8 Ekim 2019 Salı

Dönüş

Sonbaharda yazmak adettendir. Bu mevsimin birbirini kusursuzca tamamlayan renkleri, yaprakların rüzgarla savruluşu, güneş ışığının düşüşü, hafif kapalı hava, erken batmaya başlayan güneş her yanıyla metafor doğuran bir mevsim..Veda, ayrılık, kopuş.. hep bu mevsime atfedilir..
Bugün bu kavramların aksi yönünde duran bir konu hakkında, dönüş üzerine yazacağım. Zihinsel ve mekansal bir geri vites...2002'den bu yana bir ayrılıp bir barıştığım eski sevgili gibi olan İstanbul'a, geçtiğimiz yıl bu zamanlarda geri döndüm. Hem de Türkiye sınırları içinde bu şehirle en çok karşılaştırılan, ne yazık ki hep İstanbul üzerinden ötekileştirilen ve varlıklarıyla değil yoksunluklarıyla anılan ve bu hiyerarşik söylemlerde hep kaybeden Ankara'dan... "Zavallı şehir Ankara", "İstanbul özleminin başkenti", popüler bir klişe olan "İstanbul'a dönmesi sevilen şehir" Ankara... Burada da zalim İstanbul yine yapacağını yaptı ve Ankara başka bir zaman diliminde yazı konusu olmak için aramızdan ayrıldı.
Burada zaten asıl konu karşılaştırmalı bir şehirler tahlili yapmak değil. Dönme işi. Dönüşün kendisi.

Hayatında dans ile tanışmış olanlar bir ayağının üstünde durarak sabit bir noktaya bakıp bir dönüş gerçekleştirmenin nasıl olduğunu az çok bilirler. Çalıştığınız salon neresiyse ya aynada/ ya duvarda ya da karşınızdaki insanda bir nokta tutarsınız. Eğer noktayı sabitleyemezseniz biraz baş döndürücüdür. Fransızca kökenli pirouette, Türkçe'de ise pürvet de denir bu dönüşe. Bir ya da birden fazla dönüş yapabilirsiniz. Son günlerde bu dönüşü düşünüyorum. Hareketi tamamlayabilmek için insanın hep temel bir başlangıç noktasına ihtiyacı var mıdır? Bedensel bir harekette olduğu gibi zihinsel bir harekette de, ya da göç gibi bir olguda da böyle bir başlangıç noktası ve geriye dönülmek istenilen ya da hep referans alınan bir nokta var mıdır?
Bu soruların cevabını bilmiyorum ama benim için bu nokta yıllardır İstanbul olmuştu. Güzelliğin, ilk gençliğin, kendi benliğini ve kişiliğini oluştururken aileyle kurulan sancılı ilişkinin, Üsküdar sahilinden İstanbul'u izlerken denizin üzerine kıpırdanan güneş ışığının, karmaşanın içinde bir çeşit kurulan düzenin, mahallenin, okulun, hislenmenin, geceyi ve aşkı düşünmenin altlık oluşturduğu bir referans ve dönüş noktası. İnsan ister ülke içinde olsun isterse bambaşka ülkelere kısa süreliğine ya da uzun süreliğine göç etmiş olsun sanıyorum ki böyle bir noktaya halen daha ihtiyaç duyuyor.
Bir şeyler yolunda gitmediğinde, özlem duygusuyla hatıralara sığındığında o hatıraların da mekansal bir boyutu oluyor ve gün geliyor kendinle ve yaşamla ilgili olmasını isteyip de olduramadığın ne varsa mesuliyeti bir şehirde olmaya ve olamamaya yükleyebiliyorsun. İşte böyle bir hikaye benimkisi.
Kısmi bir bağımsızlıkla başlayan Ankara'da öğrenci olma hali süresince, nasıl olsa okul bitince döneceğim meşrulaştırması nedeniyle dillendirilmese de yetişkin evrede İstanbul hep dönmek istediğim, içinde bulunduğum çözümsüzlüklere çözüm ve derman üreteceğini varsaydığım ve orada olsam başka türlü olurdu dediğim bir yerdi belki de uzun zaman. Ve nihayet geçtiğimiz yıl o şehre dönüldü. Oysa benim dönüşümü tamamlamaya çalıştığım süre içinde o duvarda/aynada/ insanda tuttuğum nokta çoktan kaybolmuştu. Baktığım noktanın coğrafi konumu aynı olsa da o noktanın içi zamanın delici matkabıyla delik deşik olmuş, rengi, şekli, her bir şeysi çoktan değişmiş ve halen de değişmekteydi. Bu durumda dönüşümü tamamlasam ve hareketim son bulsa da kafamda tuttuğum noktayı bulamamış olduğumdan referans noktama dönememiş oldum.  Büyüdüğüm semtten çok farklı bir semtte, farklı bir evde oturmaya başladım. Üstelik o semt yalnızca benim için değil, kentsel dönüşüm sebebiyle yüzlerce insan için de artık yabancıydı. Birbirine oldukça benzeyen, yan yana dizilmiş ilaç kutularını andıran balkonsuz binalar, pencereden bakınca görülen bina yığınları, sokakları kaplayan inşaat atıkları, tamamlanmamış, yarım bırakılan inşaatlar... Bildiğim semte gelince o da büyük oranda aynı kalsa da nüfusu gittikçe yaşlanmış, binalar yıpranmış, bakkal ve küçük işletmelerin yerini zincir marketler almıştı. Evimizin içinde yaşayan anne babamın yaş aldıklarını, kız kardeşimin yetişkin bir kadın olduğunu dönünce daha çok idrak etmiş, anne bile olmuş olsam da, hala insanların kafalarında "başka şehirde okumaya gitmiş evin büyük kızı" olduğumu bunca yıldır hissetsem de dönüşümle birlikte başka türlü bir şeye evrildiğimi hissetmeye başladım. Yıllardır kuruyemişçimiz olan M. abiyi son aylarında dükkanında görememem ve dükkanı başkasına devretmiş olabileceğini düşünmem de işleri iyice zorlaştırdı.
Yıllar geçmişti geçmesine, ve o yıllarda ben belki ayda 1 sonrasında da en fazla 3-4 ayda bir şehrimi ziyaret etmiş olsam da yine de kesin dönüş yaptığımda her şeyin aynı kalmasını beklemiş olmalıydım ki bu kadar etkileniyordum. Bu nasıl bir kafaydı.. Tam bu hislerle doluyken tesadüfi ve belki de bilinçli bir şekilde ayaklarım beni 7 yılımı geçirdiğim ortaokul ve lise eğitimimi aldığım okula getirdi. Okulun binasına ilk kez girdiğimde yanımda kızım vardı. Öğrencilik yıllarımda bir nevi maskotu olduğum bu okul da yıllar içinde büyümüş, tek bir yerleşkede faaliyet gösteriyorken yerleşkelerinin ve okullarının sayısını da artırmıştı ve büyük bir kurum olarak beni birlikte çalışmaya davet etti. Ve evet.. Şehrime dönüş yaptığım yetmiyormuş gibi okuluma da dönüş yapmıştım. Bu kez öğrenci değil çalışan olarak. Beni tanıyan öğretmenlerin/çalışanların varlığı, göz kenarlarında artan birkaç çizgiye rağmen tanıdık tebessümleri geçmişle bağlantı kurmama yardımcı oluyor olsalar da şimdi her şey çok başka türlüydü.

Nenemin artık hayatta olmayışı, evinin sokağından geçmeyişimiz, Kadıköy sokaklarının eskiden olduğu gibi haftaiçi akşam saatlerinde tenhalaşmayışı bilakis adım atacak yer olmayışı, Taksim meydanı, İstiklal caddesinin hali, İstiklal'e gidilmeyişi, İstanbul yerlisinin Ortaköy'ü turistlere bırakmış oluşu, Üsküdar iskele meydanının beton hali, Fikirtepe'nin acınası hali, babaannemlerinin muhitinin kentsel dönüşüm sebebiyle tanınmayacak hale gelmiş olması, o mahallede az sayıda kalan bahçeli evlerden biri olmaya çabalaması, bir zamanlar sırlarımı vermek için sarıldığım Karlıkbayırı'nda ağaçların kesilerek kafe yapılmış olması, kendimi bulmak için gittiğim nere varsa popüler bir yere dönüşmüş olması, şehrin yapısına bir türlü uyduramadığım gökdelenler diken gibi içimi acıtıyor. Kuşkusuz bunların büyük bir kısmı yalnızca nostaljik yakınmalar değil.. Bir şehrin dönüşümü yalnızca zamansal değil siyasal da..

Çok sevdiğiniz birini yıllar boyu göremeyip özleyip kavuştuğunuz anda yaşadığınız sorular bombardımanın altında kalmak çok güç bir duygudur. Bunu mekanlara, tüm yanlarıyla İstanbul'a uyarladığımda işler hiç de kolay değildi. Özlediğim gerçekten o mu? O hep böyle miydi? Yoksa o zaman da çok başka türlüydü de ben mi kafamda tüm bu özlemi yaşadığım için onu bu hale soktum? Çok değişmiş; ona ne olmuş? Ona ne yapmışlar? gibi sorular.. Biten ilişkilerin ardından hala kalbinizde bir sevgi kıpırtısı varsa yapılanlar gibi, hatıralardan tüm olumsuz yönleri çıkararak özlemeye devam edersiniz. Ya da gidip bir gün o kişiyle gerçekten yüzleşip elveda dersiniz. Bende böyle oldu. Ben dönüşümü tamamladığımda kendi hatıralarımdaki İstanbul'la yüzleştim ve ona hoşçakal dedim. Şimdi bu İstanbul'u da sevmeye çalışıyorum. Daha az sevilebilir olduğunu, daha "trend" olmaya çalışırken daha yapay, daha yüzeysel, daha kompleks, daha az çekici  olduğunu düşünüyorum ama  yine de sevdiğimi hissediyorum.
Dönüşümü tamamladığımda biraz sendelediğimi söylesem kötü bir dansçı olduğumu düşünmezsiniz değil mi?

Sevgiyle,

Gözde Ç. 

19 Haziran 2019 Çarşamba

Ankara günlerinden bir kesit

Sabahları, modern dünyanın katırı misali bir kolumda bilgisayarın bir kolumda yandan çarklı çantam Keçiören Gazino'da yokuş yukarı tırmanırken, 1.50lik boyuma fazla gelen sağdan ve soldan sarkan çantalarımla, uykusuz gözlerimi kaldırıp da yerden yukarı bakarken aklımdan tek bir kelime geçiyordu: ZOR. Bir de baktım ne göreyim 06 ZOR xx plakalı eski bir Mercedes. Pes doğrusu dedim o vaziyette o salak çantamın içinden bir de fotoğraf çekmek için telefonumu aramaya koyuldum. Ben telefonumu bulana kadar tesadüf arabanın sahibi geldi. Adamın nasıl bir zorluk içinde olduğunu anlamaya çalışmak eski Gözde'nin en büyük amacı olurdu ama o yokuş boyunca 37derece sıcaklıkta fotoğrafımı çekip işe doğru ilerlemeyi düşünecek kadar yüzeyselleşmişim. Fotoğrafımı çektim. Takdir-i ilahi dedim ilerledim. Şubat ayından bu yana önce yer altında bir yabancı, sonra kentin insanlarını inceleyen bir kaşif, sonra da o kentin insanlarına uzaktan bakmayı ve üçüncü bir göz olmayı bırakan bir ne?Ne olmuştum?
Boşver salla ya! Bu türden sorular sormanın da bir tarihi var.
Düşündüm de yolda hiç gülmüyorum. Kimse de gülmüyor. Gülümsemiyor. Sabah saatlerinde işe giden insanların doldurduğu metroda çocukların olmayışı da etken belki buna. Metro yolculuklarında kaydettiğim gözlemlerden birkaçı şöyle, 20 kişiden birinde bir LCW torbası, cep telefonuyla oyun oynayan insanlar, pembe, turuncu gibi parlak renkli kulaklığı olan az sayıda insan, kitap okuyan az sayıda insan, gazete okuyan hemen hemen hiç olmuyor. Bir keresinde bir bulmaca çözene kalem ikram etmem dışında kayda değer bir gazete okuyanı görmedim. Hadi dedim bari bir girişimde bulunayım akşam iş çıkışında Keçiören Gaizno'da Hacı Halim (? ) kuruyemişçisinden pamuk leblebimi yanındaki MİGROS'tan da gazetemi aldım metroya bindim. Keçiören-Çayyolu hattında ilk durak iyiydi klimalı klimalı ohhh gazetemi falan okuyorum çok havalıyım. AKM-Kızılay'da yine çanta, laptop bi de üstüne gazete derken nereye sıkışacağımı bilmeden o vaziyette tek bakabildiğim magazin ekine yöneldim. Yolculuğun son bölümü olan Kızılay-Çayyolu'nda ayakta giderken söz konusu eşyalarla gazeteyle cebelleştikten sonra tüm sayfalar bi yere dağıldı üstelik ellerim de karardı. Allah bilir metrodan çıktığımda da yüzüm gözüm is içindeydi. Yok dedim bu iş benim harcım değil en iyisi ben paşa paşa kitabımı okuyayım. Zaten spotify paralı, bizi de iki paralık etti aile üyeliği yapacağız diye, çoluk çocuk derdinden telefona müzik de yükleyememişim artık metro müzisyenlerini dinlerim. Haftada iki kez İzmir marşı, bir gesi bağları falan dinler yoluma bakarım dedim. O da olmadı. Çıkışta Yunus Markete giderim diye kendimi heyecanlandıracak halim yok. Önce insanlar metroda otururken ellerini nasıl tutuyorlar diye izlemeye koyuluyorum: ellerini ortada buluşturanlar, kollarını birbirine dolayanlar, ellerini dizlerinin üstüne bırakanlar, eli çenesinin altında uyumaya çalışanlar, ellerinde torba tutanlar, dosya tutanlar, kitap tutanar, telefon tutanlar... El ele tutuşan yok.
Yanyana oturup da konuşanlar var mı diye bakıyorum o da nadiren denk geliyor. Geçen gün konuşmaya dikkat kesileyim dedim o da şansıma öss sonrası tercih sendromunda birbirine girmiş bir aile denk geldi annenin 2 dakikada bir yok yok ben artık ilgilenmeyeceğim ne biliyorsanız yapın'dan ver şunu bakıyım diye tercih formunu elini alan duruma geçişi arasında bana bakmasından ürktüm başımı yere indirdim.
Şubat'tan bu yana CÖY'ün kitapları elime geçtiğinden midir nedir ha bire erkek yazarların erkekleri anlatan romanlarına denk geldim. Bir kadın yazar özlemidir geldi. Erkeklerin sesinden de sıkıldım. Boğucu sıcakata ne beni keyiflendirebilir diye çok kısa bir süreliğine gün ışığını gördüğüm yer olan AKM durağında çevreye bakınıyorum inşaat alanı gibi görünen ortamda tek canlı şey olan salkım söğüte tutunayım diyorum olmuyor. Çayyolu'nda indiğim durakta, lüks sitelerin altında hala akmaya çalışan, su kenarı bitkileriyle kendisini göstermeye çalışan "çay" kadar çaresiz hissediyorum bazen kendimi. Oysa zor değil benimki...

DEMİŞİM--- geçen yıl, yaz olmalı..
Bu yazıyı da yarım bırakmışım ama şimdi okuyunca, Ankara özlemi de gelince bir an paylaşayım dedim.

Sevgiler Ankara
Gözde Ç.

20 Mayıs 2019 Pazartesi

İhmal etmiştim...

I

Kırmızı üzerine çizgiler çektim
sonra fosforlu kalemlerle geçtim üzerinden
yokluğunu iyice ezberledim
bir dahaki müsamerede mikrofonla söyleyeceğim

seramik küpelerimi kırdım
avuçlarım arasında
ebruli renkleri darmadağın oldu
parmaklarım kesildi uçlarından
maviler kırmızılara boyandı
yeşiller çamura
boncuklar dolap kapaklarından savruldu
evren bir daha oluştu tozdan
ben bu kez doğmadım
kısmetimde yokmuş

sonra başka biri doğmuş benim yerime
kırmızı değil pembe severmiş
içine biraz masumiyet katmışlar anlaşılan
üstüne bir kelebek konmuş
bir tuhaflık var demiş pembeli
kanatları gri
parmağının ucuyla dokunmuş ürkek
kanatları tuzla buz olmuş

II

Uyuyormuşum meğer
yastıktaki saç tellerimden anladım
yastığın sağ tarafı ıslak
nemlendirdi avucumu uykudaki korkum
oturduğum yerden doğruldum
ilk iş geceden kalan çoraplarını aldım
top top
söylendim ezbere
ezbere ezbere ezberecesice
sonra üç çorap giydim külotlu
hepsi de yırtık çıktı
seninkileri kirliye benimkileri çöpe attım
etek değil pantolonumu kaptım
dolap kapağını bu kez kıçıma çarptım
şimdi de pantolona delik açtım
dursana daha yüzümü bile yıkamadım

deliğin üstünü örtsün diye bluz aradım
uzun bluzum yokmuş depoyu açtım
hurçları savurdum
koliyi açtım
pembe bir kazak buldum
kırışıklarından Ankara haritası yaptım

III

Oturuyorum buz gibi deniz
Oysa böyle miydiniz?
Kola, Fanta, Bira, Sprayt vaaaaar dı
söylerdiniz
tam oturduğunuzda şezlong kırılıp da sırtınız boşa gelse
kahkahayla gülerdiniz

söylemeyin boşuna klasiklerin şansı yok plajda
polisiye gider burda kum ılık bile olmasa da
yok canım ne münasebet tek gelmedim
güzel yer kapayım derdindeyim
o yüzden tek havlum
siz bunları boşuna dert etmeyin

olur mu canım kimse olmaz
siz görememişsiniz çoktan başladı yaz


Gözde Ç.