şöyle yazmışım 2 Aaralık 2010 taihinde bir yerlere:
Yıllar önce Hasan Ünal Nalbantoğlu'nun dersi için Yaşar Kemal'in eserlerinde "korku"yu inceleyen bir ödev yapmıştım. O zaman romanlara tutkundum. Bir başladım mı dünyam olurdu ve o dünyadan bir türlü kopmak istemezdim. İki gün içinde kendimi devrik cümleler kurarken bulur sonra da dilin içinde kaybolurdum. Heidegger mi demişti "insan dilin içinde yaşayan hayvandır" diye böyle bi şey gibi... Tam açıklayamıyorum ama korkuyorum. O zaman dehşet duygusundan ya da acı çekmekten uzak değildim. Belki hiç uzak olmadım ama kendimi acının içine atmakta daha çaylakçaydım. En azından o zaman birisi gerekirdi bunun için. Ya da "biri"nin yalnızca imgesi, bendeki fikri, ulaşılamazlığı ve çözümsüzlüğü. Korkudan başladım nerelere geldim daha üçüncü sınıfta korkuya takmama şaşmıyorum çünkü lise sonda da dört bin beş yüz kelimemi üç edebi eserde ölüm temasını araştırmak için harcamıştım.
"Korkunun ecele faydası yok" bunu en çok babamdan duymuşumdur. Korkunun ecele faydası yok... Bu Arapça ecel kelimesi Türkçe mealiyle hayatın sonu, ölüm demek. Ölümden korkmanın ölüme faydası yok aslında. Yani aslında genel olarak bütün korkular ölüm korkusuna mı çıkıyor? Ya da hayatı ölümü anlayamamak mı anlamlı kılıyor? Yitime mi? Bilmiyorum. Yüzüm sararıyor, kalbim deli gibi çarpıyor ve mümkün olsa da kendimi kapatsam diyorum. Aklını yitirmeye ramak kalmış bir insanın aklını kaybetmeye yakın olduğunu farketmesi de aklını kaybedebilir olduğunu bilmesi de korku yüzünden mi?
En büyük korkularımı rüyalarımda çağırmaya başladığımı hatırladığım en erken yaşım 17. Şimdi üzerinden 10 sene geçmiş ben korkularımı gerçek hayata davet etme profesyonelliğine erişmişim sanki. İçimde katranlar akıyormuş gibi geliyor bazen. Yapış yapış karanlık ve vursam kırsam döksem etrafı yine de kurtulamıyorum korkunun mapusluğundan. Aklımın katlini izler gibiyim.
Bu sabah bir rüya gördüm. Bir gölün kıyısında. Hava soğuk. Göl hafif hafif kıpırdıyor. İçinde sadece bir kuğu var. Gökyüzü puslu souğuk mavi ve gri arasında bir renk. Ben gölün çevresinde kimi donmuş kimi sarıdan kızıla dönmüş ama yer yer üzerlerini buz kaplamış yaprakların üstünde yürüyorum. Etrafta kimse yok. Gölün içindeki kuğu ve bir tek ben. Rüyada mıyım? diye düşünüyorum. İçimdeki nefesimin göğe bir buhar olarak dağılmasıyla tekrar içime çektiğim yalnızlığımla başbaşayım. Çok üşümüyorum ama ürperiyorum sudan. Bir rüzgar esiyor ve sonbahardan arta kalan yapraklar da sağa sola esiyor. Neden tek bir kuğu var? Ve dene öylesine beyaz bugün? Başka bir gün geldim mi ki buraya? Anımsamıyorum. Hatta böyle bir yer hiç görmedim. Ben gölleri değil denizleri severim. Göl sanki etrafındaki her şey gibi beni de içine çekip yutabilir diyorum. Uzaktan piano çalındığını duyuyorum. Esintilerle yüzüme vuruyor. Yürüdükçe ses artacağına sanki gölün etrafına dağılmış gibi bir ordan bir burdan geliyor. Tırnaklarımı avuçlarıma saplamışım. Üşüdüğümü daha çok hissediyorum. Başımı kaldırıyorum. Sonsuz göğün altında tek başına ölümlüyüm.
*Pilli Bebek/ Olsun