Boş sayfalara bakıp, parklarda oynayan çocukları, çığlık çığlığa zıplayışlarını düşünüyorum. Güneş terden alınlarına yapışmış saçlarına altın kıpırtsı gibi vuruyor. Kaydıraklardan peşpeşe peşbeşe kayıyorlar. Birinin eli burnunda, ötekinin sümükleri dudağının üzerinde hafif bir parlaklık yaratmış. Saçında tam 5 tane toka olan kız çocuğu oyuncağını salıncağa koymuş hızlıca hızlıca sallıyor. Bir anne bebeğini kucağında taşırken elini bebeğin seyrek saçlarında gezdiriyor. Doğumdan sonra daha karnındaki şişlik tümüyle geçmemiş. Deniz kıyısında paten yapan sevgililer sahilden gelen 1990'lar pop şarkılarından bir çeşni sunan uzun saçlı, yeni ısınmakta olan havaya ve güneşe rağmen siyah deri ceketli orta yaşlarındaki adamın "başlaaaamam biteceğini bile bile bu aşka başlaaamam" diye şarkı söyleyişine göz göze gelip gülümsüyorlar. Ben de bankta oturuyorum. Kulağımdaki kulaklığı boynuma almışım. Taze havayı yarı tıkalı burun deliklerimden soluyorum. Gözlerim güneşten kamaşıyor, kenarlarındaki kırışıklıkların daha da derinleştiğini, yüzümün güneşten hafif pembeleştiğini hissediyorum. Çimenler üzerinde gevşemiş uzanan insanlara, bir çocuğun fırlattığı ve şu an çimler üzerinde dönüp duran gökkuşağı renkli topuna bakıyorum. O sırada beyaz bir köpek sahibinin elinden fırlayıp topa koşuyor. Bir anne, sürekli baloncuk yapan köpük, balon ve sağlıksız plastikten yapılma oyuncaklar yapan adama kızgın bir ifadeyle bakıyor. Oğlu çoktan adamın arada bir yaptığı baloncuklar arasında kaybolmuş bile. Derken elime oturduğum banktan kıymık batıyor. Aldırmıyorum. Karşıdan kızım hızla koşuyor, kollarımı açıyorum ona sanki iki dakika önce sarılmamışım gibi hararetle sarılıyorum.
Öyle sıradan bir hayal, öyle yalın, öyle orta..
Salgın. Evde kalan şanslı azınlıktanım. Bir de dağdaki, ormandaki, sahildeki evinde kalanlar, bir de hiçbir şekilde evinde kalamayanlar var. İşe gitmese koronadan değil bu düzenden hastalanacak, dertten muzdarip olacak ve belki de yaşamını yitirecekler var. Bu hadiselerden 1-2 ay evvel 1 ay boyunca sol gözümün seğirmesinden tut da 20 yıl önce edindiğim ilk mail adresimin kendi seçimimle coronaaustrina oluşuna kadar her türlü negatif tesadüfün üzerinde zihnim dakikalarca gidip geliyor. Korkular, zihinde hiç tenefüse çıkmıyor.
El yıka. Belki saatte 20 kezi bulduğu bile olmuştur. Evde kişisel bakımını üstlendiğiniz yaş grubunda bir çocuğunuz varsa hem kendinizle, hem işlerle hem de çocuğunuzla uğraşırken sürekli kendinizi el yıkarken bulabiliyorsunuz. Neredeyse kanamak üzere olan sertleşen el üstleri, azan egzemalar.. Sosyal mesafe. Evde fiziksel bir uzaklaşma pek mümkün değil. Özellikle çocukla. Alt alta üst üste. Zaten çocuklar evde kaldıkça, minderler, yastıklar, yorganlar, örtüler yerlerde. Her yer parkur. Panik anne için her yer potansiyel virüs. Nesnelerden korkular. Damacanadan, kalemlerden, anahtardan, pencere kolundan, iş çantalarından... Her türlü nesne bir tehdit her türlü nesne bir yüzey. Her yüzey.. 3 gün, 5 gün, 17 gün... İnsan bir daha nasıl dışarı çıkar? Çıkar. Çıkacak. Çıkmalı. Al işte her şeye sosyal medya dediniz. Sosyal miymiş o sosyal medyalar. Ne kadar sosyaller? Sosyal ne? Tekrar düşünüyorum.
Tarih rahatlatırdı. Mikro ölçekteki sorunlara makro bakmayı öğretmişti. İktisat tarihi, insanlık tarihi, salgınlar tarihi... Salgınlar tarihine bakınca rahatlayamıyor insan. Okuyorum. Okuyorsun. Yok. Bir ufak umut bulurum okurken diyorsun. Yok. Her zaman seni teskin edenler de teskin edemez oluyor.
Ev halkından bir kişi bile dışarı çıkıyorsa- ki çıkıyor- tedirginlik yeniden başlıyor. Gün, grafik eğrilerine dönüşen binlerce hayatını kaybeden, hasta olan insan, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen çocuk youtube videoları, hadi bırak artık tableti, ellerini yıkadın mı, kızım elini ağzına götürme, gözünü kaşıma, bak yememiz lazım, kıyafetini makineye attın mı larla, pıs pıs pıs kolonyalarla, cırt cırt yırtılan kağıt havlularla, bip yapan ateş ölçer sesiyle, çamaşır suyu, domestos kokusuyla geçiyor.
Pek çok kadın gibi, evde kalmak iş yükünü de ziyadesiyle arttırıyor. Mesailer çocuğumuz uyuyana kadar bitmiyor. O uyusun diye gece yarısı 12de dahi beklerken, aman buna da şükür diyip kızsak bile vicdan muhasebesiyle başbaşa kalıyoruz. Üstelik de tam yatmadan evvel şöyle şeyler söylerse...
"Artık evde durmak istemiyorum. Arkadaşlarımı ve okulumu özledim. Ben vat ya merdivenle karşıki çatıya geçip oradan trambolinde zıplayıp aya çıkmak ve taş toplamak istiyorum" diyen kızım, evdeki oyuncaklarını "bize nasıl olsa kimse gelmeyecek, dağınıklığı da göremeyecek, çünkü hayatta virüs çıktı" diyor. "Hayatta virüs çıktı". Son günlerdeki cümlesi bu. Ya da "anne virüs geçince bana şunu alabilir misin?". Zaman ve mekan algımız tümden değişiyor.
Geçen gün şöyle bir öneriyle çıkageldi:
-Anne, artık herkes evinde sıkıldı ya.
-Evet..
-Bence herkes karavan alsın. Hem evde kalabilir hem de dışarıda olabilir.
********************************************************************
Bilinmezlik karşısında, sürekli okuyorsun. Sağlık kuruluşlarını, istatistikleri, dünya ekonomik forumunu, unicefi, tüm dünya kuruluşları hatta virüsün RNA dizilimini bile okuyorsun. Bu kadar çok "bilmek" mi insanı daha da panik yapıyor? Sayılar, dizilimler, kimyası, biyolojisi, dağılımı, projeksiyonu, matematik modellemesi.. Her yerden bir şey akıyor.
Daha bu salgın olayı çıkmadan, dünya çağında türlü felaket haberiyle yüzleşirken, insanlığın bu döneminin insan psikolojisi için çok zor olduğunu düşünüyordum. Kaldırma kapasitesi. Bir insanın yakınında, yöresindeki olumsuz bir haberi kaldırmasıyla, yalnızca farklı şehirlerdeki değil, tümden farklı coğrafyalardaki hatta dünyalardaki haberleri alıp zihninde işlemesi, bunları yorumlaması, bunlara yönelik duygulanımı kaldırabileceğimizin çok üstünde. Kırk yıl düşünsem bir yazıda Mustafa Sandal'a gönderme yapacağım aklıma gelmezdi ama şöyle demiş Musti (2020, s.202)
"Bugünlerde doksanlar yeniden gündemde. Bazılarının içinde hep bir özlem var ya, bunun esas nedeni bugün maruz kaldığımız bilginin ve buna bağlı olarak verdiğimiz tepkinin fazlalığı. İnsan beyninin yaklaşık 2,5 milyon GB hafızaya sahip olduğu tahmin ediliyor. Şu anda gün içinde ortalama 80 bin MB'lik bilgiye maruz kalıyorsak, muhtemelen bu rakam doksanlarda 10 bin MB kadardı. Bu bilgileri sindirme alanımız daha fazlaydı." Elbette, hayatın hızlı akışına, endüstri sonrası toplumlarda hızın ve riskin artışına dair çok sayıda çalışma var. Dileyen bunları da okuyabilir. Okumasına da gerek yok şu an içindeyiz zaten. Bütün o hızı, sistemi bir yandan sorguluyor, bir yandan da evden bile sürdürdüğümüz pek çok pratikle yeniden üretiyoruz.
Tüm bu kaosun içinde tüm bu olanları kaldırabilmek adına insan farklı pratikler geliştirdi. Bu pratikler de sosyal sınıflara göre farklılık gösteriyor.
Biri mizah, biri de yine nostalji oldu örneğin.. Sabahtan akşama kadar whatsapp kişilerimizle, gruplarımızda durumu ti'ye alan paylaşımlar dönüyor. Öte yandan kültürel belleğimizde yer etmiş imajlar, kişilere göndermeler.. Zeki Müren'li paylaşımlar, televizyonlarda başlatılan Türk filmi geceleri, Kemal Sunal'lar, Tarık Akan'lar, Müjde Ar'lar.. Geçmişin o "naif", "daha hiçbir felaketin uğramadığı" zamanlarına, "sevgi dolu" günlerine özlem.. Hulusi Kentmen çıkıp da "Ne virüsü yahu. Sarılın bakıyım çocuklar" dese, sanki her şey geçip gidecek..
Yoga yapanlar, meditasyon yapıp kendini rahatlatmak isteyenler, madalyonun diğer yüzünde de evinde dua ediyor.
Bir de yalnızlığını örtbas etmek isteyen canlı yayıncılar, anlık paylaşımcılar, yemek yapanlar, youtuberlar, instacılar.. Hepimiz bir şekilde "canlı" olduğumuzu anımsatan, hayatta kalma stratejileri geliştirmeye çabalıyoruz.
Stratejiler, benim gibi günün çeşitli zamanlarını çeşitli korkulara ve üzüntülere ayırarak bir rutin kuranlar için pek işe yaramıyor ama elimizden geleni yapacağız...
Tüm kalbimle, sağlıcakla kalın...
Gözde Ç.