13 Şubat 2014 Perşembe

"Hayatı tespit yapmış sallıyormuşum": New York'ta yaşayan Türkiye'li çiftin mizahı yeniden inşasının etnografisi

Yurtdışında yaşamanın en tuhaf deneyimlerinden biri, şu kısa tecrübemin gösterdiği kadarıyla, mizahla yeniden tanışma. Hele hele de bu deneyim iki kişinin, birbiriyle sınırları belli, kontürleri bireyselliğin tavan yaptığı bir kültürle çizilen bir mekanda uzun zaman geçirmesiyle ortaya çıkıyorsa, gündelik hayatın tüm pratiklerinin çok acayip bir mizah barındırdığı ortaya çıkıyor. Şimdi bu ciddi "hayatı tespit yapmış sallıyormuşum" edalarını, New York'ta yaşayan genç evli çiftin gündelik hayatının etnografisi tavırlarını bir kenara bırakarak derdimi anlatmaya geçiyorum.

Bu yazıyı şu an fırtınalı bir günden yazıyorum. Pencereden kar yumaklarına, karın altında kalan arabalara ve ıssızlığa bakarak, ve Frozen'ın soundtrackini dinleyerek. Zaten yıllar sonra dünyanın en büyük metropollerinden birinde köy hayatına dönmüşüm. Bir sobam, kestanem, portakal kabuğum eksik eee napıcan anca güleceksin. Tespit yapacaksın falan filan.  Bu Amerikan kültür endüstrisinin neden çıktığını sanıyordunuz? Disney'in bu zamanlarda karlar kraliçesini yeniden keşfetmesi hiç tesadüf olmaz. Sokaklarda gezen kedi kadar sıçanları, fareleri görünce Mickey Mouse'un da neden sevimli bir kahraman yapılmaya çalışıldığını anladığım günlerdeyim. Amma ve lakin etkisinden de kurtulamıyorum. Geçen Frozen'a gittik buranın Ulus'u (Ankara) ya da Eminönü sayılabilecek bir ortamda, hemen turistik bölgelerin sınırında bir sinemada. Civarında "bul karayı al parayı"cılar bile var sinemanın. Gidiş o gidiş, sabah film karakteri Elsa olarak uyanıp, akşamı Anna olarak kapatıyorum. Evde müzikal yapmalar, parkeler üzerinde çorapla kaymalar falan sözüm ona buz ya zemin biz de böyle kaya kaya şarkılarımızı söylüyoruz. Klasik, şarkının iki cümlesini bilip gerisini sallamalar.

Malum olduğu üzere, bu güzide şehir, sanattır kültürdür, hipsterdır, avant-garde hareketlerdir, 19. yüzyılda Paris'in konumunu aratmayan özelliklere sahip amma ve lakin öyle her gün nereye geziyorsun, nereye gidiyorsun, kim gidebiliyor zaten? İmkan bol da anacım. İmkan kime ikram? Yoksa istemez miyiz biz de bir gün Kuğu Gölü'ne sürüp, oradan Chicago'ya uğrayıp, sonra Aslan Kral'la sohbet için mola verip, Madame Tussauds'ta kankalarla iki tek atmayı? Turistik turistik? Hiiiç! Konuştuğun şeye bak. Neyse, efendim uzun lafın kısası pahallı, pahallı buralar.

Ama bundan daha önemli şeyler var. Gülme ihtiyacının karşılanması. Şimdi gülme bir ihtiyaç mı değil mi, modern insanın içinde bulunduğu "angst" halini şöyle etti de böyle etti de, 21. yüzyıl gülmeyi de ihtiyaç yapıp metalaştırdı da falan burasına hiç girmeyelim. İhtiyaç işte arkadaş. Yani gülmek güzel bir şey, gülümseyebilmek insanın hayata tutunmasını, karşısındaki insanın hayatını daha çekilir kılmasını, en önemlisi de kafanı çalıştırmanı sağlıyor. Amma ve lakin, dilin, mizahın en önemli unsuru olduğu düşünülürse, biz komik insanlar burada üç paralık part-time akademik ingilizcemizle gündelik benzetmeler, allegoriler nereye yapıyoruz? Yapsak bile adetlerde, insanların sembolik anlatılarında nereye oturuyor? Sen onu bırak, biz yolu süpüren adama kolay gelsin diyememenin işkencesini yaşıyoruz burada. Yok arkadaş. Hey, how r u?, what's up? ta bir yere kadar canım. Sorduk soruşturduk bulamadık. Take it easy man diyip adamları başıma mı sarayım? Vay sen beni aşağıladın mı, yukarıdan mı bakıyorsun bana derlerse nerelere varam?

Aman çok uzattım.Bu ortamda biz de içinde bulunduğumuz koşullara yönelik espriler üretmekten geri duramıyoruz. Espriler şakalar, diziler. Ne yapacaksın anam böyle böyle büyüyemedik biz :) Çağımızın gözde mesleklerinden "bilgisayardan dizi ayarlamacılık" sağ olsun, akşam yemeklerini, bulaşık yıkamaları dizisiz geçirmiyoruz. Şöyle diyaloglar "Sen dizi ayarla ben tabakları getiriyorum." Yemek masası hazırlama pratiklerini ne güzel paylaşmışız de mi? "Kültürlü alkışlar" bize o zaman. Zaten ayarlayana kadar ben tabağımı bitiriyorum sonra rezidansımızın (!) iki adım ötedeki sinema odasına geçiyoruz. Multi-fonksiyonel sonuçta. Öyle tasarlanmış. Sıradan kırmızı bir çekyat değil o, tamam mı! Yeri geliyor çekirdek çitlediğin bank, yeri geliyor kitaplığa falan dönüşüyor. Neyseciğime, o karakter senin bu karakter benim, dizi karakterleriyle evcilik oynayaraktan, alternatif gündem yaratmakta üstümüze yok. Bulaşık yıkama demişken, portatif televizyonumuz dizüstü bilgisayarın da en güzel sehpası buzdolabının üstü oluyor haliyle bu süreçte. Baştan ortamımızı asker koğuşuna çeviren bu pratiğe iyice sarıp, Kral tv açıp, lay lay lom sana göre değil sevmeler falan dinliyorduk bulaşıklar köpüklenip durulanırken. Yukarı doğru bakıp boyun kası geliştirirken Umut Sarıkaya karikatürüne selam çakıyorduk. Böyle ikimiz olunca iyi, kurmuşuz aramızda bir dil eğlenip gidiyoruz. Kendi kendimize posta da gönderttik Türkiye'den: Uykusuz'lar, İşimdeyim Gücümdeyim'ler daha ne isteriz?

Dışarıda ne yapacaksın? Anca millet gülen bu iki deli de ne diyor diye bakar. O da olamaz zaten burada, metrekareye düşen dil sayısı en az 5, adam-kadın hepsine dönüp baksa gün geçer anacım. Bir de zaten deli de çok kimse kale de almıyor. Eee hal böyle olunca ben yine her seferinde bıkmadan, markette et reyonundan geçerken Ö. "Çok güzel Virjinya domuzum geldi ablam" dediğinde, ve şu an yazarken bile kopuyorum.

Allah iyiliğimizi versin, haydi sağlıcakla

Gözde Ç.

Çok önemli not: Bu yazıyı yazmamı sağlayan eşim CÖY'e hem beni gülümsettiği, hem de kendine has akıllı esprileri için teşekkür ediyorum. "Hayatı tespit yapmış sallıyormuşum" onun sözcük oyunudur. Yoksa, çok karanlık ve hüzünlü yanlarım var benim. Onları koymuyorum buraya. Korkmayın diye. Dağılalım şimdi. 

3 Şubat 2014 Pazartesi

mutluluk kısa süren yalnız bir icat...Central Park'ta derin bir yolculuğun kısa hikayesi

Bugün, pencerenin stor perdesini üzerime düşürmeden açtıktan sonra ilk gördüğüm şey, ağaç dallarını kaplayan bembeyaz karın büyüleyici görüntüsüydü. Kendimi bir an, önlüğüm ve külotlu çorabım yanı başımdaki sandalyede duruyormuş da kardan okula gidemeyecekmişim gibi hissettim. Ancak, takip eden şeyin, binlerce kilometre ötenin haberlerini almak olduğu düşünülürse, hayat insana her zaman gülümsemiyor. Hüzünler ağır basınca, ağzımın içi üzüntüden, öfkeden kupkuru olduğunda yapmam gereken şeyi artık öğrendiğimden kendimi yollara, ve karın kucaklayan soğuğuna bıraktım...
                             
Kırmızı başlığım, hardal sarısını andıran pantolonum, içliklerim, eldivenlerim, anahtarım, minik sırt çantam ve telefonum apartman kapısından çıktığımızda, "uzun" bir yolculuğun telaşıyla hızlı adımlarla sokakları, Susam Sokağı'na ilham veren, Edi ve Büdü'nün- Bert and Ernie'nin- yaşadığı Amsterdam Avenue'yu geçtim. Araçların kirlettiği, çamurla karışıp eriyen karın, buraya gelmeden önce irmik helvasına, burada yaşarken ise, Amerikalıların "crumbled cake" lerine benzettiğim görüntüsünden uzaklaşarak kendimi parkların eşsiz dinginliğine bıraktım. Central Park'ın batı köşesinden girdiğimde gökyüzü ve ben, ve bankların üzerinde biriken kardan suretler ayrılmaz bir bütün olmaya başladık. Öyle şaşırtıcı ki, birkaç yüz metre ötemizde dünya dönüyorken, ambulanslar, itfaiye araçları, New York polisi sirenleriyle tüm şehri dolanırken, rakamları ve parayı ailesi belleyen onlarca insan koştururken ve belki de dünyayı türlü kedere sürüklerken nasıl oluyor da bu gizemli boşluk insanın içine birdenbire dolabiliyor. 

Kimsecikler yok. Ağaçlar, kar taneleri ve yalnızlığım... İçimde tuhaf bir ürperti belirdi. Hiçlikle boşluğun varlıkla tezatının, yere düşen her kar tanesiyle serpildiği yüreğimde, yalnızlığım bile güzel göründü gözüme. Eldivenlerimi çıkardım. Avuçlarımda karı hissettim, kuş sesleriyle birlikte yuvarladığım karı avucumdan yere bıraktım. Yürüdüm, yürüdüm ve her şeyi ilk kez keşfeder gibi, Kozmos'un çığlıklarıyla değil, sessizlikle doğdum. Hatırladıklarımı unuttum. Unuttuklarımı hatırladım. 




Mutluluk kısa süren yalnız bir icat... İcadıma sarıldım. Yanaklarım beremle aynı rengi almaya başladığında, doğanın kucağından çıkmaya hazırdım. 

Birkaç insan gördüm. Geldikleri yöne doğru gittim. Donmuş bir göl ve sessizliği, fotoğraf çektiğimi gören bir kadın böldü. "Birisi daha benimle aynı şeyi düşünmüş" dedi. Sahi düşünmüş müydük. Gülümsedim. İsterseniz  fotoğrafınızı çekebilirim dedim. Bir poşete geçirdiği fotoğraf makinasını bana vermekten çekinmiş olsa gerek. İnsan doğduğu anda güvensizlik duygusunu öğrenmek zorunda mıydı şimdi. Güzel bir kadındı. Yeşil renkli gözleri, beyaz teninden ve beyaz kabanından sıyrılan ışıklar gibiydi. Fotoğraf çektirmeye hazır değilim (Kadın iç ses: kim olduğunu bilmiyorum. Ya alıp kaçarsan makinamı. Ya benden bir şey istersen?) dedi. Peki dedim. (iç ses: Güvensizliğini anlamaya çalışıyorum. Fakat... ) Kendi dünyama dönmek artık çok zordu. Derken kadın bu zorluğa bir adımla yaklaştı. Ben sizinkini çekeyim mi. Peki dedim. Aslında iyi olur. Eldivenimi çıkarmam lazım yalnız. Ben bir sürü zahmet verdim size (tabi İngilizcesi bu kadar kibar değil de neyse)  Çeker misin eldivenimi? Eldivenini ben çıkardım. Az önceki güvensiz kadının, ellerine dokunarak eldivenini benim çekip çıkarıyor olmam tuhafıma gitti. Telefonumu verdim. Elimde tuttuğum, benden büyük olan şemsiyemi yere bıraktım. Hafif rüzgarda çırpınan kara şemsiyeme rağmen biraz açıldım. Donmuş gölü arkama alarak, saçma bir halde durdum. Kara montum, beyazın üstünde benden daha çok durdu. Bir yatay, bir dikey çekildim. Yatay olanda gözlerim kapalı, dikey olanda bacaklarım aralık, çok giydirilmekten kolları yana açılan çocuk gibi tedirgin ve yorgun çıkmıştım. Çok teşekkür ederim dedim. Well, dedi. Sen de beni bir tane çek madem. Peki. (İç ses: Hani demin hazır değildin? Bir insanda güveni tesis etmezsen, bir adım atması ne kadar da zor) Poşete geçirilmiş makinayı elime aldım. Yerde duran uçmak üzere olan şemsiyeme ayağımla basarak, gösterdiği düğmeye bastım. Ben de onu bir yatay bir dikey çektim. Makinayı geri verirken nerelisin dedi (ben: iç ses: Artık konuşmak çok zor) Türkiye dedim. Zorlukla medeniyetin gereklerini yerine getirip ben de ona sen nerelisin diye sordum. Hırvatistan dedi. Ayrılma vakti gelmişti. Peki. İyi günler...

Eve yine yürüyerek dönecek olmam sebebiyle, caddelerin ve insanların arasına karıştım. Etrafımdaki her şey öylesine bilgisayar oyunundaki grafikler gibi seyrediyordu ki, şemsiyemin boyutlarını hesap edememek, biraz da berenin üzerine geçirilen kürkün görüş alanımı fayton atlarına benzetmesinden bir yaşlı kadının upss sesiyle gerçekliğe döndüm. Neredeyse şemsiyemi kadının başına geçiriyormuşum trafik ışıklarında. Çok özür dilerim, görmedim falanlar filanlar. Karşıdan karşıya geçerken üstüne bir de derinliği anlaşılmayan erimiş karla karışık çamura batmalar, aman teyze dikkat edin (tabii anca please be careful filan yani. Teyzeciğim anca kafada) derken kadının görüyorum görüyorum botum var diyerek dizine kadar suya batması ve umursamaması... Sonrasında girilen markette, peynire çarpıp yere düşürmem. Allahım Mr. Bean falan mıyım diyorum içimden. Bir vukuat daha işlemeden evime döneyim ben. Eve dönmeden bir de okula uğrayayım. Orada da, perişan halimi görüp: "Nasıl bu kadar ıslandın? Karı hissedeyim diye şemsiye kullanmadın değil mi?" diye lafımı (!) yedikten sonra kendimi evde, başladığım yerde, pencerenin ve bilgisayarımın karşısında buldum. 
Kar taneleri hala düşüyor. Dallar simli beyaz kardan çiçeklerini taşıyor; ben, piyano sesi, gökyüzü ve kar taneleri kendini zamana bırakıyor. 

Çok sevgi

Gözde Ç.