Bu akşam izlediğim, yönetmenliğini Damien Chazelle’in yaptığı 2014
yapımı Whiplash üzerine bir karalama yapmak istiyorum. Uzun zamandır pek çok
arkadaşım filmi tavsiye ederek mutlaka izlemem gerektiğini belirtti. Filmin konusu,
genç yaşta bir bateristin, Amerika’nın ve belki de dünyanın en iyi müzik okullarından
birinde öğrenciyken zorlayıcı bir hocayla yollarının kesişmesi ve bu noktadan
sonra mükemmele ulaşmak istemesi olarak özetlenebilir. Filmi izlemeden evvel
konusunu okuduğumda Darren Aronofsky imzalı 2010 yapımı Black
Swan’a benzeyebileceğini düşünmüştüm. Bu yazının konusunu da bu iki filme
birlikte bakmak oluşturuyor. Bu birlikte bakma hususunun odağını ise, filmlerin
adları, beden algısı, ‘kendini aşma’ meselesi ve rekabet konularında
sınırlandıracağım. Yazı filmler hakkında tespitler üzerine olduğundan
izlemeyenler için spoiler içerebilir.
Öncelikle iki filmin başlığından hareket etmek istiyorum. Whiplash
kelimesinin Türkçe karşılığı sözlüklerde “ani ve sarsıcı duygu”, “kırbaç
darbesi”, “kamçı ucu”, ve hatta “araba kazasında kafa ve omurganın şiddetle sarsılmasından
ileri gelen travma” gibi ifadelerle tanımlanıyor. Öte yandan, Whiplash ifadesi müzik
dünyası tarafından benimsenmiş bir ifade hem albüm ismi olarak hem deşarkı ismi
olarak kullanılmış. Metallica’nın aynı adlı şarkısı zannediyorum en ünlü
olanlarından. Bu isimde pek çok film de çekilmiş. Ancak filmde geçen, genç
bateristimizin çaldığı parça Whiplash Hank Levy tarafından yazılmış, Don Ellis
orkestrası tarafından seslendirilmiş parça. Black Swan- Siyah Kuğu filminde New
York balesinde balerin olan Nina’nın Kuğu Gölü balesinde birbirine zıt iki
karakter olan beyaz kuğu ve siyah kuğuyu canlandırması istenmektedir. Film aynı
performansta yer alan masum ve şehvetli zıtlığı üzerine kurulu bu iki karakteri
aynı anda canlandırmanın Nina’nın ruh sağlığı üzerindeki etkilerine odaklanır.
Bu süreçte Whiplash’e benzer bir biçimde Nina’nın da “potansiyelini” zorlayan
ve bunu, kadının içindeki şehveti ortaya çıkarmak için cinselliğine vurgu yapan
bir hocası bulunmaktadır. Filmin başlığı Siyah Kuğu, bu açıdan bakıldığında
karakterin hali hazırda içinde yer alan ancak keşfedemediği karanlık yönüne
işaret eder ve filmin kurmacası bu siyah tarafın ortaya çıkışı ve bunun “başarıya”
ulaşması üzerine inşa edilir.
İlk olarak Whiplash filmi boyunca, ana karakterimizin bateriyle, müzikle
ve hocasıyla olan ilişkilerini ortak kesen nokta bir “kendini aşma”, kendisinde
varolduğuna inandığı bir “potansiyeli ortaya çıkarma” meselesi. Bu noktada,
kelimenin verilen tüm anlamları filmin konusuyla örtüşüyor. Karakterimiz, siz
nasıl tanımlarsanız tanımlayın “daha iyi çalmak”, en çok da “daha hızlı çalmak”
üzerinden giden anlatıda, bir nevi kendini kırbaçlıyor ve seyirci filmin genel
anlatısında, o kırbacın hocanın üsteleyici/ zorlayıcı/ sınırsız tavır ve
davranışları sebebiyle elinde olduğunu düşünüyor. Oysa, bu filmde ortaya
konulan birey, tüm dış etkene rağmen ve ek olarak, kendisine acı çektirmek
pahasına, kendini kamçılıyor. Kendine yöneltilen şiddeti içselleştiren
karakterimiz, aslında kendinde varolduğunu düşündüğü, “kendini” ortaya çıkarmak
için (ve bu amacını sürekli filmin çeşitli yerlerinde de yineleyerek) kendine
şiddet uyguluyor. Benzer bir biçimde, Nina’nın hocasıyla arasında olan ilişkide
de hoca, zorlayıcı ve yer yer seyircinin hoşlanmadığı/nefret ettiği/ yahu bu
kadar da olur mu dediği bir karakter. Filmi izleyeli çok oldu ama hatırladığım
kadarıyla, en nihayetinde Nina’ya içindeki “şehveti”, cinselliği keşfetmesi
için kendine mastrubasyon yapmasını öğütleyen bir hoca. Fakat yine bu dış
etkenin tetiklemesiyle de olsa, Nina içinde var olduğuna inandığı bir yönünü
veya potansiyelini diyelim ortaya çıkarma sürecinde bocalıyor/ zorlanıyor, bir
dönüşüm geçiriyor ve var olan pembelerden, oyuncak bebeklerden oluşan odasına,
rutin anne-kız ilişkisine veda ederek, filmde aslında ‘siyah’ olarak
nitelendirilen cinselliğini keşfediyor.
Benim ilgimi çeken kısmı, her iki filmde de, sac ayağını benlik, beden
ve sanat pratiğinin oluşturması. Whiplash’te sanat Andrew’ın enstrumanına
(bateri) hükmetme çabası üzerinden temsil edilirken, Black Swan’da bale
sanatının icrasında enstruman Nina’nın bedeni. Ancak bu farklılığa rağmen
Andrew ve Nina’nın arzularını gerçekleştirmesinin odağında bedenlerinin
potansiyelini zorlamaları yatıyor. Andrew bateri çalmaktan ellerini kanatırken ve
tempoya uymaya çalışırken tüm bedeninin sınırlarını zorlarken, Nina provaları
sırasında ayaklarını zorluyor. Her iki filmde de bu uzuvların çektiği fiziksel
acı, karakterlerin yaşadığı hırsı, yenilmeme, bedenine yenik düşmeme arzusunun
boyutunu sergilediği kadar, bedene hükmederek başarıya giden yolda onu bir
enstruman olarak en verimli şekilde kullanmayı temsil ediyor. Bu mesele başlı
başına benim için iki filmi de anlamlı kılan öğelerden en önemlisi. Çünkü, bu
filmlerin anlatısı aslında günümüz dünyasının beden algısına dair de çok şey
söylüyor. Bir nevi “başarılı” olmak için bedenin bizi “sınırlıyor” olduğu
duygusundan/ algısından kurtulmak ve onu aşmak gerekir düşüncesi üretiliyor.
Öte yandan bu acıyı çekmek sizi ayrıcalıklı kılan özelliklerinizden biri olarak
tanımlanıyor. Bedenin potansiyeli “hız” kavramı üzerinden temsil ediliyor. Bu
da aslında finans kapitalinin egemen olduğu dünyanın en önemli söylemlerinden
biri olan “hız” ın beden algısındaki tezahürü diyebiliriz. Hız, Whiplash’te çok
baskın bir biçimde bateri çalma hızı üzerinden gösterilirken, Black Swan’da
Nina’nın dönüş hızıyla temsil edilmişti. Öte yandan hız unsuru, bedenin
sınırlarını en iyi gösteren kalp atışıyla da ilişkili bir biçimde ortaya
konuyor.
Bedenini zorlayan karakterlerin ter dökmesi, Nina’nın kendini
yolması/kanatması, Andrew’ın ellerinden kanlar akarken bateri çalmaya devam
etmesi ve buzun içine koyarak zorlamayı sürdürmek istemesi bir yandan kendi
kimliklerini kurmaya yönelik işaretler içeriyor, bir yandan da bu kimlik
bozma/dönüşüm/ yeniden kurma pratiği kalp atışındaki hız dönüşümleriyle ifade
ediliyor. Jazz ile kalp ritmi arasındaki bağa dair merak edenler Adorno
okuyabilir. Müzikal açıdan değerlendirmemin yetersiz kalabileceği düşüncesiyle
yalnızca şunu söylemekle yetineceğim: yükselen kalp hızıyla temsil edilen “zirve”
“mükemmele erişme”, “potansiyeli ortaya çıkarma” anı yani temponun zirve
yaptığı yer yani bedenin sınırının en üst seviyesi “başarı” düşüncesiyle eşitleniyor.
Bir diğer deyişle başarılı olmak isteyen sınırlarını zorlasın, kendi hızıyla
yetinmesin, hızlı olsun, bedenini zorlasın. Bir diğer deyişle, mükemmele
erişmek isteyen Whiplash’te Fletcher’ın sözleriyle ifade edildiği gibi asla bir
“aferin’e” (good job’a takılmasın) mesajını veriyor. Burada lafı fazla
dolandırmadan buna bağlı olarak ‘rekabet’ unsuru üzerinde durmak istiyorum. Her
iki filmde de rekabet, bir nevi kamçı görevi görüyor. Nina’nın, siyah kuğuyu
canlandıran Lily’e karşı hem arzu duyması hem de tahammülsüzlüğünün zirve
noktası filmin finalinde görülüyor. Her ne kadar bir kendini aşma hikayesi
olarak sunulsa da her iki film de eş zamanlı olarak rakipler tarafından “kamçılanarak”
onları da aşmayı da içeriyor. Böyle bakıldığında rekabet olması “zorunlu” ancak
bir o kadar da “en iyi” olabilmek için aşılması gereken bir unsur olarak ortaya
çıkıyor. Bu durumda da rakiplerin yok edilmesi elbette ki mübah görülüyor.
Son olarak her iki filmin de New York’ta geçmesi üzerine bir şeyler söylemek
istiyorum. Evet, her iki film de New York şehrinde ve New York şehrinin
prestijli sanat kurumlarında geçiyor. Bu mekan seçimi elbette ki tesadüfi
değil. Yukarıda sözünü ettiğim hırs, rekabet, bedenin sınırlarını aşma,
başarılı olma, “sıradan” ve “başarısız” olanların arasından, gerekirse kendine
şiddet uygulayarak ve herhangi bir şeye “bağımlı” olarak ne pahasına olursa
olsun sıyrılma hadisesi küresel kapitalizmin merkezi olan New York’ta doruğa
ulaşıyor ve yine bu kentten dünyaya yayılıyor. Bu nedenle de her iki filmde de
bahsi geçen sanat kurumlarının New York’un ve böylelikle de dünyanın en “gözde”
ve “en iyi” olduğu iddiasının sunulması şaşırtıcı değil. Çünkü bu paralellik de
tüm bu temaların son yıllarda öne daha da fazla öne çıkıyor olması gibi egemen
ideolojiye çok güzel hizmet ediyor. Amerikan sinemasının daha evvelki gözde
temalarından olan “loser” dan dış görünüşünü değiştirerek popüler çocuğa/kıza
evrilen karakter yerine, sisteme, kendi bedeninin sınırlarını zorlayarak her ne
pahasına olursa olsun entegre olan ancak bunu “ben” i öne çıkararak yapan
kazanır iddiası alıyor ve filmler üzerinden yeniden üretilerek
meşrulaştırılıyor.
Gözde Çerçioğlu Yücel
21.02.2015