Bugün, pencerenin stor perdesini üzerime düşürmeden açtıktan sonra ilk gördüğüm şey, ağaç dallarını kaplayan bembeyaz karın büyüleyici görüntüsüydü. Kendimi bir an, önlüğüm ve külotlu çorabım yanı başımdaki sandalyede duruyormuş da kardan okula gidemeyecekmişim gibi hissettim. Ancak, takip eden şeyin, binlerce kilometre ötenin haberlerini almak olduğu düşünülürse, hayat insana her zaman gülümsemiyor. Hüzünler ağır basınca, ağzımın içi üzüntüden, öfkeden kupkuru olduğunda yapmam gereken şeyi artık öğrendiğimden kendimi yollara, ve karın kucaklayan soğuğuna bıraktım...
Kırmızı başlığım, hardal sarısını andıran pantolonum, içliklerim, eldivenlerim, anahtarım, minik sırt çantam ve telefonum apartman kapısından çıktığımızda, "uzun" bir yolculuğun telaşıyla hızlı adımlarla sokakları, Susam Sokağı'na ilham veren, Edi ve Büdü'nün- Bert and Ernie'nin- yaşadığı Amsterdam Avenue'yu geçtim. Araçların kirlettiği, çamurla karışıp eriyen karın, buraya gelmeden önce irmik helvasına, burada yaşarken ise, Amerikalıların "crumbled cake" lerine benzettiğim görüntüsünden uzaklaşarak kendimi parkların eşsiz dinginliğine bıraktım. Central Park'ın batı köşesinden girdiğimde gökyüzü ve ben, ve bankların üzerinde biriken kardan suretler ayrılmaz bir bütün olmaya başladık. Öyle şaşırtıcı ki, birkaç yüz metre ötemizde dünya dönüyorken, ambulanslar, itfaiye araçları, New York polisi sirenleriyle tüm şehri dolanırken, rakamları ve parayı ailesi belleyen onlarca insan koştururken ve belki de dünyayı türlü kedere sürüklerken nasıl oluyor da bu gizemli boşluk insanın içine birdenbire dolabiliyor.
Kimsecikler yok. Ağaçlar, kar taneleri ve yalnızlığım... İçimde tuhaf bir ürperti belirdi. Hiçlikle boşluğun varlıkla tezatının, yere düşen her kar tanesiyle serpildiği yüreğimde, yalnızlığım bile güzel göründü gözüme. Eldivenlerimi çıkardım. Avuçlarımda karı hissettim, kuş sesleriyle birlikte yuvarladığım karı avucumdan yere bıraktım. Yürüdüm, yürüdüm ve her şeyi ilk kez keşfeder gibi, Kozmos'un çığlıklarıyla değil, sessizlikle doğdum. Hatırladıklarımı unuttum. Unuttuklarımı hatırladım.
Mutluluk kısa süren yalnız bir icat... İcadıma sarıldım. Yanaklarım beremle aynı rengi almaya başladığında, doğanın kucağından çıkmaya hazırdım.
Birkaç insan gördüm. Geldikleri yöne doğru gittim. Donmuş bir göl ve sessizliği, fotoğraf çektiğimi gören bir kadın böldü. "Birisi daha benimle aynı şeyi düşünmüş" dedi. Sahi düşünmüş müydük. Gülümsedim. İsterseniz fotoğrafınızı çekebilirim dedim. Bir poşete geçirdiği fotoğraf makinasını bana vermekten çekinmiş olsa gerek. İnsan doğduğu anda güvensizlik duygusunu öğrenmek zorunda mıydı şimdi. Güzel bir kadındı. Yeşil renkli gözleri, beyaz teninden ve beyaz kabanından sıyrılan ışıklar gibiydi. Fotoğraf çektirmeye hazır değilim (Kadın iç ses: kim olduğunu bilmiyorum. Ya alıp kaçarsan makinamı. Ya benden bir şey istersen?) dedi. Peki dedim. (iç ses: Güvensizliğini anlamaya çalışıyorum. Fakat... ) Kendi dünyama dönmek artık çok zordu. Derken kadın bu zorluğa bir adımla yaklaştı. Ben sizinkini çekeyim mi. Peki dedim. Aslında iyi olur. Eldivenimi çıkarmam lazım yalnız. Ben bir sürü zahmet verdim size (tabi İngilizcesi bu kadar kibar değil de neyse) Çeker misin eldivenimi? Eldivenini ben çıkardım. Az önceki güvensiz kadının, ellerine dokunarak eldivenini benim çekip çıkarıyor olmam tuhafıma gitti. Telefonumu verdim. Elimde tuttuğum, benden büyük olan şemsiyemi yere bıraktım. Hafif rüzgarda çırpınan kara şemsiyeme rağmen biraz açıldım. Donmuş gölü arkama alarak, saçma bir halde durdum. Kara montum, beyazın üstünde benden daha çok durdu. Bir yatay, bir dikey çekildim. Yatay olanda gözlerim kapalı, dikey olanda bacaklarım aralık, çok giydirilmekten kolları yana açılan çocuk gibi tedirgin ve yorgun çıkmıştım. Çok teşekkür ederim dedim. Well, dedi. Sen de beni bir tane çek madem. Peki. (İç ses: Hani demin hazır değildin? Bir insanda güveni tesis etmezsen, bir adım atması ne kadar da zor) Poşete geçirilmiş makinayı elime aldım. Yerde duran uçmak üzere olan şemsiyeme ayağımla basarak, gösterdiği düğmeye bastım. Ben de onu bir yatay bir dikey çektim. Makinayı geri verirken nerelisin dedi (ben: iç ses: Artık konuşmak çok zor) Türkiye dedim. Zorlukla medeniyetin gereklerini yerine getirip ben de ona sen nerelisin diye sordum. Hırvatistan dedi. Ayrılma vakti gelmişti. Peki. İyi günler...
Eve yine yürüyerek dönecek olmam sebebiyle, caddelerin ve insanların arasına karıştım. Etrafımdaki her şey öylesine bilgisayar oyunundaki grafikler gibi seyrediyordu ki, şemsiyemin boyutlarını hesap edememek, biraz da berenin üzerine geçirilen kürkün görüş alanımı fayton atlarına benzetmesinden bir yaşlı kadının upss sesiyle gerçekliğe döndüm. Neredeyse şemsiyemi kadının başına geçiriyormuşum trafik ışıklarında. Çok özür dilerim, görmedim falanlar filanlar. Karşıdan karşıya geçerken üstüne bir de derinliği anlaşılmayan erimiş karla karışık çamura batmalar, aman teyze dikkat edin (tabii anca please be careful filan yani. Teyzeciğim anca kafada) derken kadının görüyorum görüyorum botum var diyerek dizine kadar suya batması ve umursamaması... Sonrasında girilen markette, peynire çarpıp yere düşürmem. Allahım Mr. Bean falan mıyım diyorum içimden. Bir vukuat daha işlemeden evime döneyim ben. Eve dönmeden bir de okula uğrayayım. Orada da, perişan halimi görüp: "Nasıl bu kadar ıslandın? Karı hissedeyim diye şemsiye kullanmadın değil mi?" diye lafımı (!) yedikten sonra kendimi evde, başladığım yerde, pencerenin ve bilgisayarımın karşısında buldum.
Kar taneleri hala düşüyor. Dallar simli beyaz kardan çiçeklerini taşıyor; ben, piyano sesi, gökyüzü ve kar taneleri kendini zamana bırakıyor.
Çok sevgi
Gözde Ç.
central parktaki her kar tanesi kadar özledimmmm..yalnız değilsin daha önce söylediğim gibi her gün güneşi öpüyorum sana yolluyorum:)
YanıtlaSilBiliyorum aslında... Ne zaman düşse göz kapaklarım, sarılıyorum sana, Uzay'a, sevgimize ve gönderdiğin güneşe. Canım benim. Günaydın. Bana da anca iyi geceler...
YanıtlaSil