Yurtdışında yaşamanın en tuhaf deneyimlerinden biri, şu kısa tecrübemin gösterdiği kadarıyla, mizahla yeniden tanışma. Hele hele de bu deneyim iki kişinin, birbiriyle sınırları belli, kontürleri bireyselliğin tavan yaptığı bir kültürle çizilen bir mekanda uzun zaman geçirmesiyle ortaya çıkıyorsa, gündelik hayatın tüm pratiklerinin çok acayip bir mizah barındırdığı ortaya çıkıyor. Şimdi bu ciddi "hayatı tespit yapmış sallıyormuşum" edalarını, New York'ta yaşayan genç evli çiftin gündelik hayatının etnografisi tavırlarını bir kenara bırakarak derdimi anlatmaya geçiyorum.
Bu yazıyı şu an fırtınalı bir günden yazıyorum. Pencereden kar yumaklarına, karın altında kalan arabalara ve ıssızlığa bakarak, ve Frozen'ın soundtrackini dinleyerek. Zaten yıllar sonra dünyanın en büyük metropollerinden birinde köy hayatına dönmüşüm. Bir sobam, kestanem, portakal kabuğum eksik eee napıcan anca güleceksin. Tespit yapacaksın falan filan. Bu Amerikan kültür endüstrisinin neden çıktığını sanıyordunuz? Disney'in bu zamanlarda karlar kraliçesini yeniden keşfetmesi hiç tesadüf olmaz. Sokaklarda gezen kedi kadar sıçanları, fareleri görünce Mickey Mouse'un da neden sevimli bir kahraman yapılmaya çalışıldığını anladığım günlerdeyim. Amma ve lakin etkisinden de kurtulamıyorum. Geçen Frozen'a gittik buranın Ulus'u (Ankara) ya da Eminönü sayılabilecek bir ortamda, hemen turistik bölgelerin sınırında bir sinemada. Civarında "bul karayı al parayı"cılar bile var sinemanın. Gidiş o gidiş, sabah film karakteri Elsa olarak uyanıp, akşamı Anna olarak kapatıyorum. Evde müzikal yapmalar, parkeler üzerinde çorapla kaymalar falan sözüm ona buz ya zemin biz de böyle kaya kaya şarkılarımızı söylüyoruz. Klasik, şarkının iki cümlesini bilip gerisini sallamalar.
Malum olduğu üzere, bu güzide şehir, sanattır kültürdür, hipsterdır, avant-garde hareketlerdir, 19. yüzyılda Paris'in konumunu aratmayan özelliklere sahip amma ve lakin öyle her gün nereye geziyorsun, nereye gidiyorsun, kim gidebiliyor zaten? İmkan bol da anacım. İmkan kime ikram? Yoksa istemez miyiz biz de bir gün Kuğu Gölü'ne sürüp, oradan Chicago'ya uğrayıp, sonra Aslan Kral'la sohbet için mola verip, Madame Tussauds'ta kankalarla iki tek atmayı? Turistik turistik? Hiiiç! Konuştuğun şeye bak. Neyse, efendim uzun lafın kısası pahallı, pahallı buralar.
Ama bundan daha önemli şeyler var. Gülme ihtiyacının karşılanması. Şimdi gülme bir ihtiyaç mı değil mi, modern insanın içinde bulunduğu "angst" halini şöyle etti de böyle etti de, 21. yüzyıl gülmeyi de ihtiyaç yapıp metalaştırdı da falan burasına hiç girmeyelim. İhtiyaç işte arkadaş. Yani gülmek güzel bir şey, gülümseyebilmek insanın hayata tutunmasını, karşısındaki insanın hayatını daha çekilir kılmasını, en önemlisi de kafanı çalıştırmanı sağlıyor. Amma ve lakin, dilin, mizahın en önemli unsuru olduğu düşünülürse, biz komik insanlar burada üç paralık part-time akademik ingilizcemizle gündelik benzetmeler, allegoriler nereye yapıyoruz? Yapsak bile adetlerde, insanların sembolik anlatılarında nereye oturuyor? Sen onu bırak, biz yolu süpüren adama kolay gelsin diyememenin işkencesini yaşıyoruz burada. Yok arkadaş. Hey, how r u?, what's up? ta bir yere kadar canım. Sorduk soruşturduk bulamadık. Take it easy man diyip adamları başıma mı sarayım? Vay sen beni aşağıladın mı, yukarıdan mı bakıyorsun bana derlerse nerelere varam?
Aman çok uzattım.Bu ortamda biz de içinde bulunduğumuz koşullara yönelik espriler üretmekten geri duramıyoruz. Espriler şakalar, diziler. Ne yapacaksın anam böyle böyle büyüyemedik biz :) Çağımızın gözde mesleklerinden "bilgisayardan dizi ayarlamacılık" sağ olsun, akşam yemeklerini, bulaşık yıkamaları dizisiz geçirmiyoruz. Şöyle diyaloglar "Sen dizi ayarla ben tabakları getiriyorum." Yemek masası hazırlama pratiklerini ne güzel paylaşmışız de mi? "Kültürlü alkışlar" bize o zaman. Zaten ayarlayana kadar ben tabağımı bitiriyorum sonra rezidansımızın (!) iki adım ötedeki sinema odasına geçiyoruz. Multi-fonksiyonel sonuçta. Öyle tasarlanmış. Sıradan kırmızı bir çekyat değil o, tamam mı! Yeri geliyor çekirdek çitlediğin bank, yeri geliyor kitaplığa falan dönüşüyor. Neyseciğime, o karakter senin bu karakter benim, dizi karakterleriyle evcilik oynayaraktan, alternatif gündem yaratmakta üstümüze yok. Bulaşık yıkama demişken, portatif televizyonumuz dizüstü bilgisayarın da en güzel sehpası buzdolabının üstü oluyor haliyle bu süreçte. Baştan ortamımızı asker koğuşuna çeviren bu pratiğe iyice sarıp, Kral tv açıp, lay lay lom sana göre değil sevmeler falan dinliyorduk bulaşıklar köpüklenip durulanırken. Yukarı doğru bakıp boyun kası geliştirirken Umut Sarıkaya karikatürüne selam çakıyorduk. Böyle ikimiz olunca iyi, kurmuşuz aramızda bir dil eğlenip gidiyoruz. Kendi kendimize posta da gönderttik Türkiye'den: Uykusuz'lar, İşimdeyim Gücümdeyim'ler daha ne isteriz?
Dışarıda ne yapacaksın? Anca millet gülen bu iki deli de ne diyor diye bakar. O da olamaz zaten burada, metrekareye düşen dil sayısı en az 5, adam-kadın hepsine dönüp baksa gün geçer anacım. Bir de zaten deli de çok kimse kale de almıyor. Eee hal böyle olunca ben yine her seferinde bıkmadan, markette et reyonundan geçerken Ö. "Çok güzel Virjinya domuzum geldi ablam" dediğinde, ve şu an yazarken bile kopuyorum.
Allah iyiliğimizi versin, haydi sağlıcakla
Gözde Ç.
Çok önemli not: Bu yazıyı yazmamı sağlayan eşim CÖY'e hem beni gülümsettiği, hem de kendine has akıllı esprileri için teşekkür ediyorum. "Hayatı tespit yapmış sallıyormuşum" onun sözcük oyunudur. Yoksa, çok karanlık ve hüzünlü yanlarım var benim. Onları koymuyorum buraya. Korkmayın diye. Dağılalım şimdi.
Bu yazıyı şu an fırtınalı bir günden yazıyorum. Pencereden kar yumaklarına, karın altında kalan arabalara ve ıssızlığa bakarak, ve Frozen'ın soundtrackini dinleyerek. Zaten yıllar sonra dünyanın en büyük metropollerinden birinde köy hayatına dönmüşüm. Bir sobam, kestanem, portakal kabuğum eksik eee napıcan anca güleceksin. Tespit yapacaksın falan filan. Bu Amerikan kültür endüstrisinin neden çıktığını sanıyordunuz? Disney'in bu zamanlarda karlar kraliçesini yeniden keşfetmesi hiç tesadüf olmaz. Sokaklarda gezen kedi kadar sıçanları, fareleri görünce Mickey Mouse'un da neden sevimli bir kahraman yapılmaya çalışıldığını anladığım günlerdeyim. Amma ve lakin etkisinden de kurtulamıyorum. Geçen Frozen'a gittik buranın Ulus'u (Ankara) ya da Eminönü sayılabilecek bir ortamda, hemen turistik bölgelerin sınırında bir sinemada. Civarında "bul karayı al parayı"cılar bile var sinemanın. Gidiş o gidiş, sabah film karakteri Elsa olarak uyanıp, akşamı Anna olarak kapatıyorum. Evde müzikal yapmalar, parkeler üzerinde çorapla kaymalar falan sözüm ona buz ya zemin biz de böyle kaya kaya şarkılarımızı söylüyoruz. Klasik, şarkının iki cümlesini bilip gerisini sallamalar.
Malum olduğu üzere, bu güzide şehir, sanattır kültürdür, hipsterdır, avant-garde hareketlerdir, 19. yüzyılda Paris'in konumunu aratmayan özelliklere sahip amma ve lakin öyle her gün nereye geziyorsun, nereye gidiyorsun, kim gidebiliyor zaten? İmkan bol da anacım. İmkan kime ikram? Yoksa istemez miyiz biz de bir gün Kuğu Gölü'ne sürüp, oradan Chicago'ya uğrayıp, sonra Aslan Kral'la sohbet için mola verip, Madame Tussauds'ta kankalarla iki tek atmayı? Turistik turistik? Hiiiç! Konuştuğun şeye bak. Neyse, efendim uzun lafın kısası pahallı, pahallı buralar.
Ama bundan daha önemli şeyler var. Gülme ihtiyacının karşılanması. Şimdi gülme bir ihtiyaç mı değil mi, modern insanın içinde bulunduğu "angst" halini şöyle etti de böyle etti de, 21. yüzyıl gülmeyi de ihtiyaç yapıp metalaştırdı da falan burasına hiç girmeyelim. İhtiyaç işte arkadaş. Yani gülmek güzel bir şey, gülümseyebilmek insanın hayata tutunmasını, karşısındaki insanın hayatını daha çekilir kılmasını, en önemlisi de kafanı çalıştırmanı sağlıyor. Amma ve lakin, dilin, mizahın en önemli unsuru olduğu düşünülürse, biz komik insanlar burada üç paralık part-time akademik ingilizcemizle gündelik benzetmeler, allegoriler nereye yapıyoruz? Yapsak bile adetlerde, insanların sembolik anlatılarında nereye oturuyor? Sen onu bırak, biz yolu süpüren adama kolay gelsin diyememenin işkencesini yaşıyoruz burada. Yok arkadaş. Hey, how r u?, what's up? ta bir yere kadar canım. Sorduk soruşturduk bulamadık. Take it easy man diyip adamları başıma mı sarayım? Vay sen beni aşağıladın mı, yukarıdan mı bakıyorsun bana derlerse nerelere varam?
Aman çok uzattım.Bu ortamda biz de içinde bulunduğumuz koşullara yönelik espriler üretmekten geri duramıyoruz. Espriler şakalar, diziler. Ne yapacaksın anam böyle böyle büyüyemedik biz :) Çağımızın gözde mesleklerinden "bilgisayardan dizi ayarlamacılık" sağ olsun, akşam yemeklerini, bulaşık yıkamaları dizisiz geçirmiyoruz. Şöyle diyaloglar "Sen dizi ayarla ben tabakları getiriyorum." Yemek masası hazırlama pratiklerini ne güzel paylaşmışız de mi? "Kültürlü alkışlar" bize o zaman. Zaten ayarlayana kadar ben tabağımı bitiriyorum sonra rezidansımızın (!) iki adım ötedeki sinema odasına geçiyoruz. Multi-fonksiyonel sonuçta. Öyle tasarlanmış. Sıradan kırmızı bir çekyat değil o, tamam mı! Yeri geliyor çekirdek çitlediğin bank, yeri geliyor kitaplığa falan dönüşüyor. Neyseciğime, o karakter senin bu karakter benim, dizi karakterleriyle evcilik oynayaraktan, alternatif gündem yaratmakta üstümüze yok. Bulaşık yıkama demişken, portatif televizyonumuz dizüstü bilgisayarın da en güzel sehpası buzdolabının üstü oluyor haliyle bu süreçte. Baştan ortamımızı asker koğuşuna çeviren bu pratiğe iyice sarıp, Kral tv açıp, lay lay lom sana göre değil sevmeler falan dinliyorduk bulaşıklar köpüklenip durulanırken. Yukarı doğru bakıp boyun kası geliştirirken Umut Sarıkaya karikatürüne selam çakıyorduk. Böyle ikimiz olunca iyi, kurmuşuz aramızda bir dil eğlenip gidiyoruz. Kendi kendimize posta da gönderttik Türkiye'den: Uykusuz'lar, İşimdeyim Gücümdeyim'ler daha ne isteriz?
Dışarıda ne yapacaksın? Anca millet gülen bu iki deli de ne diyor diye bakar. O da olamaz zaten burada, metrekareye düşen dil sayısı en az 5, adam-kadın hepsine dönüp baksa gün geçer anacım. Bir de zaten deli de çok kimse kale de almıyor. Eee hal böyle olunca ben yine her seferinde bıkmadan, markette et reyonundan geçerken Ö. "Çok güzel Virjinya domuzum geldi ablam" dediğinde, ve şu an yazarken bile kopuyorum.
Allah iyiliğimizi versin, haydi sağlıcakla
Gözde Ç.
Çok önemli not: Bu yazıyı yazmamı sağlayan eşim CÖY'e hem beni gülümsettiği, hem de kendine has akıllı esprileri için teşekkür ediyorum. "Hayatı tespit yapmış sallıyormuşum" onun sözcük oyunudur. Yoksa, çok karanlık ve hüzünlü yanlarım var benim. Onları koymuyorum buraya. Korkmayın diye. Dağılalım şimdi.