30 Aralık 2010 Perşembe

dol-muş-tan istasyona...

Cüzdanımda fotoğraf taşıdığım yıllardı. Cüzdanın yıpranmış plastiğinin arasından annemin siyah beyaz yüzünden plastiğin dışına çıkan tek şey gözleriydi. Yıpranmış plastiğin kırılmış, çizilmiş halleri bile annemin güzelliğini kırıştırmıyordu. Saçları özenle taranmış ve ışığı yansıtmıştı. Dolmuşta, Zeki Müren dinleyen şoföre para çıkarmayı çalışırken annemin yüzünü görmek çekmecede annemin eşyalarını karıştırıyormuş hissi verirdi. Annemi kaybedeli üç yıl olmuş, fotoğrafını cüzdanımda taşıyalı ise 13 yıl olmuştu. Ben 31. Annem yaşasaydı 62 olacaktı. O gün, dolmuş yokuş aşağı hızla ilerlerken Chevrolet marka uzatılmış dolmuşta yanımdaki kadına yanaşır gibi oldum. Dizleri tedirgin bir şekilde hareket etti. Boynunu hafifçe sarstı. Saçlarının kokusunu dudyum o an. Belli belirsiz, sabunu andıran bir kokusu vardı. Karnına kadar inen koyu kırmızı yün şalına sağ eliyle dokundu. Dolmuşun deri koltuklarında öylesine sıkışık bir halde oturuyorduk ki bu kış günü bacaklarımın oturduğum yere sığmaması bir yana, kadını bu ani ve istenmeyen fazladan temas sayesinde ürküttüğüm için canım sıkıldı. Elimdeki cüzdanımı parkanın cebine koymak için hareket yapmaktan ürkek cüzdanımı gergin ve çatlamış ellerim arasında tutuyordum. Yanımdaki de ellerime bakarsa, uzun parmaklarımın kesik kesik çatladığını, tütünden sararmış tırnaklarımı ve sol işaret parmağımdaki kağıt kesiğini görecekti. Bakışları yerdeydi.
Suratımı anımsamıyorum. O gün de anımsamıyordum. Herhalde sakallarım uzundu, başımda Eminönü'nden alınmış Kastamonu'lu bir ustanın yaptığı lacivert kasketim, üstümde taba rengi parkam olmalıydı. Zira, o günlerde üzerimde bir tek bunlar vardı. Ayağımdakileri anımsamıyorum. Sadece ellerimi anımsıyorum. Çünkü uzunca bir süre onlara baktım. O sırada Zeki Müren şöyle söylüyor, dolmuş şoförü de direksiyon üzerinde eliyle ritm tutuyordu. "Her akşam güneşin battığı yerden/Her akşam güneşin battığı yerden/ Gözlerin doluyor gecelerime" Bu satırlar tekrarlandıkça iyice kararan havaya bakıyordum. Saat öğleden sonra üç civari filan olmalıydı ama yarabbim bu ne karanlık. Sanki yol da uzadıkça uzuyordu oysa bildiğim en kısa yoldu. Bir yağmur kopacaktı. Öteden bir yerden vapur sesi geldi. Hiç sevmediğim kış günündeydim.

Yanımdaki kadın bakışlarını yerden kaldırmıyor, koyu kahve saçlarından koyu kırmızı şalına dökülmüş ve orda kalmış saç tellerine bakıyordu. Ya da ben bakıyordum. Derken "müsait bir yerde" diye koyu ama bir o kadar da çocuk hafif titrek bir ses duyduk. Ya da duydum bilmiyorum. Dolmuş irkilerek durdu çünkü şoför "çileli doğmuşum zaten ezelden/ hasrete alıştım ne gelir elden/ yaşlı gözlerime baktığın yerden/ gözlerin doğuyor gecelerime" diyor kimbilir hangi gözlerin doğuşunu izliyordu. Bense o vakit birinin gözlerini gördüm. Umutsuzluğun hiç batmadığı bir yerdeydim. Yüzümü bile anımsamıyorum çünkü sanki o günlerde yüzüm yoktu. Ya da karmakarışık bir şeydi bilmiyorum. Birinin gözlerinin içine bakmayalı da çok zaman geçmişti. Nasıl oldu bilmiyorum ama o daracık dolmuşta hareket eden yanımdaki kadın birdenbire dolmuştan inen kız ve sonra birdenbire peşinden gitmem gereken biri oluvermişti. Sanki bu yolculuğa beraber çıkmıştık da ben inmeyi unutmuştum ya da ne bileyim o bana şaka yapmıştı da beni ortada bırakmıştı ya da tuhaf bir hal vardı esrarengizlik yapıyorduk. Koyu kırmızı şallı kız dolmuşun kapısını krem rengi file eldivenlerinin içindeki narin sağ eliyle kapatmaya çalışıp sol elinden yardım aldığı anda dolmuşun içine tekrar bakmış ve o an ben onu görmüştüm. O da beni. Ya da ben sandığı şeyi gördü. Şoför yeniden pedallara bastığında elimdeki kahverengi cüzdanı yere düşürmüştüm. Zaten oturmakta güçlük çektiğim yerde eğilmenin ne denli güç bir iş olduğunu düşünerek işimi daha da güçleştirecek o anda anlamadığım ve şimdi de hiçbir akıl erdiremediğim bir tavırla "İneceğim" dedim. Adam: Burda mı? dedi. Aptal bir hal ile: "Tabii burda"dedim. Cüzdanı nasıl bulduğumu anımsamıyorum. Annemin siyah beyaz yüzünün olduğu fotoğraf kağıdını orda düşürmüş olduğumu da zaten saatler sonra fark ettim. Adam bir hasbinallah diyerek kirli sakallarının arasından aynadan bana baktı. Sanki dolmuşçuluğun zorluğundan değil de onu yolculuk ettiği gözlerden uzaklaştıran bu kızdan sonra bir de benim densizliğime tahammül etmek zorunda olduğu için o an benden nefret etti. Neyse umrum değildi. İndim. Ortada ne kız vardı ne de herhangi biri. Nerde olduğumu bile bilmez olmuştum. Bi an kaşımın sızladığını hissettim. Sağ şakağımdan ılık bir şey akıyormuş gibi geldi. Dokundum. Çatlak ve kurumuş parmaklarıma kan bulaşmıştı. Kaşımı nasıl yardığımı anımsamıyordum ama üç gün olmuştu. Kadıköy'de bir kavga sırasında ya da evdeki uyurgezerliğim sırasında veyahut da ayakkabımı bağladığım sırada portmantonun dolap kapağına çarpmış olabilirdim. Umrum da değildi. Sadece elime bulaşan kanı temizlemek istiyordum. Mendilim de yoktu. Niye indim? Nereye gidiyordum. Bilmiyordum. Dolmuştaki diğer insanları da hafızamdan silmiştim. Nerden bindiğimizi de unutmuş gibiydim. Yolun karşısına baktığımda Devlet Hastanesi'nin karşısında durduğumu farkettim. Hasta mıydım? Ama ben buraya gelmeye çalışmıyordum ki. Yol yokuş aşağı ilerliyordu. Yokuşu takip ettim. İlerlerken yolda bir reklam panosunda italik tombul bir karakterle "Mutlu Yıllar" yazıyor altında da bir kaç ajanda resmi duruyordu. Bu kırmızıyla yazılmış iki kelime ıslanmış, ilan panoya iyice yapışmıştı. Bugün ayın 31'i olmalıydı. Yürüyordum. Yağmur yağmıyordu ama sanki yağmış da saçım ıslanmış gibi hissettim. Oysa şapkalı değil miydim? Hastane'de doğum yapan kadınları düşündüm. Acaba o? -Şimdi "o" olmuştu- Buraya ne için geldi? Yılın bu gününde yalnızca bir hastanenin olduğu bir yere insan ne için gelirdi? Hasta bir yakını mı vardı, çocuğu? sevgilisi? annesi? Babası? Ya da ablası doğum mu yaptı? Ya da acil mi geldi? Ama öyle bir hali de yoktu. Burada mı çalışıyordu? Doktor muydu? Hemşire mi? Ya da hastabakıcı? Ya hiçbiri değilse. O hiçbiriydi. O muhtemelen hiçbiriydi. İlerledim. İlerledikçe Zeki Müren'in şarkısıyla gün batımı birbirine karışıyordu. Denizi gördüm. Trenleri. Rayları. Köprü altını ve çocuklarını. Beynimin durmasını istiyordum. Kaşım soğuktan sızlıyordu. Dışardan bir berduş gibi göründüğümü farkettim. Kan elimde kurumuştu. Elimi cebime soktum. Kendimden tiksindim ama yapacak bir şey yoktu. Sokaklar boştu. Oysa eğer bu gün 31 Aralık ise cıvıl cıvıl olması gerekmez miydi? Yürümeye devam ederken bir taşa takıldım. Küçük çakıl taşını ayağımla kovalıyordum yoksa o mu beni kendine çekiyordu onu da bilmiyordum. Soğuk burnumun ucunu dondurmuş gözlerimi de acıtmıştı. Parkamdan içime bir hoşluk içinde yayılan soğuğa aldırmadan ilerliyordum. Boş bir adam olmayı becerdiğim için kendimle gurur duydum. Tren raylarına uzaktan bakan bir köprüde durdum ve uzun uzun trenlerin istasyona varmasını bekledim. Köprünün merdivenlerinden aşağıya kendimi bıraktım. Koştukça koşuyordum. Takip ettiğim biri varmış gibi, yolculuktan gelecek biri varmış gibi, yavaş yavaş çöken akşama karışan yorgunluğumu sonlandırmak için daha da çok koştum. Koştukça heyecanlandım. İstasyona sanki bir çırpıda vardım ve üç yüz oynayan çocuk görmüş gibi oldum. Yaz kokuları yükseldi içimden. Oysa kimsecikler yoktu. İstasyonun saati yanlış göstermiyorsa ve tren yanlış bir zamanda yanlış bir tarihte yola çıkmıyorsa dolmuşa bindiğimden bu yana bir yıl geçirmiştim! Bir yıl. Saate bakakaldığım o an istasyonun aynalarına gün batımı ışıkları yansıyordu. Vücudumu çevirdim. Karşımda deniz duruyor- ve insanların adımları donuyordu. İstasyonun anonsunda ise şöyle diyordu:
Dikkat Dikkat!
"Ne mektup geliyor ne haber senden
söyle de bileyim bıktın mı benden
her akşam güneşin battığı yerden
gözlerin doğuyor gecelerime..."

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kapıyı aç saatler boyu essin rüzgar. Saçlarım yüzümde dolanırken zaman zamana karışarak seni beni bulsun. O “sen” dediğim hep değişirken hep aynı kalmayan “ben” ne bencilliktir ki hep “sen”i değiştiriyor. İşte şimdi o günlerden biri…” Sen, ben değirmenlere karşı, bile bile birer yitik savaşçı/ Akarız dereler gibi denizlere…”


Üstüme bayramlıklarımı almaya gidercesine bu kez annesiz babasız kendi kendime heyecanla uyandırıldım uykumdan. Öyle ya heyecanlı bi gün. Bekliyorum ailemi, sanki tanımadığım insanları davet etmişim de yıllar sonra o malum “ben” le yeniden tanışmalarını bekliyorum. Büyüdüm demek istiyorum. Bakın ben BÜYÜ-M-ÜŞÜ-M! Belki yüzümdeki çizgiler o kadar belirgin değil, belki sesim daha da kalınlaşmadı ama var bende bi büyüklük. Ben bile çözemedim bakın ama sabahın köründe “siyah pabuç” diye yırtınarak topuklu pabuçlarımı ayağıma geçirdiğimde anladım var bende bi değişiklik. Siyah beyaz çizgili bluzum altında bana da değişik geldim “ben” ilk bakışta. Olsun dedim, garip bir hüzün var içimde, çizgili hüzünler tıpkı yıllar gibi birbiri ardına dizilmiş çizgiler vücudumu sarmış. Biri siyah biri beyaz. Yıllar gibi. Siyah-beyaz-siyah-beyaz…si..be..si..Giyindim, kuşandım. Aynaya baktım. Vakit gelene kadar gözlerime birkaç kez kalem çektim. Bir oraya döndüm bir bu yana. Nihayetinde geldi annemler. Arabadan sıra sıra indiklerinde onları karşılıyordum, üzerimde garip bir yorgunluk. Bir ağırlık ki dilime sözcükler gelmiyor. Otellerini bulmak için yanımdan ayrıldıklarından, koluma da bir beyaz çanta geçirerek birkaç telaş atlatarak tanışma fasıllarını atlattıktan sonra daha da yorgun belki biraz da uykulu topuklarımın taşların arasındaki çamurlara, çime saplanmasına şaşarak yürümeye çalışıyorum. Cübbem üzerimde sessiz sakin salınıyor. Bir tek sarı kuşağı kendime benzetiyorum. Ben-im-semeden üzerimdekini, uzun kolları arasından ellerini ilk kez keşfeden çocuklar gibi ellerimi çıkarıyor, arada bir saçımı düzeltiyorum. Sıkkınlık mı gerginlik mi anlayamadığım bir hal var diyorum ara sıra “Somurtma be Gözdecim” diyor birileri, “Bak mezun oluyoruz!” Hafif bir gülümsemeyle başımı diğer yöne çeviriyor, suratımın aldığı şekli dişlerimi sıkarak hissediyorum.

Bir bekleyiş, tören başladı annem siyah beyaz kıyafeti içersinde göründü, üç kuşak kadın siyah beyaz giymişiz. Annem, nenem ve ben. Asabi tavrım üstümde bağır çağır konuşuyorum. Herkese öylesine uzağım ki sanki ne annemleri ne arkadaşlarımı tanıyorum da beni koymuşlar bir yere, yürüyeceğim, neşeleneceğim ve diplomamı alacağım. Kafamdan hatıralar silinmiş, direnişe geçmiş bekliyorum. Hayır şimdi değil, ne olur şimdi bana saldırmayın anılarım. Ne olur, şimdi değil…Yine bekleyiş, yine bekleyiş. Bir tuhaflık var üzerimde. Ayrı gayrı düşmüşüz yakın olduklarımla. Cadı olmaya karar vermişiz ya bölümce, cadı şapkam üzerimde bir o yana bir bu yana gidiyorum. Baş ağrısına, artan mide bulantısına ve açlığıma kulak vererek lise mezuniyetim geçiyor gözlerimin önünden bir an. O gün de yemek yememiştim diyorum. Derken bir fotoğrafçı kareliyor mezunları, beni de çekin diyorum. Tek başına. Bu tek başınalık bende bir tutku olmuş diye geçiriyorum aklımdan. Gülümsüyorum şapkam başımda. Hafif güneş vurmuş yüzüme, akşam saati. Ortalık yavaş yavaş serinliyor. Ben gittikçe üşüyorum cübbemin içinde. Şimdi çıkarım koşmak her şeyi terk edip diyorum içimden. Kaçsam…Rektör konuşuyor, tek kelimesini duymadan duruyoruz. Duysak anlar mıydık orası da ayrı ya, neyse..O, bu, şu derken. İşte zaman geldi çattı. Kapılar açıldı, aileler sahaya! İyice gerginim şimdi? Ya kaçırırlarsa diploma alışımı ya yetişemezlerse? Uff uff! İstemiyorum. Bitsin artık, sıkıldım. Buraya gelin! Ya sarı tabela diyorum niye anlamıyorsunuz? HMM, ben mi yanlış yerde duruyorum? Ya nasıl olur, delirdiniz mi? Ya sarı tabela diyorum sarı! Sosyoloji yazıyor işte oraya gelin!

Geldiniz. Bulduk birbirimizi. Bir sinir bir telaş. Size de yansıttım kusura bakmayın. İşlemiyor işte o tek başınalık bu vakitlerde. Kaçamadım da, sinirimi sizden alıyorum. Gözyaşlarım patır patır düşüyor yere tıpkı düşler gibi kırık cam parçacıklarını andıran. “Niye böyle yapıyorsun kızım? Neyin var?” Başım ağrıyor… Gözde Çerçioğlu. O BENim. Birkaç adım sonra o birkaç saniyelik duruş ve pozla diplomamı almış olacağım. Sahte bir sırıtış. Kendimi dışardan izlemekten yorgun düşmüş bakışlarımla gözlerimi kapatıp kendimi de kapatmak istiyorum. Nafile…Bu curcuna da…Tebrikler, fotoğraflar… Hepsinde gözleri ıslak ve kırmızı gözlü çıkmışım…

Artık mezunum. Kimliğimle birlikte öğrenciliğim de öğrenci işlerinde kalıverdi. Hem de sırayla teslim ettik öğrenciliğimizi. Hayatımızdaki her kimlik gibi birileri tarafından verilip birileri tarafından elimizden alındılar. Hayat şimdi başlıyor diyor babam. Hayırlı olsun diyor bir kişi. Hayırlısı olsun. Kaygılanma diyor bir diğeri, kaygılanma derken -ma yitik, kaygılan baskın çıkıyor. Buruk buruk çarpıyor kalbim ayrılacaklarımı düşündükçe. Yine dayanıp adımlarımı kulağımdaki müzikle attığım yollardan geçip gözyaşlarımı bırakmadım, öykülerimi yazdığım gece yürüyüşlerini yapmadım, sevdalarımı bıraktığım ağaç diplerini, kızıl sonbahar yapraklarını, kalp şekilli sarmaşık yapraklarını okşamadım, sevdiklerimi geleceğin ayrılığıyla öpmedim. Yine dayanıp…Vedaları “ve daha” olarak anlayıp ellerimi geleceğin burukluğundan sallamadım. Yine dayanıp yazdım, dayanmak için yazdım. 2005 ODTÜ Mezunu kızınız, öğrenciniz, arkadaşınız, tanıdığınız, sevdiğiniz, unuttuğunuz, birimiz, hepimiz…mezun kimse:



ütülü cübbenin altında dik durmaya çalışan bedeninin titremesiyle kendini belli edendir mezun, bikaç fotoğrafa yıllarını sığdırıp hüznü koklayandır, yalnızca birkaç kartını değil öğrenci kimliğini kaybedendir, olma durumlarından biri eksilendir, tören kağıdındaki sıfattır mezun, diplomadaki isim, dudaktaki titreme, gözdeki seğirme, şakaktaki eldir mezun..düşüncenin ortası, kapısızlığın kapısı...öyle işte...

Sevgilerimle,

Gözde

21 Aralık 2010 Salı

ay tutulurken... göklerde aramaya devam mı etmeli?



Bugün Amerika kıtası 456 yıl sonra 21 Aralık gündönümü ile Ay tutulmasını aynı anda yaşıyor(muş). Ay tutulması denince benim tüyler diken diken ve astrolojim tavan yapıyor. Niye derseniz yıllarca ay manyaklığı olan birisiydim. Odamın tavanına gökyüzü haritasını açıp takımyıldızı benzeri fosforlu yıldızlar yapıştırıp ortasına da hilal ayımı yerleştirmiş, oda aydınlatmamı da satürn vari seçmiş idim yıllar önce. Yatağımdan ilk kalktığımda gördüğüm ay şeklinde aynalar ve kenarında ay olan fotoğraf çerçeveleriydi. Bir de dore, bir arkadaşımın Venedik'ten getirdiği alçıdan ay odamın en güzel yerinde asılıydı. Elbise dolaplarımı içinde de lise yıllarımdayken hocalarımın yeşil filtreyle çektiği bir ay fotoğrafı dururdu. Zaten pek çoğumuz az biraz şiir, edebiyata meraklıysa bu gök cisimlerine ayrı bir sempati duyar yıldızların konumundan yalnızılığına atfeder, ayla güneşi sevgilelere benzetir falan filan. Şimdi biz de böyle yıllardan geçtik elbet. İçinde ay geçen şarkıları ezbere bilip, mehtaba daldık. Gelgitleri izlerken sevgili düşünüp, tutulmalara hapsolup daha da tutulduk. Fakat ay benim için ilk gizemini, şanslı geçirdiğim lise öğrenciliğim sırasında kaybetti. Çünkü ona teleskopla bakma şansına erişenlerdendik. Teleskop firması sağ olsun böyle çok tanıdık bildik simalara kataloğunda yer vererek bir de onları numaralandırmıştı. Teleskop- biraz da büyükçeydi- açıldığında uzaktan kumandasından bu gök cisminin kodunu tıkladığınızda kendiliğinden ayı bulurdu. M45 miydi neydi yanlış hatırlamıyorsam. Bas M 45'e ay çıksın karşına. Oldu mu şimdi ama? Biz onu efsane yapmışız "güneşim, ayım sana ışık olsun" demişiz- bi anda gözlem objemiz oluyor. Olmadı tabii olamadı. Sonrasında daha geceler boyu damlara tırmanıp, doğuşunu görüp şaşırdım. Mahzun halimi, ağrılarımı ona bağladım. Ah dolunay! Şimdi ay tutulmaları haber olup geçiyor, çok çok astroloji sistelerinde burcumuz üzerinde dönerek hayatımızı kurcalıyor. Ben yine de bu şehir karmaşasından uzak bir yerde olsam bütün gece onu izler, yeniay vakti de yokluğunda özlerdim. Ufuksuz bir şehirde yaşıyorum artık malum. Ay dediğini Bugün de şu tutulma haberlerini okuyunca aklıma bir anım geldi. Paylaşayım dedim. Söyledim ya şanslı bir öğrencilik hayatım oldu ve lisemizde teleskop, müfredatımızda da seçmeli bir astronomi dersimiz vardı. Kartal nebulası senin, cassiopea benim kadir cinsinden parlak çocuklardık. Şansa bakın ki okulun teleskobunun bulunduğu kubbenin tepesinde pek çok kızdık. Bir gece böyle terasında kubbenin yıldızları gözlemliyoruz. Işık kirliliği yaşamayalım diye de aysız bir gece. Yani çokça da aydınlık değil. Böyle üç dört kız göğe bakıyoruz. Teras da öyle çok yüksekte değil. Okul da böyle-şimdi biraz değişmiş olsa da- kendi halinde insanların ve delikanlıların yaşadığı bir mahallede. (Önceden yoksul evler de vardı şimdi sokak okulun oldu ay balam) Biz bakarken aşağıdan da delikanlı sesleri yükseliyor. Anneannem gözlem yapan beni gözleme yiyiyor zannediyor öyle bir çağdayız zaten. Neyseciğime bu oğlanlardan biri ansızın bağırmaya başladı:




" Kızlaaaaaaaar! Kızlaaaaaaaarrr! Göklerde aramayın la boşuna. Biz yerdeyiz"


Bu da böyle bir anımdır.


Göklere selam olsun!

14 Aralık 2010 Salı

küme küme bulutlara bakan kümülatif hayatlar üzerine...

Bugün sevdiğim üç kelimeden birinden söz edeceğim. Bu üç kelimenin ortak özellikleri "k" harfiyle başlamaları ve üçünün de Fransızca kökenli oluşu. Onun dışında benim için ortak yanı üçünün de hayatı anlamak açısından temel nitelik taşıması.
İlk kelimemiz kümülatif. Bu sözcükle yaşadığım yoğun temaslarım Üniversite 2. yılıma tekabül eder. Malumunuz bir sosyal bilimci olarak eğitim/öğretim hayatınızın bir noktasında istatistik denen ve sayılarla yaşayan bir bilimle yüzleşmek zorundasınızdır. Velhasıl bizim de o zamanlar YÖK Başkanı olmayan ve purosuyla tanınan bir istatistik hocamız vardı ve mean, median, mode hayatımız akıp giderdi. Bu sırada bu kümülatif sözcüğü hayatımıza girmişti. Kelime anlamıyla sözcük Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde "kümeli" olarak tanımlanıyor. Benim için anlamıysa birikimli. Yani üst üste konan. Binen. Şimdi bu sözcük sayılar üzerinden anlamlandığında işin içine toplam vesaire birçok tabir giriyor. Ancak gündelik hayatımızda sözcüğü tanımlayacak olursak benzetmelerle açabiliriz. Tıpkı bir inşaat gibi son tuğlayı diğer tuğlalara bakmadan anlayamamak gibi. Son aşkı önceki aşklara bakmadan tanımlayamamak gibi, acı, mutluluk, heyecan gibi duyguların zaman içindeki anlamlarının deneyimler üzerinden değişmesi gibi. Bunların ötesinde günlerdir kafamı kurcalayan haliyle kümülatif sözcüğü, zihin, bellek, anlayış, kavrayış ve hafıza gibi pek çok sözcüğü de anlamlı kılan şey. Düşünsenize doğduğunuz andan itibaren birikimli yaşıyorsunuz. Kavradıklarınız, hayal kırıklıklarınız, anılarınız, aşklarınız kümülatif ilerliyor. "Artık akıllandım." "Şimdiki aklım olsaydı böyle böyle yapmazdım." "Tabii nerde bende o zaman o akıl" gibi ifadeler hayatı kümülatif yaşadığımız için anlamlı geliyor bana. Belki pişmanlıkları kendi kendimize affetmenin de bir yoludur kümülatif yaşamak. Çünkü bir önce yaşadığım olmadan bir sonraki olamazdı ya da en azından böyle olmazdı demenin bir yolu. Ya da tek Tanrılı dinlerdeki hesap gününü anlamanın bir başka yolu. Ne de olsa hayatta herkesin bir toplamı var ve hesap gören ve tek hesabı en iyi bilen tek varlık Allah olarak tanımlanıyor. Ve insanın "insan" olarak sorumluluğu da "hesap günü"nde ölçülüyor. Nerden bu noktaya geldim? "Sonra hepsi, gerçek sahiplerine, Allah'a döndürülürler. İyi bilin ki hüküm yalnız O'nundur. O hesap görenlerin en çabuğudur." (Enam -62- Diyanet İşleri çevirisi)
Eternal calculator- eternal digits- kaç basamaktan ibaret hayat? Bütün gördüklerim? Bütün sözlerim? Ve bütün insanların bütün gördükleri, göremedikleri, söyledikleri ve söyleyemedikleri kaç basamak? İşte o basamak sayısı Tanrı olmalı.
Bütün din kurgusu aslında bir "hesap" olgusu üzerinden işliyor. Hesap tutanlar ve hesap verecek olan insanlar arasındaki ayrım yaratan ve yaradılan arasındaki keskin çizgiyi bir daha derinleştiriyor. Bu hesap hayata dair kümülatif toplamdan başka nedir ki? Vay be ben bile inanamadım şu yazdıklarıma. Çıkarımlar falan yapıyorum. Hoşgeldin felsefe tarihi yandal öğrencisi Gözde- sene kaçtı? Ne biriktirdin o günden bu güne? Toplamda ne değişti?
Bana bu sözleri yazdıran çok sevdiğim kümülatif sözcüğüne...
Kümülatif:
(latif, fil, mülk, mal, at, fal, kül, ülkü)

Küme küme bulutlar kovaladı peşimi
yağmurdan korkmadım hiç
bu latif sokaklarda küllere sarıldım sen diye
ellerimde birikmedi hiç
ülküm oldun da yine gerçekliğinden şüphe duymadım hiç
fallarımda ne atlar çıktı da kısmet diye aldırmadım hiç
sonra bir fil geldi ezdi hepsini kaybolmadım hiç
yine küllerin üzerinden yürüyorum ve bir yağmur boşalıyor gökten
ah kımıldıyor uzaktan gölgen
oysa değmezdi "bu latif yere rüzgar"
hiç...
hiç..
hiç.

Toplamım kadar konuştum ve onun kadar sustum.
Gözde Çerçioğlu

13 Aralık 2010 Pazartesi

karda kalan kartallar bir karartı ararlar

İlkokul Beşteyim. Kendi okulumdan öğleyin ayrıldıktan sonra nenemin evine gidiyorum. Orada bir şeyler yedikten ve iki limon suyundan ve bolca şekerden yapılmış limonatamı içtikten sonra, teyzelerin " aaa bak gördün mü kız toparladı, iyi oldu" diyeceği kıvama gelmişim. İki-üç ve dördüncü sınıfı kilo açısından pek sorunlu ve çelimsiz geçirdikten sonra pek bir iyi halim. Neyse nenemin yanından, yarım saatte bir çalan saatinin ve geride kalan zamandaki boşluğun sesinden ayrılarak annemin Müdür yardımcısı olarak görev yaptığı Üsküdar merkezine yakın ilkokula gidiyorum. O dönemlerde annesi çalışan çocukların kendilerine uğraş olarak seçebileceği en garip şeyi yaparak sabahçı olduğum kendi okulumda öğrenim görmemin yanısıra annemin okulunda yine beşinci sınıf okutan başka bir öğretmenin dersine girerek öğleden sonra ikinci bir okul okumam. Ve daha da saçması anneme N. Öğretmenim diye hitap etmek zorunda oluşum.

Annemin okulda çiçeklerle dolu güneş alan bir odası vardı. Tırnakları kırmızı ojeli, gözleri daha bir renkli, döpiyesi pek şıktı. Odasından Ahmediye Caddesi görünürdü. Okulun bahçesinin görünmediğine sevinirdim çünkü ülkemizde okul bahçesi diye adlandırılan beton düzlüğün üzerinde bir okulda olmasını hiç düşlemediğiniz türden bir şey vardı. Bir mezarlık! Zaten okulun bulunduğu mevkiye de Kızlarağası Tabutçular Çıkmazı deniyormuş. Şu an öğrendim! Heyecanıma dur diyerek anlatımıma devam edeyim sevgili okuyucum. Bu mezarlık bildiğiniz okulun bahçesinin orta yerindeydi. İlkokul çocukları etrafında koşuşur, ip atlar, maç yaparlardı. Benim gibi çocukken çocuk olmayı beceremeyenler ise "bu kimin mezarlığı? " "neden burda?" "neden etrafı çevrili ve neden mezarın üstünde bir ağaç yükseliyor?" diye sorardı. Ama bu sorular o zamanlar org dersi aldığım M. Hoca'nın yokuşta duran eski evinde, 49 tuşlu Casio dizlerimin üstündeyken tek sağ el kullanarak İzmir marşı çalarken sorduklarımdan farklıydı. İşte bir okulun öğrencilere katabilecekleri okuyucu. Dha çocukken ölümü ve yaşamı sorgulatıyor. Neyse annemin odasını betimlemeye geri dönelim. Benim için "annemin odası" büyük çoğunlukla "annem" olarak hatıramda yer etmiş. O yüzden olacak ki şu an sadece annemin adının yazdığı Müdür yardımcısı yazan levhayı, annemin çiçeklerini, annemin baskı olsa o kadar güzel olamayacak yazısını, tuttuğu notları, tenefüslerde annem için gelip saçlarını traş ettirdikleri için şeker hediye edilen çocukları hatırlıyorum. Ancak, annemin odaasındaki en mühim objelerden biri daktiloydu. Bu daktilo çok acayip bir şeydi. Annem kırmızı ojeli parmaklarını M. Hoca'dan öğrendiğim org parçalarının hiçbirine benzemeyen bir ahenkle daktilo üzerinde gezdirdiğinde kendimi bu mahareten yoksun hissederdim. Şimdiki hoca/ öğretmen çocukları annelerinin/babalarının okullarına geldiklerinde nasıl bilgisayar oyunları oynamak istiyorlarsa ben de daktiloyu kurcalamak istiyordum. Annem o zaman bana bir kağıt verir kağıdı daktiloya yerleştirir. O tekerlekimsi yapıyı çevirerek kağıdın yerini iyice ayarlar- ortalar- bana hazır ederdi. On parmak yazmak için altın kural olan harflere bakmamak harflerin yerini kusursuz bir biçimde öğrenmekten geçiyordu ve bu kusursuzluğun en temel cümlesi sevgili okuyucum şudur: "Karda kalan kartallar bir karartı ararlar" İşte bu cümle her an bir eklentiyle çeşitlendirilse de "karda kalan kartallar mı karartı ararlar?" veyahut "karda kalan kara kartallar otluklara konarlar" falan olsa hayat felsefesi olarak zihnime yerleşmiş. Günlerce bu cümleyi tekrar ediyor parmaklarım, sesim, dilim, gözüm... Kartallar karda kaldıkların bir karartı arıyor ya insanlar? Nerden nereye okuyucu nerden nereye? Kar beyaz. Karartı kara. Kartallar kara. İnsanlar ak mı ola? Deniyorum deniyorum. Tık tık tık tık tık... Derken zil çalıyor. Okul zili. Haydi git arkadaşların oynarken, ya da anneleriyle evcilleşirken sen annenle büyük oyunları oyna sonra da ikinci kez okula git.

Haydi derse gir. G. öğretmen. G öğretmen hafif şişmancadır. İnançlıdır. Büyük memeleri vardır. Sınıfında sıralar birleştirilmiştir ve üzerleri her hafta birinin annesinin yıkadığı örtülerle kaplıdır. G. öğretmen çocuklara problemleri anlatmak istediğinde eğilir. Yanımdaki çocuğa bir şey anlatmak istediğinde onun kokusunu daha çok duyarım. Yanımdaki kızın adı Fatmadır. Fatma iri gözlüdür. Çok iri gözlüdür. Fatma korkaktır. Fatma çok yoksuldur. Fatma nenemin sokağının bitiminde şimdi yıkılmış ve yerine başka bir bina dikilmiş olan çatısı bile kırık evde oturur. Fatma G. Öğretmen'den çok korkar. Ben de G. öğretmen Fatma'ya bir şey yapacak diye çok korkarım. Çünkü Fatma çok zayıf. Fatma benim arkadaşım. Bağırma ona bağırma. "İkinci kez okula giliyor bu kız bak. Bak görüyo msuun nasıl çözüyo problemleri. Salaksın sen salak! Azıcık şu yanındakinden ders alsana. Azıcık kafanı çalıştırsana!!" Fatma'nın gözleri iri. Çok iri. Benim başım öne eğik. G. öğretmen gidiyor öteki sıraya ben Fatma'nın defterindeki soruları çözüyorum. Yeter ki ona bağırmasın. Beni gösterip bağırmasın.

Fatma'nın evine hiç gitmiyorum ama çelimsiz ellerini, yıkanamamaktan yağlanan saçlarını, gözlerini, o evde üşüyeceğini biliyorum.

Ve yine bu karlı günde. Karda kalan kara kartallar bile karartı ararken ve bulurlarken ak Fatma aklıma geliyor. Fatma Kara. Hep ak olasın, ak kalasın.

Saat 17.04. Karşımda pencere olmayan bir odadayım. Arkamda çamlar var. Üstleri karla kaplı. Karda kalan herkesin ısınmasını diliyorum.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Komşumuz flütçü mü? Yoksa bir ilkokul bebesi ve blok flüt kombinasyonunun mu kurbanıyız?


Pazar günü evde oturuyorum. Evde benden başka birinin olup olmaması değil, kulağıma çalınan seslere takılmış haldeyim. Merdivenden inip çıkanlar, banyodan gelen matkap sesleri, gıcırtılar, torunlarla doluşmuş yan komşu evinden yükselen çığlıklar, balkonda çamaşır asan kadının çarşaf çırpmaları, artan sifon sesleri, çamaşır makinalarının sıkma fazları... Malumunuz pek de yalıtımı olan evlerde oturmuyoruz. İşte tam burda duuuuur! Bu sesleri kimler duyar kimler duymaz? İşte hep bu ilgimi çekmiştir. Yılmaz Erdoğan'ın Neşeli Günler filminde yalnızca kullandığı mekanları ve özellikle de Yılmaz Erdoğan'ın canlandırdığı ve borçları için alışveriş merkezinde Noel Baba olmak zorunda kalan karakter ve karısının yaşadığı gecekondu. Peki ama neden bu gecekonduya takıldım. Çünkü bu gecekonduda seslere karşı özen Pazar dinlemiyor. Varlıklıların dünyasında herkesin ayrı odası varken bu sözkonusu çift, bacanakla aynı gecekonduyu paylaşırken sevişmelerini bile günlerce erteliyor çünkü arada yalnızca kartonplak var. Sınıf yükseldikçe aradaki mesafeler de betonarmenin kalitesiymiş, izolasyonmuş, yok ses geçirmez ses duvarıymış, her odada bi televizyonmuş derken oldukça yapay ama bir o kadar da sağlam olunca yalnız ve yalnız yaşamlar bir hayli mümkün.
Gelgelelim bizim orta karar evimize. Abicim bi oturayım dedim Pazar günü. Yukarıda saydığım sesler bir yana, bir flüttür gidiyor. Böyle "aaaa ne güzel ya biz de çalardık"lardan "bu ne ağabey bitmek bilmedi"ye sonrasında da "kim len bu kim kim kim?"lere evrildim. Hepiniz bilirsiniz blok flüt diye bir enstruman ilkokul ve hatta ortaokul yıllarının müzik derslerine ve sonrasına da damgasını vurmuştur. Büyükler zamanında mandolin çaldığını söyler dururdu fakat mandolinden blok flüt enstrumanına nasıl ve ne zaman bir geçiş olduğunu hiç öğrenemedik. Şunu biliyoruz ki "Öğretmen okulu" denen oluşumlar hala hayattayken öğretmenlerimiz bu okullarda bu enstrumanı çalmayı ve çalmayı öğretmeyi de öğrenmişler. Böyle hatırlarsanız nota kitaplarımızda çok acayip şarkılar olurdu. O şarkıları çalıp özellikle de bütün parmaklarınızı aynı anda doğru kapatmayı başararak do sesini çıkarabilirseniz ve sonrasında da çalıdğınız notayı solfejinizle de doğruyabilirseniz beşi çakardınız! Do do sol sol la la sol fa fa mi mi re re do.... Sonrasında da ortaokul vesaire öğrenciliği Süper Baba dizisine denk gelenler "bana bi masal anlat baba" falan çalmaya çalışırdı. Benim de parmaklar küçüktü haliyle ama gayet de başarılı çalardım. Hatta milletin duruma göre Helvacıoğlu'su Yamaha'sı falan varken bende annemin ahşaptan yapılma ve yünden örülme bir kabı olan flütü vardı. Ortaokul veletleri ortalığa tükürük saçmaya çalışırken bu enstrumanla olan hoş anılarımın küçük bütçeli "ev sıkıntısı" adlı filme dönüşeceğini nerden bileyim. Çocuk mu adam mı çalan diye gelgitler yaşarken dikkat edersiniz ki çocuğun cinsiyeti yok adamın var. Niyeyse üst komşumuzu bildiğimden ve kendisi orta yaş üstü bir kadın olduğundan yalnız başına blok flüt çalmayacağını varsaymış olmalıyım ki alt kattaki öğrenci olduğunu varsaydığım komşularımıza sardım. Yok la konservatuar olsa şurda bu kadar da yanlış ses basmaz falan diyorum. Ben konservatuarlıyım ve kulağım süper ya o bakımdan. Çocuk olsa niye bu bilinmedik klasik Batı müziği tadında eserleri çalsın. Do do sol sol la la sol fa fa mi mi re re do çalsın. Yani çiçekli bahçemizin yollarında koşarken. Neyse sonra düşündüm sana ne abi? Bu da bir zevk, bu da bir tını hayatında dedim. Gittim bi çay koydum. Sokağı izlemeye başladım ve iki üç ay önce Casio marka 4 oktavlık orgumda neler çaldığımı hatırlayıp koptum. Samanyolu forever. Acaba alt kattakiler benim hakkımda ne düşündü.

3 Aralık 2010 Cuma

bir türlü düşmeyen ve düşmeyecek gibi görünen kar tanelerine


İlla karanlık olacaksa kış olsun. Hani bildiğimiz kış: sis, gri hava, kar yağacak umudu, hatta kar tanelerinin kendisi... Olamaz mı? Olabilir.


Sene 2003'tü sanırım. Akşam 10 gibi ODTÜ'deki yurdumdan kaçmıştım. Tabi ki kaçmamıştım zaten çıkmak serbest ama herkes ders çalışıyor haldeyken sen dışarı çıkıyorsan zaten bir nevi kaçaksındır. Final dönemi mi neydi. Kış. O zamanlar ayağımdan çıkarmadığım kahverengi Harley Davidson botlarımı giydim ve bi tanesinin ağırlığı zaten bacağım kadar var. Tabii yine o zamanlar. Eldivenimi taktım. 30 küsür renk beremin arasından yeşil olanını seçtim. Kafama geçirdim. Sükunet içinde çalışan oda arkadaşlarıma da ben gidiyorum dedim. Yurdun beşinci kat merdivenlerinden ne kadar hızla aşağıya indiğimi hatırlamıyorum. Şimdi yazarken şu satırları merdivenleri inerkenki heyecanımı yeniden duydum ve kalbim daha hızlı atıyor. Sanırım o gün gökyüzüne aşık olacak kadar aşk doluydum. Hiçbir korku duymadığım nadir günlerdendi. Çünkü korkudur hayatıma yön veren- korku olarak hissetmesem de yalnızlık olur gelir, hastalıklara duyulan dehşet olarak çıkagelir ya da ayrılık olarak gelir. Sanki kilometrelerce ötede olan birinin damarlarının atışını hissedecek kadar açıktı bütün bedenim. Neyse merdivenlerden sonrasında bir giriş vardır ve girişte oturan ağabeyler ve ablalar vardır. Gece vardiyası onlardadır. Kardeşimin sonradan Üsküdar'daki bir fotoğrafçıya atıfta bulunarak isim taktığı Foto Kenan ağabey artist gibi duruyodu. Ona bi selam çaktım. İyi akşamlar. Karlı merdivenler temizlenmiş fakat "göt üstü" dediğimiz ve her zaman ufak bir gülümsemeyle kullandığımız tabirle düşmeye çok müsaitti. Neyse ki bu kez Mr. Bean liğim üzerimde değildi ve merdivenlerden adam gibi indim. Ama üzerimdeki montu görmelisiniz. Yani mont değil aslında şöyle içi kuş tüyü falan ya da ne bileyim elyaf dolu nefti yeşil normalde insanların dizinin biraz aşağısına gelebilecek ama benim bileklerime yakın bir yerde biten bana iki beden büyük- 20 yaşıma rağmen hala büyüyebileceğim umularak alınmış- bir acayip bi şey. Handiyse "çok giydirilmekten kolları yana açılan" çocuk olacağım. Aman ne özledim o günü şu an ya. Gider ağaçlara sarılır göğe öpücükler gönderirdim. Bariz salaktım ama neşeliydim. Depresyonum bile neşeliydi sanırsam. Neyse merdivenleri inip ara yollardan geçtim. İki yurt binasının arası olsa da ne yapacaksın işte maceraperest bünye bi acayiplik peşinde ve sanki orası gizemli bir yermiş gibi hayranlıkla geçiyorsun. Sonra stadyumun ordaki yoldan yürüyorum ağaçlarda kar ve bir sakinlik. Böyle büyülenmiş gibiyim. Bir yandan zor yürüyorum tabi o üstümdeki şey bacaklarımı açmama engel olduğu için ama deliriyorum. Görsen bi de o an kar başlamasın mı! Yani o derece ki sanki kar da aşktan yağıyor. Bir keresinde bir arkadaşım- her kar tanesini bir melek yeryüzüne taşırmış ve sanırım bu kez ben kar yağmadan onlardan biriyle tanıştım- demişti. İnanmazsın gerçekten benim için. Valla tabii inanmıyorsun ama mutluluktan da kanatların çıkmıyor değil. İnsan kendini beş saniye de melek sansa yeter yani. Ne olacak. Herkes pozitif enerjiyi bulacağım diye yogadır, reikidir, pembe enerjidir, turuncu balıktır derken dünya para harcıyor bari bizim de böyle lükslerimiz olsun. Bi lafa tav olalım. Bu yani hayatı mutlu kılan arkadaş. Yoksa bu yıllar öncesinde kalan ODTÜ basketbol sahasında ışıklar altında tek başına kollarını açan ve kendi etrafında dolaşıp kar taneleriyle konuşan kızı anımsayamazdık. Anımsamasam ve bu kız hala var olsa daha mutlu olurdum ama şimdi burnumda o geceki karın kokusu, yüzümde gecenin soğuğu ve yanaklarımda ve burnumda soğuktan oluşmuş pembelikler var. O kadar ki eldivenlerimin kardan ıslanan haliyle cebimden mendilimi çıkarıp burnumu hissetmeyerek soğuktan akan halini meye çalışırkenki şaşkolozluğum var. Tabii bunlar olurken yine de uhreviyatımıza mola vermeyerek yolda yürümeye devam ediyoruz. (Birinci çoğul şahısa bakmayın hala ben) bi de ne göreyim. Oh my goodnes! Stadyumun orta yerine dikilen çok yaratıcı (!) bir heykel. Demek ki neymiş o zamandan da anlaşılacağı üzere ODTÜ'lünün cinsel organlara olan düşkünlüğü yalnızca tümsek tabelalalarında (hatırlarsanız önceki yazılarımızdan birinde bahsetmiş bu tabelanın üzerine meme çizildiğini söylemiş idik.) kendini göstermiyormuş. Bu seferki heykeltraş(lar)ımız da baya başarılı bir biçimde ataerkil dünyamızı kar malzemesiyle sofistike bir biçimde dile getirmiş. Hem de bildiğiniz iki insan boyutunda falan. Gece itibariyle parıl parıl da parlıyor şaheserimiz.

Neyse havanın karanlığında, aşkla yağan karın uhreviyatında bir kahkaha patlatarak 20 yaşımın şaşkalozluğuyla ve naifliğiyle gecenin içindeki yürüyüşlerime devam ediyorum. Çam ağacının birinin üzerindeki karları üstüme dökmek için dalı hafifçe sarsıyorum ve yaşasın Tanrı'nın karını kendi üstüme yağdırabiliyorum. Bir kez daha kulun avuntusunu yaşayarak geceme devam ediyorum.


( Günlerdir süren Aralık ayında 17 dereceye rağmen Ankara'nın karlarla kaplı anısına sarılmak güzel. Fotoğraf olarak tabii o sofistike eseri koyamadım- zaten yok ama google lar iseniz benzerlerini bulabileceğinize eminim. Öte yandan sizler için seçmiş olduğum fotoğraf da ODTÜ'den.

Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun diyerek yazımı parantezler de dahil olmak üzere sonlandırıyorum.)


Kar taneniz (harbici yıldız gibi görüneninden)