19 Kasım 2009 Perşembe

biri çıkar gözlerinin baktığını anımsatır; yüzündeki ince çizgilerde kimlerin, hangi tozların yer ettiğini ve şakaklarını kimlerin sızlattığını; biri çıkar artık göremediğin için yok olduğunu sandığın hayata bağlandığın ince iplere düğüm atar; biri çıkar: "gözlerin çöldeki yıldızlar gibi" biri çıkar o biri, çöldeki pırlantalar ışıldadıkça dokunulmazlığı artan.. bir ses, bir nota, uçuk sarı..zaman geçmez; zaman kalır..bilmediğin bir ülkede, bilmediğin bir zamanda...

14 Ekim 2009 Çarşamba

yine sonbahar....
yine hüzünlu akşamlar...



tetiklenmiş duygular kadar yakın
olmamış, yarım kalmış ve şimdi aslı olmayan
önümdeki parktan sıyrılan su damlacıkları kadar alıp götüren
uzak denen yere
en uzak neresi?
uzağın uzak olma ihtimali var mı içinde
sen olmayınca

tetiklenmiş bir tabancının
tetiklenmemiş olma ihtimali var mı
ellerine dokunmadan
var işte
belli ki var işte
diliğimin damağıma yapıştığı bir rüyalı gece kadar

yapraklarıyla ağlayan önümdeki ağacın
tek yaprağından ummak gibi
rüzgarla sana ulaşmayı
düştükçe umuyorum
ah canım...
yani; bir kaç notaya sattım yine ruhumu
sonbaharda yine..
yine sonbaharda sensizliğe...

28 Ağustos 2009 Cuma

otogar (2)

Şişman şişman bacaklarının arası pişmiş
Kadife Hanım
Adana'dan indi Ankara'ya
olmuş mu 37 ayakları 40 numara
öflendi poöflendi
sağa sola bakındı
elinde şalgam suyu bidonu
gözleri arandı durdu.
Kadife Hanım oğlunu arayadursun
yastıkçı ali beşinci demli çayını
sattığı yastıklarının arasında kabolan kafasıyla
dikledi "Ulan Mustafa ver bi cigara da yakayım" dedi
Mustafa pişmiş pişmiş gülerken
sırıttı tek altından dişi
ötekilerde kara kara kıskandılar altının parıltısını
uzatırken tekel 2000'i, makinaya kaptırdığı başparmağının yarısı
sızlamıyordu artık
on sene geçmişti üstünden
etiket yapan küçük atölyede gececiydi mustafa
11de girer sabah altıda çıkardı
vardiyasına bir seda sayan bir de orhan baba
geceleri uğrardı
bir gece kaptırmış kendini mustafa
dertli bir sese
makinaların sesinden de duyulmaz ya
o söyleyip durur
o vakit de hamile karısı mustafa'nın
doğurdu doğuracak
adı da arife
17'sinde daha
körpecik gelin
evlenesiye de kalmış mı hamile
bırakır mustafa karısını her gece evde
yüreği dayanmaz
sabahleyin vardı mıydı eve maşallah nefsi durmaz
arife'nin gözleri yeşil, kaşları aksine kara
şarkı yazsan olmaz-
mustafa dönesiye askerden
istemiş sivaslı anası arifeyi
arife de gülmüş yemenisinin ardından
mustafa 21'inde arife 16 o vakit
eller öpülmüş
patlatılmış bir davul
arife ürkmüş aslın, o beyaz entariyi giyince
çekmiş anası yanına kız demiş böyle böyle
kızarmış yanakları belindeki kuşaktan öte
işte o arife ikinci ayında hamile
mustafa da dertlenir durur etiket makinasının kıyısında
dalmış hülyalara karısını düşünür
kaptırır mı elini makinaya
arifenin yanaklarının alı kalsın geride
mustafa'nın kanı durmaz düşer marleyden yerlere
of anam demiş o vakit of anam of!
parmak gidesiye daha bir erkek adam olmuş mustafa
bu hikayeyi de anlatır durur
yastıkçı ali kahkahayla anar giden parmağı
lan oğlum der durur

* * *
Kadife Hanım seslendi oğluna
"Cevdeeet...Cevdeeet"
Cevdet Bey koştu annesinin yanına
beyliği falan kalmadı
Daire Başkanı Cevdet By'in önünde titrer elemanları
hayatın cilvesi işte
annesini görünce parlayan gözlerinde
sönüverdi Beyliği patronluğu
sevindi zâr
yoktu annesi aylardır
kucaklaştılar bir,
sonra hop diye aldı bavulu bidonu
arabalarına doğru yola koyuldular
annesi başladı hemen
bacaklarını şişiren yolculuğu anlatma
bir soluklandı
gelinini sordu
Cevdet "işten geç çıktı da evde" diyebildi
belli ki bozuldu annem diye düşündü
ama toparlamaya da girişmedi
yoksa çözülürdü düğüm bir anda,
çıkardı ortaya annesi için gece ettiği kavga
hemen toparladı yüzünü,
dedi "çıktın mı molada"
annesi kaldığı yerden devam ettiği yolculuğa

çığırtkanlar sardı ortalığı birden
belli ki geldi saati istanbul'un
sırtında çantası kulağında kulaklığıyla
o sıra girdi Anıl otogara
elinde tek kitabı
arasında final notları
25 yaş bedeniyle
dünyanın sesine değil de
kulağındaki davula ayak uydurmuştu başı
sol elini götürüp başını kaşıdı
istanbul'daki sevgilisine sanki şimdi daha yakındı
kalkışına on dakka kalan otobüsünde
ayarladığı yerine oturdu
sonra vazgeçip dışarı çıktı
tam kapının dibinde bir sigara yaktı
yastıkçı ali yanında bitti
baktı bişeyler diyor yanında biri
çıkardı kulakığının tekini
"abi dedi al bi tane rahat edersin. iki lira ne ki"
"sağ olun hocam istemem"
Ali baktı iş yok delikanlıda
çekildi kenara
Mustafa'ya kaş göz etti
Mustafa çay arabasını biraz kenara çekti
yavaştan çıkayım dedi Anıl içten
beş dakika kaldı kalkmaya
merdivenleri tek tek çıktı
37 numaraya geçti oturdu
karşı koltukta cam kenarında oturan kız
fıs fıs konuşuyordu
camdan beri sevdiğiyle oynaştılar
sanki söylemedikleri bütün sözleri oracıkta
kelimesiz aktardılar
eller, kollar, gözler anlattı anlattı durdu
beş dakikada ne söylenirse
kız kah güldü hak maymunluk yaptı camın arkasından
öteki de sevindi
sıra el sallamaya gelince bir an duruldu
sonra sallandı eller
yine camın arkasından
geriye uğultulu otogar
bir de Mahmut'un demli çayı kaldı

"Çaaaayyy"

27 Ağustos 2009 Perşembe

bilet

bir kağıda yazılmış rakamlar arasında
sıkıştırılmış hayat
sen misin" gideceğim" diyen
hayat götürür seni
bileti kesilmeyene...

4 Ağustos 2009 Salı

otogar (1)

üstü başı sidik kokusu
kış mevsimi gibi gelse de görüntüsü
yazın sıcağında kavrulmuş hayvancıklar gibi
bitli ve tozlu
sudan yoksun teni, pislikten daha da ağarmış saçları
yırtık pantolonun arkasından görünen buruşuk kıçıyla
deli bi adamdı hasan
deliliği hani öyle kafayı bulup çılgınlaşanlardan değil
hayatın delirttiklerinden
sağdan geleni sola taşır
soldan geleni sağa otobüs garında
hatta bazen kimse taşıtmaz ona yükünü
bavullarına pislik bulaşır diye
olsun, o zaten hayatın bütünü pisliğini görmüş
buna mı aldırış edecek
koydu ekmeğini bu hasan
bardaktan mısırcıların, plastik çaycı bardakların
bütün gün izlediği
evsiz otogar hanedanlığının
bir numaralı başkentine
çıkış kapısı sekizin karşısındaki
demirden sandalyelerin üstüne
kiminin kıçı değer kiminin aşı işte
aldırış etmedi bu
bir de güzel açtı mı yoğurdunu
o yırtık pantolonun neresinden çıkardığı bilinmeyen
çakısıyla
bir aldı bir koydu ekmeğini
yük taşırcasına
bir güzel de yedimi sana
ne kadar uzak bakan gözler ona
tam karşısındalar olsa olsa

bir zamanlar karısı varmış bu hasanın
hatta çocukmuş bu hasan bir zamanlar
tenekelerden top yaparmış kendine
"hasan kırarım bacağını ha gelirsem oraya!" diyen
bir anası bile varmış
bir anasını hatırlar arasıra
bir hiç varmadığı karısını zaten
ikisinin adı da hülya
hülya taşınır bir bavuldan diğer bavula
hülya ki ne hülya
bir lüleburgaz da bir karsta
dili de dönmez lüle demeye
ama bir gider bir gelir

durdu o akşam hasan
kars'tan sabaha karşı beşte gelen otobüsün
dip bucağına dikildi
hülya gelecek diye
otobüsten tıngır mıngır inerlerken
hasan otobüsün bordolu koltuklarına baktı durdu
bulamadı hülyasını
çıkıştı şoföre
naptınız karıma diye fışkırdı
şoför de kekeme
ke ke ke ke ne hülyası be kardeşim dedi
gitsene işine
hülyayı ver bana dedi
asıldı mı adamın boynuna
o çelimsiz kollar bu kadar mı güçlü olur
alaşağı etti adamı
adam yerdeki bavullarla bir oldu
güçlükle doğruldu adam
girişecek oldu hasana
hasanın gözleri kor
pişirir baktığını
zorla soluk aldı dili,kulağı, burnu
büyüdü büyüdü küçüldü
kurudu kurudu karardı ağzının içi
çakısının ucu hülya oldu
eli avucu kolu bedeni hülyayla doldu
soktu karnına karnına bıçağı
yığıldı şoför
gittiği kilometrelerin on katı serildi yere
hasanın gözleri köz
hülya lüleburgaz'da orda olmasa bursa'da orda
olmasa benim içimde ulan dedi
aha bak dedi
sapladı bıçağı kendi karnına
yere serildi
oracıkta da kaldı
daha dökülmeden kuruyan kanı yayıla yayıla
tekerlerin altına uzandı

hasan öldü; hülya hayatta kaldı
her yolcunun bavulundan çıkar oldu
kimsenin taşımadığı bavulların içini doldurdu
hülya güzel
hülya ap ak
hülyanın ökçeleri bile pespembe aydınlıktan
teni su,
nefesi çiçek
gözleri derin
bakıp da çıkamazsın

Hülya gelir hasan gibilere sığınır
iyi ki de gelir
sırılsıklam eder adamı terden
bakışlarıyla
hülya gündoğumu gibi doğar
otogarın üstünden
dokunmasa da deler geçer
ve bilir onu taşımak isteyenleri
sağdan sola, soldan sağa
olmadı yukarıdan aşağıya,
aşağıdan yukarıya
hülya bu nerde olduğu belli olmaz
ya da hasan gibi
görünmez bir adam, ilk baktığında...

17 Haziran 2009 Çarşamba

Sevgilim Deniz;


Bunu sana yazıyorum; neden sana böylesine sevdalıyım? Neden kirpiklerimde bıraktığın tuz izi hem bu kadar ince hem böylesine kalın? Ah sevgilim deniz... Beni koynuna al, sabahlara değin sar beni...Derinliklerinde kaybolsun ellerim, gözlerim daha da yansın tuzunla: başımı çıkardığımda güneşe, gerilsin yüzüm.. Ah sevgilim deniz; bırak da dalgaların geçsin pürüzlü tenimin üzerinden.. Taşı beni, bir ölüymüşüm gibi. Sana bıraktım kendimi; kıyılarına çıkayım; sıyrılsın bacaklarım kabuklarından..kıyından izleyeyim seni, enginliğini... O asil ve gizemli halini gece boyunca. Ah sevgilim deniz; öyle özledim kikokunu, yumuşaklığını, türlü tarifsiz hallerini... Kıskanmam ben ay ile sevişmelerinizi, izlerim yine o dokunaklı birleşmenizi... parıldayarak süren ateşlenmenizi... Ah sevgilim deniz, ufak bir adana fırlatsan da beni, gitmiyor gözümün önünden sonsuzluğun... o sonsuzluğundan yer yüzüne fırlatılmış bir kum tanesi gibi...

Ah deniz, kıyım ol sevdiğim ol, uğruna yazılar yazdığım ol, şarkıların notaları ol.. Ağlamaklı bir not ol, küçük bir teneden rüzgarla uçuşan. Ah sevgilim Deniz, ne yap et, beni senden uzakta bu karaya bırakma...muhtacım koynunda oynaşan çocukların cıvıltısına... kıyılarında yalandıkça yuvarlaklaşan ve pürüzsüzleşen taşlarına.. Ah deniz bir bilsen ne kadar muhtacım sana

şimdi, tam şu anda ankara'nın ortasında
sensiz boğulmak ne fena; hem de çok fena...

hayallerin yine ıskalamıyor beni, seni anımsatan bir şarkıyla..
ah sevgilim deniz, ıslat beni tüm aşkınla...

14 Haziran 2009 Pazar

Telepatik Matematik

bırakma beni gecelerinde
düşlerinle ve dokunamadığım ellerinin anısıyla
bırakma gözlerimi bir kenarda unutulmuş
notlar misali

belki bir aynanın kenarında
her gün bakıp görmediğin sararmış bir kağıt gibi;
bırakma ve akma içime bir tüpten damla damla
süzülen serum misali

bırakma damarlarımda izlerini
incinmiş gibi sızlayan eklemlerime
bir dert daha katma dokundukça
çocuklukta sıyrılan dizler misali

bırakma beni bir tek senin anladığın sensizliğimle
kelebek konmuş seni beklemeyi çizdiğim resmin sağ gözüne;
dedim ya bırakma;
yoksa bir sen bir ben kalırız
şu dünyanın nereye döndüğü bilinmeyen seyrinde
ki sen de benin içinde
bilineni hiç bilmemek misali...

gözde ç. / 14 haziran 09

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Çalışmak istememek

gün geçiyor saatler geçiyor. ve yıllar geçiyor. bu kez saçlarımı kestirdiğimde küçüklüğüme dönmek yerine yaşlarca büyüdüm sanki; kırıklarımı değil, yaşlarımı aldım geriye, saçlarım kesildikçe

şimdi iş yerinde önümde sarı meyve kabı-içinde biraz önce canlı duran yeşil can eriklerinden geriye tuz taneleri kaldı. önümde telefonlar, siyah klavye, eski monitör sıkılmanın doğasıyla mücadele ediyorum. Her müzik dinlediğimde olacaksa bu isteksizlik ya da her isteksiz olduğumda müzik dinleyeceksem notalara asmalıyım kendimi.

iki şarkı yoldan çıkardı beni
ne iş ne güç
ne klavyelerine hızlı hızlı dokunan çalışanlar
sadece ufuk var
gün batışı renginde

5 Mayıs 2009 Salı

Uçuşacak saçlarım yok belki;ya da tan yeri kızıllığım saçlarıma dolanan,bir güvercinin ürkekliğiyle camın birine çarpmış gibi;korkarak,ve haliyle acıyarak çarpmanın hızındankanatlarım rüzgarın hızıylatüyler bırakıyor topraklaramorlu pempeli ve kızıllı-çıplak topraklara-siyahları içinde "yüz yıllık yalnızlığın"gerçeğim büyülü,büyüdü gerçeklerim büyülügüneş yüzümü yakmış,yağmur ayaklarımıellerim üşümelipulsuz mektupların gizli pulları gibiheyecandansatırlar arasına gizlenmiş hikaye kahramanlarınınisimleri kadar yalnızlığından Gözde 05 mayıs 09

bugün böyle hissettim-hissediyorum

1 Nisan 2009 Çarşamba

kaotik ve güzel bahar




bir ayı aşkın bir süredir yazmamışım. dağınık yazıları toparlamak pek işime gelmiyor da olabilir. orda burda kenara köşeye sıkışmış, iliştirilmiş cümleler, duygu parçacıkları... söyleyemediklerimizi mi yazarız yoksa yazdıklarımızda da söyleyemediklerimiz mi var? bir metni metin yapan; içindeki kelimelerin yanı sıra kelimelerin ardında gizlenenlerdir belki..


şu an aşkın nur yengi'nin eski şarkılarını dinliyorum da, onlar da ne çabuk eski oluvardiler bu arada- ya da hakikaten şarkıda dediği gibi, "ömrümüz bir su, içiyor yıllar" ya da artık eskisi kadar cesur olmadığımız sevdalar... "halim yok" diyor ya şarkıda, çılgınlık diyor.. geriye dönüp baktığımda çılgınlık olduğunu bile bile atıldıklarım, yaralanmalarım, kor ateşlerden serin sulara atlayışlarım... her seferinde daha da büyüdüğümü hissediyordum; şimdi yaşlanıyorum sanırsam..ilkokulda klip yapıp söylediğimiz şarkılar hayatlarımız olmuş da haberimiz yok. bir süre sonra hayatı korkular yönetiyor zaten. aslında insan yaşlandıkça belki korkuların esiri oluyor. ya da kurulu hayatları kendi hayatında denemek istiyor. düzen istiyor ve geri kalan her şey çılgınlık geliyor, çılgınlık kalıyor. ne bileyim...




"karanlığın içinde yandı gözbebeklerim
ilk önce gözlerini gördüm
ılık rüzgarlar misali sesin deydi tenime
belki bin defa yanıp yanıp söndüm
bir yanda sen, bir yanda tövbeler
bir yanım karşı koyar, bir yanım ister
serserim benim deli dolu sevgilim
kor gibi sıcak, ya da sular gibi serin
gelme uzak dur, korkuyorum çok
çılgınlık bu halim yok"

bahar geldi. bugün odtüde ışıltı vardı, cıvıltı vardı... insanlar çimlere yayılmıştı. sanki hiç savaş yok, ölüm yok ve çaresizlik yok gibiydi...bahar belki bu yüzden güzel. avuçlarında kır çiçekleri bitsin istiyor insan. bahar doğum gibi, susamış çiçeklere su vermek gibi, ne bileyim, bir bebeğin ilk kez anne demesi gibi.. anılarla dolu sonbahar yapraklarının toprağa karışıp yemyeşil yaprakların çıkışında ağaçlarda çıkan ses gibi...tıpkı toprağa karışması gibi sonbahar yapraklarının, anılar da yeni çıkan o yemyeşil yapraklara aslında can vermiyor mu? renkler gibi, bir tuale ilk kez sürülmüş yağlı boyanın parlaklığı gibi, bir kahve fincanına pencereden sızan gün ışığı gibi... sanki hiç bir şeyin sırası değilmiş gibi, ya da tam aksi...baharda doğduğumdan mıdır nedir, baharda sevmek, baharda dirilmek, ve zamanı geldiğinde güneşli bir bahar gününde ölmek istiyorum. bahardan sonbahara, sonbahardan bahara... ikisi de birbirini içinde taşıyor. yinelendikçe..




...geçen gün, aldım elime fotoğraf makinamı kuğuluparka yürüdüm ordan kızılay'a. herhalde baharın en belirgin özelliklerinden biri de annesinin ya da babasının elini tutan, balon görünce sevinen, nasıl oynayacağını bilemediği parktaki oyuncakları keşfetmeye çalışan çocuklar... en çok ellerle hareketleri ve hayatları idare ediliyor..işte böyle bir fotoğraf paylaşacağım sizlerle. pazarda yanlışlıkla babam zannedip elini tuttuğum çocukluğuma dair korkudan çok, elele tutuşulan sevgiler için...
sahi ya neden sevgililer el ele tutuşurlar yürürken? ne zaman çıktı bu el ele tutuşup yürümek acaba? eller ve gözler... değil mi ki zaten bütün şiirlere izlerini sürsünler?






işte edip cansever'den "gözleri" şiiri:

Sanki hiçbir şey uyaramaz içimizdeki sessizliği
Ne söz, ne kelime, ne hiçbir şey
Gözleri getirin gözleri.
Başka değil, anlaşıyoruz böylece
Yaprağın daha bir yaprağa değdiği
O kadar yakın, o kadar uysal
Elleri getirin elleri
Diyorum, bir şeye karşı koymaktır günümüzde aşk
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi.
....


neyse işte bu gecelik bu kadar kafa karmaşası yeter heralde. nisan ayınız kutlu olsun, güzel geçsin... (00.42)

24 Şubat 2009 Salı

yor(ul)mak

sen beni
ben seni yorarken
ve hep -yor lu karamsar renginde
bedenimin yarısından fazlasını kaplayan perde
çekildiğinde geriye
kamaşır tenhalık
ve silinmemiş camlardaki izler çıkar
karşıma
kimi kuş pisliği,
kimi kar tanesi
bırakayım da ısınsın bir kez
güneş sızsın; pervazları
yeni silinmiş
kemiklerime...

14 Şubat 2009 Cumartesi

direnen yaratıcılık...

bir ilaç;
beyaz küçük oval bir hap
doz doz doz
sürüklenirken..

ona güvenme
yağmur suyunu yemiş bir gecekondunun
duvarı kadar delik deşik
ve yıkılmaya yüz tutmuş
şimşekler arasında
tenha bir sokak lambasının
titrekliği kadar
dirençsiz bacakları
ve çelimsiz kollarıyla
orda duruyor
dolmuşta arka sıradan para uzatan
ihtiyarın damarlı elleri gibi
buruşuk bir hatırada;
bir oyuncak bebeğin
dokunulmamışlık kokusu
boyalı saçlarında
akışkan bir rüya gibi
yapışan..

direniyor kucağına aldığı
fotoğrafsız bir karenin
flaşsız burukluğunda,
kendine rağmen
topraksız bir kuraklık
tenhalığında

5 Şubat 2009 Perşembe

çiçek ve ben

Benimle yaşıt olan açelyayı annem ben uzaktayken Gözde diye bakıyordu ve o çiçek birkaç aydır hasta. O mu ben yoksa ben mi o?

Yeniden açar mı baharda?
ve yeniden doğabilir mi, ölü yapraklarının arasından?

31 Ocak 2009 Cumartesi

BU-GÜN-OL

bugün olmadı
olmadı bugün
ve ne içim kuru bir dal gibi yalnız
ne dudaklarım damağım dilim kuru
susuzluğundan
ne de ağladım nefesim daralırken
sokaklarında terk edilmiş bir sabahın...

sekiz otuz beşte odamın penceresinin kenarında
ciyaklayan bir martının
camlardan geçmeyen sesi kadar
çaresiz;
sadece baktım
ve benden geriye
parmak izim kaldı camda
ve senden; bir siyah zeytin çekirdeği
kahvaltı masasında...

Gözde Ç.

30 Ocak 2009 Cuma

neden yine yeniden yolculuk?


Yollar yollar yollar...

Bir biletle başlar her şey. Belki çok daha öncesinde. Bir düşünce düşer beyninizdeki heyecan rahmine ve her kıvrımında ince ince dolanmaya başlar zihnimizin. Yola çıkma fikri neden bu kadar caziptir? Kimileri için ürkütücü, telaşa düşürücü, hatta günler öncesinden endişeye sebebiyet veren yolculuk, kimileri için dünyanın en karşı konulmaz duygusu aşk gibi heyecan vericidir? Bugünkü konumuz bu sevgili okuyucularım.
Yola çıkmak, yolda olmayı benimsemektir bir bakıma. Yolda olmak hareket halinde olmaktır. Durmamaktır. Huzursuzluktur. Bilinmezliğe gebedir, karşılaşmalara ve tanışmalara... Zorlamadır bir anlamda; bedeninizi ve bedeninizle birlikte giysilerinizden çok sizi saran hayallerinizi, hayal kırıklıklarınızı, içinizi alt üst eden kasırgaları da alır yola çıkarsınızdır.

Yoldayken herkes bir başınadır. Bir başınalık yoldayken mi caziptir-herkese karşı bu kadar korumasız ve herkese karşı bu kadar açıkken...

Yalnızdır yollar da, çünkü yalnızların geçtikleridir onlar... Değiştikçe mekan, yalnızlığı da değişir insanın.. Her kilometre başka bir yalnızlık, başka bir ufuk getirir. Ay bir sağınızdadır, bir solunuzda yolculukta... Güneş doğar da batar da. Ve belki bir gün, biri çıkar yan koltukta. Siz 39, o 40 numara. Ve değiştikçe yalnızlıkları örtüşebilir. İşte belki yollar bu yüzden caziptir. En saf halimizle açıkken dünyaya, BENi BEN gibi gören birini görme olasılığını yaşattığı için...

Haydi Yeniden yollara...