Birkaç haftadır şuraya yazayım diyorum da kollarımın masaya yapışmasının dışında, klavyemin sert oluşu, ha bire çalan telefonlar, ülkenin yoğun gündeminde anlamsız ve hafif yazılar yazıyor olmanın gerilimi derken üç satır yazamadım. Neyse efendim bizim iş yerindeki klima epeydir çalışmıyor. Her gelen giden zaten "ay ne güzel klimanız vaaaaar" diyerekten nazar etti zaten. Nazar edenlerin evinde yaz günü kalorifer yanlışlıkla yansın! Neyse dolayısıyla sıcakta yer yer sıcaktan halisülasyonlar yer yer çatıdan gelen sarsıntılar sebebiyle çatı üstüme yıkılacak, altında kalacağaım burda, 2007'den bu yana doktorada olup hiçbir şey yapmamış bir sahte akademik olup öleceğim; bir şey değil masam da çok dağınık falan derken bari oturup yazayım dedim.
Görüşmeyeli, yeni evime ortamıma alışmaya çalışıyorum. Ne yaparsın canım habitat olgusu! Ahhh sevgili Gözde nerden nereye işte sen kalk bir anahtar çevirip apartman kapısını açmaya çalışırken üç teyzeye selam verilen ortamlardan kalk gel Ankara'nın emekli muhitine, orda da bir hacı teyze, ağdacı abla, kuaför ile komşuculuk oyna, sonra da kalk "yeni orta sınıf" olgusuna konu olan bir muhite taşın. Şekerim Gordion üç adım ama ne yazık ki ayakkabımın topukları 5cm yi geçmiyor ve yüzümde herhangi bir kapatıcı olmadığı için iki kaşımın arasında yer etmiş sivilcem görünüyor! Neyse ki en yakın marketimizin 500 metre ilerde olduğu, ağustos böceklerinin ötüp- tam da ayı!- tankların karşımızda suskun heykeller gibi durup iki tane Atatürk'ün ayrı ayrı tepelerde konuşlandığı ve güneşin şahane batıp ayın daha da harikulade doğduğu bir yerde oturuyorum. İnanır mısın? Adı da tam bir masal kenti havasında. Ümitköy- Evet yanlış okumadınız Gözde Ümit köy diyarında. Ayrıyetten de Meksika Caddesi üzerindeyiz. Bu durumda ümitlerimizin Meksika kaynaklı olduğu düşünülürse kafa her daim iyi ve kaktüsler en yakın arkadaşımız.
Arkadaş demişken geçen gün 10-13 yaş grubu ergen kızların üç oğlanı peşine taktığı spor aletlerinde pedal çevirirken keşke şu kızlardan biri arkadaşım olsaymış diye düşündüm. dakikada 5 sms okur, 20 kere kıkırdayıp, 500 kere meraklanırdık ve hoşlandığımız çocuklarla ilk öpüşmemizin hayalini kurardık filan.Tam bu düşünceden koparken, anahtarımı koyacak yer bulamadığıım için yanımda taşıdığım fotoğraf makinası çantasını alarak- ne yapayım evde ilk elime geçen oydu- tarzan kızların yanından ayrıldım. Abicim o cross trainer mıdır nedir o spor aletinin tepelerinde geziniyorlar. Ben de onlara özenmiş malum telefon firmalarının ve bankaların mesajlarından başka heyecanlandırıcı bir şey olmayan cep telefonuma bakıyordum. Hadi gideyim dedim. Onları kendi dünyalarında bıraktım, otuz yaş bunalımına az kalmış geleceğime siteler arasından "ümit"le baktım...
Taşınalı beri, bir adresten başka bir adrese geçmenin asık yüzlü muhtarlar gezegeninden başka bir asık yüzlü muhtarlığa hareket etmenin ve birkaç form ve kağıt imzalamanın, faturaları sonlandırıp, hat kapatmanın dışında benim için acayip bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Sanırsın ki sevgilimden ayrıldım! Ağla allah ağla. Eski eve her gidiyorum, yatağa bakıp ağlıyorum, perdenin duruşuna bakıp sessizleşiyorum, kurumuş çiçeklere özenle dokunup, elimde kalan kurumuş yaprak kokusuna anlamlar buluyorum filan. Zaten eski evden çıkma fikri hasıl olduğunda mahalledeki çocuklu parka, ayakta durmadan dışarıyı göremediğim odanın yüksek camlarına, balkondaki kırık seramiklere, parkelerin üstündeki çiziklere, tozların toplaşmayı en çok sevdiği kapı arkaları ve koridor köşelerine bakıp bakıp iç geçirmiştim... Taşınmanın birdenbire değil zamana yayıldığı benimki gibi durumlarda insan çok aşık olup da ayrılacağını bildiği birine bakar gibi bakıyor evine. Bitecek biliyorsun ama bir kez daha öpmek isteyişinin, hee halini güzel görüşünün önüne geçemiyorsun.
Sanırım son iki aydır yirmi sekiz yıllık hayatımda nereden nereye yolculuk ettiğimizi düşünmekle meşgulüm. Bu düşüncelerim zaman zaman bende aşırı tahribata yol açsalar da detaylarını, kokularını, renklerini yalnızca hafızamda yaşatabildiğim mekanlardan kopma/ koparılma/ ayrılma hallerimi düşündükçe; işte bu yüzden çok aşıkken ayrılacağımı bidliğim sevgilime bakar gibi bakıyorum içinde yaşadığım yerlere... Yıllar önce bir doktorun: "Ayrılıklara ne için bu kadar tepki veriyorsun?" sorusu üzerine bu ayrılıkların yalnızca insanlardan ayrılma anlamına geldiğini düşünüp kendimce yanıtlar aramaya çalışmıştım. Fakat son bir yıldır gördüm ki yalnızca insanlardan kopmaya değil mekanlardan ayrılmaya da alışmak zor. Yıllar önce romanları incelerken ve romanlarda geçen mekanları irdelerken, karakterle olan ilişkisine, karakterin ruh halini nasıl yansıttığına, genel olarak mekanın romana ne kattığına bakardık. Niyeyse (!) ben en çok mekan olgusunu incelemeyi severdim çünkü olan bitenin, insanın derinlerinin mekan betimlemelerinde ortaya çıktığını düşünürdüm.
Bu mekandan ayrılmadan önce hep özlediğim birkaç yeri ve nesneyi burda anacağım; İstanbul Çiçekçi'de büyüdüğüm evin içine gaz konarak yanan kazanlı küçük banyosunda, annem yüzümü yıkarken lavaboya yetişmem için konulmuş olan taburem; kardeşim doğduğunda alınan tekli yataklarımızın koton yatak örtüleri, biri yavruağzı biri uçuk mavi ağırlıklı kapitone kumaşının üstünde uyuyan, o zamanlar erkek bebeğe benzeyen, şimdi çok güzel bir kız olan, ve yine o zamanlar ciyak ciyak ağlayı bir de yetmiyormuş gibi, duvarla yatak arasında kalan küçük boşluğa düşen kız kardeşim; ikinci evimizde duvarlarında gazete ve dergilerden kestiğim onlarca göz olan yatak odam; oda arkadaşlarımın sürekli çalışıp benim uyuduğum, benim uyanıp onların uyuduğu, yatağına maerdivenle çıkılan ve yine çalışma masasında imkansız aşklara gönderme yapan dans resimleri bulunan ODTÜ'deki yurt odam... Sizleri seviyorum. Unutmadım.
Bu kadar dram yeter artık bu odadan çıkma vakti geldi.
Başım ağrıyarak her yere gitmek için uzandığımız Eskişehir yoluna uzanmak için sıvalı ve boyasız sevimsiz duvarlara ve bazen katta bile durmayan asansöre bugünlük de veda ediyorum. Bu ayrılık da pek tesir etmese gerek :)