilediği kadar, bedene hükmederek başarıya giden yolda onu bir enstruman olarak en verimli şekilde kullanmayı temsil ediyor. Bu mesele başlı başına benim için iki filmi de anlamlı kılan öğelerden en önemlisi. Çünkü, bu filmlerin anlatısı aslında günümüz dünyasının beden algısına dair de çok şey söylüyor. Bir nevi “başarılı” olmak için bedenin bizi “sınırlıyor” olduğu duygusundan/ algısından kurtulmak ve onu aşmak gerekir düşüncesi üretiliyor. Öte yandan bu acıyı çekmek sizi ayrıcalıklı kılan özelliklerinizden biri olarak tanımlanıyor. Bedenin potansiyeli “hız” kavramı üzerinden temsil ediliyor. Bu da aslında finans kapitalinin egemen olduğu dünyanın en önemli söylemlerinden biri olan “hız” ın beden algısındaki tezahürü diyebiliriz. Hız, Whiplash’te çok baskın bir biçimde bateri çalma hızı üzerinden gösterilirken, Black Swan’da Nina’nın dönüş hızıyla temsil edilmişti. Öte yandan hız unsuru, bedenin sınırlarını en iyi gösteren kalp atışıyla da ilişkili bir biçimde ortaya konuyor. 



Bedenini zorlayan karakterlerin ter dökmesi, Nina’nın kendini yolması/kanatması, Andrew’ın ellerinden kanlar akarken bateri çalmaya devam etmesi ve buzun içine koyarak zorlamayı sürdürmek istemesi bir yandan kendi kimliklerini kurmaya yönelik işaretler içeriyor, bir yandan da bu kimlik bozma/dönüşüm/ yeniden kurma pratiği kalp atışındaki hız dönüşümleriyle ifade ediliyor. Jazz ile kalp ritmi arasındaki bağa dair merak edenler Adorno okuyabilir. Müzikal açıdan değerlendirmemin yetersiz kalabileceği düşüncesiyle yalnızca şunu söylemekle yetineceğim: yükselen kalp hızıyla temsil edilen “zirve” “mükemmele erişme”, “potansiyeli ortaya çıkarma” anı yani temponun zirve yaptığı yer yani bedenin sınırının en üst seviyesi “başarı” düşüncesiyle eşitleniyor. Bir diğer deyişle başarılı olmak isteyen sınırlarını zorlasın, kendi hızıyla yetinmesin, hızlı olsun, bedenini zorlasın. Bir diğer deyişle, mükemmele erişmek isteyen Whiplash’te Fletcher’ın sözleriyle ifade edildiği gibi asla bir “aferin’e” (good job’a takılmasın) mesajını veriyor. Burada lafı fazla dolandırmadan buna bağlı olarak ‘rekabet’ unsuru üzerinde durmak istiyorum. Her iki filmde de rekabet, bir nevi kamçı görevi görüyor. Nina’nın, siyah kuğuyu canlandıran Lily’e karşı hem arzu duyması hem de tahammülsüzlüğünün zirve noktası filmin finalinde görülüyor. Her ne kadar bir kendini aşma hikayesi olarak sunulsa da her iki film de eş zamanlı olarak rakipler tarafından “kamçılanarak” onları da aşmayı da içeriyor. Böyle bakıldığında rekabet olması “zorunlu” ancak bir o kadar da “en iyi” olabilmek için aşılması gereken bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Bu durumda da rakiplerin yok edilmesi elbette ki mübah görülüyor.


Son olarak her iki filmin de New York’ta geçmesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Evet, her iki film de New York şehrinde ve New York şehrinin prestijli sanat kurumlarında geçiyor. Bu mekan seçimi elbette ki tesadüfi değil. Yukarıda sözünü ettiğim hırs, rekabet, bedenin sınırlarını aşma, başarılı olma, “sıradan” ve “başarısız” olanların arasından, gerekirse kendine şiddet uygulayarak ve herhangi bir şeye “bağımlı” olarak ne pahasına olursa olsun sıyrılma hadisesi küresel kapitalizmin merkezi olan New York’ta doruğa ulaşıyor ve yine bu kentten dünyaya yayılıyor. Bu nedenle de her iki filmde de bahsi geçen sanat kurumlarının New York’un ve böylelikle de dünyanın en “gözde” ve “en iyi” olduğu iddiasının sunulması şaşırtıcı değil. Çünkü bu paralellik de tüm bu temaların son yıllarda öne daha da fazla öne çıkıyor olması gibi egemen ideolojiye çok güzel hizmet ediyor. Amerikan sinemasının daha evvelki gözde temalarından olan “loser” dan dış görünüşünü değiştirerek popüler çocuğa/kıza evrilen karakter yerine, sisteme, kendi bedeninin sınırlarını zorlayarak her ne pahasına olursa olsun entegre olan ancak bunu “ben” i öne çıkararak yapan kazanır iddiası alıyor ve filmler üzerinden yeniden üretilerek meşrulaştırılıyor.

Gözde Çerçioğlu Yücel
21.02.2015




12 Şubat 2015 Perşembe

New York sokaklarındaki tek eldivenlerin gizemi

Hava sıcaklığının nadiren sıfırın üstüne çıktığı kış aylarında New York'ta yaşamsal bir öneme sahip aksesuarlardan biri eldiven. Bere, atkı, eldiven üçlüsünden o kadar bıkıyorsunuz ve o kadar onlara muhtaçsınız ki insan, bir süre sonra bu üçlüyü vücudunun bir parçası gibi görmeye başlıyor. Ve bu üçlüden herhangi biri evde unutulduğunda, bizim gibi bir yerden bir yere giderken aralıksız en az on beş dakika yürüyen insancıklar,  yokuşlu ve rüzgarlı sokaklarda titreyen çene kemiklerini zorla hareket ettirerek bildikleri küfürleri ediyorlar. Fakat benim mevzum geçen kış ve bu kış olmak üzere, 20 ila 50 metrede bir, yerde tek bir eldiven görmem. Sokaklarda, tren raylarında, tren kompartımanlarında karşıma çıkan yün, deri, polar ve başka türlü malzemeden yapılan çoğunlukla siyah bu eldivenler ordusu gün geçtikçe artıyor. Yalnız, sahipsiz, sokaklarda evsizlerin bile almadığı bu eldivenler nereye gidiyor sayın seyirciler?

Eskiden beri bir eşyamın, dışarıda kaybolmasından daha çok beni üzen bir şey varsa o da bu çift olan nesnelerin tek kalmasıdır. Sevdiğim bir çift küpenin teki kaşkola takılıp kışın kaybolduğunda, o küpeye dair hatıraları daima bana anımsatacak bir teki elimdedir ama ya öteki kim bilir nerededir? Bazen hep o kaybolup giden tekleri düşünürüm. Birinin bulup bulmadığını... Ben böyle yerde bulduğum, çiftken tek kalmış nesneleri alır bir süre cüzdanımda saklarım. Sanki birinin önemli, ayrılamadığı bir sırrını yanımda taşıyormuşum gibi gelir.. Eldiven de böyle... Tek kaldığında öyle acıklı geliyor ki bana... Bu tek kalmış eldivenleri yerden almıyorum. Oldukları yerde, sokaklarda yalnız dolaşan, eşsiz kalmış insanlar gibi öylece duruyorlar. Belki sebebi, eldivenlerin konulduğu cepten veyahut her daim bir şeyler aranılan çantalardan düşmesi,  çıkarıldığında elde taşınırken hızla yürürken düşürülmesi, insanları birbirinden soyutlayan moda kulaklıklarla düşme sesinin duyulmaması ve farkedilmemesi... Sebebi ne olursa olsun her yerde karşıma çıktıklarında, New York'un pek çok metropolde olduğu gibi "hız" la şekillenen yaşamında insanların da eldivenler kadar tek ve yalnız kaldıklarını düşünmeden edemiyorum. Zira, bireylerin etrafındaki sınırlar gibi tek kalan eldivenlerin etrafında da görünmez bir zırh oluşuyor. Ancak belki eldivenler, belki sabaha karşı toplaşıp el ele tutuşuyorlardır üşümemek için.. Belki de o kadar romantik değillerdir ve hep birlikte Hudson River'a karşı halay çekiyorlardır. "Elleri getirin elleri..."

New York sokaklarında daha neler var neler...  O da sonraya kalsın.

ellerinizi ısıtanların yanınızda olması dileğiyle...

G. Ç.