Sabahleyin, kağıttan stor perdelerin üzerine iki blok ötedeki binanın sınırlarının yansımasına eşlik eden bülbül sesleriyle uyandım. Bir gün öncesinin günbatışında birbirleriyle konuşan kuşların gözlerimi huzurla dolduran neşesi, gün doğumunda, kalbimde tatminkar bir kıpırdanmaya dönüştü. New York'u bırakacağımız kesin dönüş tarihimiz her geçen gün daha da yaklaşıyor. Bu son ayımızda bu zamana kadar, Türkiye'den kilometrelerce uzakta olmamıza rağmen gölgesini taşıdığım sıkıntılar, öfkeler, yılgınlıklar, yorgunluklar ve isteksizlikler yerini yaklaşmakta olan ayrılığın tanıdık ancak bilinmedik hüznüne bırakıyor. Pencereden sızan ışık, metrodan indikten sonra "evimize gelmiş gibi olmamız", marketlerden yapılan alışverişler, çıktıkça bitmeyen dar ve kirli apartman merdivenleri, asla silinemeyen yukarıya doğru açılan pencerelere karşı duyduğum takıntılı hisler, evdeki iki kilimin üzerindeki şekiller, kapısının yarısı açılan gömme dolap ayrı bir kişiliğe bürünüyor.
Şansımıza çok ağır yaşanan iki kışın ardından, o asla yeşermeyecek gibi görünen ağaçların, birkaç gün içinde en güzel parfümlere dönüşmesi, yenilebilir bir bahçede yürüyor hissi veren lezzetli kokuları, siyah paltolarından kurtulan kadınların ve adamların engin bir çeşitlilik içinde kuaför salonunda karıştırılan moda dergilerindeki sayfalardan çok daha ilham verici olması şüphesiz ki çoğunlukla ilkbahardan. Bu en sevdiğim mevsimin, canlılığından, renklerinden, kokularından ve gökyüzüne verdiği eşsiz gün ışığından.. Ancak, New York Şehri'nin rolünü es geçemeyeceğim.
Son iki haftadır yoğun bir şekilde eğer "New Yorker " yani New York'lu diye bir şey varsa hakikaten onun giriş dersini vermişim gibi hissediyorum. Dün, sanki sokaklarda başka türlü yürüdüm, kütüphanedeki güvenlik görevlisine muhabbet açtım. Bugün, dönüş yakın diye hiç yapmadığımız turistik aktiviteleri yapalım diye çıktığımız sokaklardan banklarda oturarak, bahçelerde çimlere uzanıp topla oynayan çocukları izleyerek, akşamına da rastgeldiğimiz film festivalinin ücretsiz açık hava belgeselini izleyerek döndük. Yaşadığımız şehirde seyahate çıkmış gibi hissetmemize rağmen, bana kalırsa New York bizi yabancı görmüyor, biz de onu görmüyoruz. Burada uzun uzun kışlar geçirmemize rağmen, New York sanki, yaz tatilinde tanışıp, ayrılacağını bile bile aşık olduğumn; ama yaşadığım şehre döndüğümde asla aynı olmayacağını bildiğin ve sana kişisel bir olgunluk getiren ve derinleştiren bir sevgili gibi..
Öğretmeni olmayan bu derse başlarken çok heyecanlıydım. New York'a ve hatta Amerika'ya yaşamak için gelen pek çok insanın, çokça olumlayıcı pek çok önyargı içeren tutumlarını taşımıyordum. 20'li yaşlarımın başında, Yakup Kadri'nin Senihası'nın hayatını düzeltmek için Avrupa'ya gitme sevdasının Amerika versiyonuna da tutulmamıştım. Evet, içinde bulunduğum neredeyse her şeyi bırakmayı çok ama çok istiyordum. Öğrenim hayatımın son 3-4 yılı içinde sıkça dillendirdiğim hatalı doktora kararından, onun sonuçlarından, istediğim kişi olamamanın verdiği sorulardan ve çözümsüz yanıtlarından... Fakat New York'a benim değil, Ö.'nin yapacağı bir şey için geliyor olmamıza rağmen, içimde varolduğuna inandığım ve bu zaman kadar çıkması için ya doğru yerlerde olmadığıma ya da doğru insanlarla karşılaşmadığıma dair bir inanca kapıldığım, yaratıcılığın, ortaya çıkacağına dair bir umudum vardı. Elbette, maddi manevi türlü kaygılarım vardı buraya gelirken. Bunların pek çoğu "yerliymiş", pek çoğu da yersiz.
Geçtiğimiz aylarda, Amerika'da yaşayan, Türkiye'den gelen bir kadının yazısında da okuduğum gibi, hiçbir şey gezi kitaplarında tasvir edildiği gibi değil, bırakamadıkların hep peşinden geliyor, bir mekana ait olma hissini yeniden sorguluyorsun ve en çok da sen uyurken, bu yedi saatlik farkla dünyayı deneyimleme sürecinde sevdiklerine bir şey olursa kaygısını taşıyorsun. Dediğim gibi kaygılarımın bazıları ne yazık ki gerçek oldu. Ben buradayken ve hatta baharda parkta yürüyüşe çıkmışken, nenem ayrıldı bu dünyada. Oysa ben o telefonu elime alana kadar, ve bir facebook postundan öğrenene kadar gittiğini. Hala bu yüzden, sanal geliyor ölümü. Ailemizden bu iki yıl içinde başka kayıplarımız da oldu ve biz her defasında "sonradan" öğrendik ve üzüntü duyduk.
Fakat, tüm bunlara rağmen, bazen hangi yılda olduğumuzu unutacak kadar, bir masalın içinde yaşıyormuş gibi hissediyorum ve bu masal kitabımı başka çocuklar okusun diye bağışlayacağımı da biliyorum. Son on yılımı ikişer senelik dilimlerde farklı şehirlerde veya farklı muhitlerde geçirdim. Son 10 yıldır İstanbul hasreti çekiyorum, hala da bitmedi. Ancak, aidiyet ve ev kavramları gittikçe bulanıklaşırken, insan yoğun yaşanan duygular ve mekansal duygulanımlar üzerinden yeni aidiyetler inşa ediyor diye düşünüyorum.
Böyle hisler içindeyken buranın bana kattıklarını/ öğrettiklerini düşünüyorum.
Zaman zaman çalışmayan trenleri, tıpkı Metrobüse gibi yolculuk ettiğiniz tıklımtıkış yolculuklarına rağmen, işleyen bir sistemin varlığının, günlük hayata dair sıkıntıları ne kadar azaltabileceğini,
Yerel yönetim denen yapılanmaların insan hayatını çok büyük bir şekilde etkilediğini ve yerel yönetimin "insani" olabileceğini,
Binaların egemenliğinde olduğu önyargısıyla geldiğim bu şehirde, hayatımda ilk kez doğanın döngüsünü her yönüyle yaşayarak, insanın hayatında bir ağacın, topğrağın, bir çiçeğin, bir kuş sesinin ne kadar gerekli ve yeri doldurulamaz bir mucize olduğunu,
Tüketim ve pazarlama konusunun boyutlarını ve bir o kadar gelir eşitsizliğinin vardığı noktayı
sosyal bir devletin yokluğunda yoksulluğu, dünyanın en iyi tedavilerinin uygulanabileceği bir memlekette insanların bu tedaviye erişimin bir o kadar kısıtlı olduğunu,
bir cent in bile değerli olduğunu,
Bir zaman makinesi olsa 1930'ların Türkiye'sinden 1930'ların New York'una gelmeyi isteyebileceğimi,
New York sokaklarında kedilerin olmadığını, köpeklerin kışın ayakkabı giydiklerini,
Asya kökenli bebeklerin aşırı tatlı olduklarını, Çin yemeğinin çok ucuz olduğunu, Harlem'in sokaklarında "hayat" olduğunu, Güney Amerikalıların ve siyahların halen gelir dağılımında ve toplumsal hayatta beyazlarla eşit koşullarda olmadıklarını, siyahlar olmasa New York'un asla "New York" olamayacağını, bu kadar ekonomik gelişmişliğe rağmen, hizmet sektöründe halen eski yöntemlerin uygulandığını, kart ve bilgi hırsızlığının çok olduğunu,
New York'un sokaklarının asıl sahiplerinin hamam böcekleri ve fareler olduğunu,
İnsanın yaratıcılığının takdir edildiğini, bayramların, etkinliklerin yalnızca pazarlama için olmayabileceğini, insanların bu etkinliklerde kolektif hareket edebileceklerini,
hayır işlerinin daha çocuk yaşta pratikler arasına girdiğini,
insanların insanlara önceden belirlenmiş sınırlı zamanlarla vakit ayırdıklarını, ayaküstü edilen beş dakikalık sohbetler için dahi karşıdaki insana teşekkür notu gönderilmesi gerektiğini, ve tabii teşekkür kartlarını,
üniversite konutlarında oturmamıza rağmen, her apartmanda en az bir deli olduğunu,
epey yangın çıktığını bu nedenle itfaiyeye ve itfaiyecilere duyulan abartılı hayranlığın yersiz olmayabileceğini
daha bir sürü şey işte..
Burada biz bir günü kapatırken, siz yeni bir güne uyanırken, yerlere piknik örtülerini serip veya sermeyip kırlarda uzanabileceğimiz, bir ağacın çiçeklerinden gelen kokuyu içimize çekebileceğiniz, ve çimlerde otururken ne kadar berbat bir yönetimin, eğitimin, hizmetin ve siyasetin içinde olduğumuzu konuşmayacağımız ve uzanırken etraftan, fısıldaşmalar, öpüşmeler, kuş cıvıltıları, kardeşlerin neşeli oyanşma seslerinin geleceği ve bir ağaç gölgesi bulmak için saatlerce yollarda sürünmeyeceğimiz günler diliyorum. Gönülden istiyorum.
Kalın sağlıcakla,
Gözde Ç.
* US: ABD
NRA: Non-Resident Alien -Amerika Birleşik devletlerine öğrenci veya öğrenci ailesinden biri olarak geldiğinizde sizin için kullanılan tanımlama-
Şansımıza çok ağır yaşanan iki kışın ardından, o asla yeşermeyecek gibi görünen ağaçların, birkaç gün içinde en güzel parfümlere dönüşmesi, yenilebilir bir bahçede yürüyor hissi veren lezzetli kokuları, siyah paltolarından kurtulan kadınların ve adamların engin bir çeşitlilik içinde kuaför salonunda karıştırılan moda dergilerindeki sayfalardan çok daha ilham verici olması şüphesiz ki çoğunlukla ilkbahardan. Bu en sevdiğim mevsimin, canlılığından, renklerinden, kokularından ve gökyüzüne verdiği eşsiz gün ışığından.. Ancak, New York Şehri'nin rolünü es geçemeyeceğim.
Son iki haftadır yoğun bir şekilde eğer "New Yorker " yani New York'lu diye bir şey varsa hakikaten onun giriş dersini vermişim gibi hissediyorum. Dün, sanki sokaklarda başka türlü yürüdüm, kütüphanedeki güvenlik görevlisine muhabbet açtım. Bugün, dönüş yakın diye hiç yapmadığımız turistik aktiviteleri yapalım diye çıktığımız sokaklardan banklarda oturarak, bahçelerde çimlere uzanıp topla oynayan çocukları izleyerek, akşamına da rastgeldiğimiz film festivalinin ücretsiz açık hava belgeselini izleyerek döndük. Yaşadığımız şehirde seyahate çıkmış gibi hissetmemize rağmen, bana kalırsa New York bizi yabancı görmüyor, biz de onu görmüyoruz. Burada uzun uzun kışlar geçirmemize rağmen, New York sanki, yaz tatilinde tanışıp, ayrılacağını bile bile aşık olduğumn; ama yaşadığım şehre döndüğümde asla aynı olmayacağını bildiğin ve sana kişisel bir olgunluk getiren ve derinleştiren bir sevgili gibi..
Öğretmeni olmayan bu derse başlarken çok heyecanlıydım. New York'a ve hatta Amerika'ya yaşamak için gelen pek çok insanın, çokça olumlayıcı pek çok önyargı içeren tutumlarını taşımıyordum. 20'li yaşlarımın başında, Yakup Kadri'nin Senihası'nın hayatını düzeltmek için Avrupa'ya gitme sevdasının Amerika versiyonuna da tutulmamıştım. Evet, içinde bulunduğum neredeyse her şeyi bırakmayı çok ama çok istiyordum. Öğrenim hayatımın son 3-4 yılı içinde sıkça dillendirdiğim hatalı doktora kararından, onun sonuçlarından, istediğim kişi olamamanın verdiği sorulardan ve çözümsüz yanıtlarından... Fakat New York'a benim değil, Ö.'nin yapacağı bir şey için geliyor olmamıza rağmen, içimde varolduğuna inandığım ve bu zaman kadar çıkması için ya doğru yerlerde olmadığıma ya da doğru insanlarla karşılaşmadığıma dair bir inanca kapıldığım, yaratıcılığın, ortaya çıkacağına dair bir umudum vardı. Elbette, maddi manevi türlü kaygılarım vardı buraya gelirken. Bunların pek çoğu "yerliymiş", pek çoğu da yersiz.
Geçtiğimiz aylarda, Amerika'da yaşayan, Türkiye'den gelen bir kadının yazısında da okuduğum gibi, hiçbir şey gezi kitaplarında tasvir edildiği gibi değil, bırakamadıkların hep peşinden geliyor, bir mekana ait olma hissini yeniden sorguluyorsun ve en çok da sen uyurken, bu yedi saatlik farkla dünyayı deneyimleme sürecinde sevdiklerine bir şey olursa kaygısını taşıyorsun. Dediğim gibi kaygılarımın bazıları ne yazık ki gerçek oldu. Ben buradayken ve hatta baharda parkta yürüyüşe çıkmışken, nenem ayrıldı bu dünyada. Oysa ben o telefonu elime alana kadar, ve bir facebook postundan öğrenene kadar gittiğini. Hala bu yüzden, sanal geliyor ölümü. Ailemizden bu iki yıl içinde başka kayıplarımız da oldu ve biz her defasında "sonradan" öğrendik ve üzüntü duyduk.
Fakat, tüm bunlara rağmen, bazen hangi yılda olduğumuzu unutacak kadar, bir masalın içinde yaşıyormuş gibi hissediyorum ve bu masal kitabımı başka çocuklar okusun diye bağışlayacağımı da biliyorum. Son on yılımı ikişer senelik dilimlerde farklı şehirlerde veya farklı muhitlerde geçirdim. Son 10 yıldır İstanbul hasreti çekiyorum, hala da bitmedi. Ancak, aidiyet ve ev kavramları gittikçe bulanıklaşırken, insan yoğun yaşanan duygular ve mekansal duygulanımlar üzerinden yeni aidiyetler inşa ediyor diye düşünüyorum.
Böyle hisler içindeyken buranın bana kattıklarını/ öğrettiklerini düşünüyorum.
Zaman zaman çalışmayan trenleri, tıpkı Metrobüse gibi yolculuk ettiğiniz tıklımtıkış yolculuklarına rağmen, işleyen bir sistemin varlığının, günlük hayata dair sıkıntıları ne kadar azaltabileceğini,
Yerel yönetim denen yapılanmaların insan hayatını çok büyük bir şekilde etkilediğini ve yerel yönetimin "insani" olabileceğini,
Binaların egemenliğinde olduğu önyargısıyla geldiğim bu şehirde, hayatımda ilk kez doğanın döngüsünü her yönüyle yaşayarak, insanın hayatında bir ağacın, topğrağın, bir çiçeğin, bir kuş sesinin ne kadar gerekli ve yeri doldurulamaz bir mucize olduğunu,
Tüketim ve pazarlama konusunun boyutlarını ve bir o kadar gelir eşitsizliğinin vardığı noktayı
sosyal bir devletin yokluğunda yoksulluğu, dünyanın en iyi tedavilerinin uygulanabileceği bir memlekette insanların bu tedaviye erişimin bir o kadar kısıtlı olduğunu,
bir cent in bile değerli olduğunu,
Bir zaman makinesi olsa 1930'ların Türkiye'sinden 1930'ların New York'una gelmeyi isteyebileceğimi,
New York sokaklarında kedilerin olmadığını, köpeklerin kışın ayakkabı giydiklerini,
Asya kökenli bebeklerin aşırı tatlı olduklarını, Çin yemeğinin çok ucuz olduğunu, Harlem'in sokaklarında "hayat" olduğunu, Güney Amerikalıların ve siyahların halen gelir dağılımında ve toplumsal hayatta beyazlarla eşit koşullarda olmadıklarını, siyahlar olmasa New York'un asla "New York" olamayacağını, bu kadar ekonomik gelişmişliğe rağmen, hizmet sektöründe halen eski yöntemlerin uygulandığını, kart ve bilgi hırsızlığının çok olduğunu,
New York'un sokaklarının asıl sahiplerinin hamam böcekleri ve fareler olduğunu,
İnsanın yaratıcılığının takdir edildiğini, bayramların, etkinliklerin yalnızca pazarlama için olmayabileceğini, insanların bu etkinliklerde kolektif hareket edebileceklerini,
hayır işlerinin daha çocuk yaşta pratikler arasına girdiğini,
insanların insanlara önceden belirlenmiş sınırlı zamanlarla vakit ayırdıklarını, ayaküstü edilen beş dakikalık sohbetler için dahi karşıdaki insana teşekkür notu gönderilmesi gerektiğini, ve tabii teşekkür kartlarını,
üniversite konutlarında oturmamıza rağmen, her apartmanda en az bir deli olduğunu,
epey yangın çıktığını bu nedenle itfaiyeye ve itfaiyecilere duyulan abartılı hayranlığın yersiz olmayabileceğini
daha bir sürü şey işte..
Burada biz bir günü kapatırken, siz yeni bir güne uyanırken, yerlere piknik örtülerini serip veya sermeyip kırlarda uzanabileceğimiz, bir ağacın çiçeklerinden gelen kokuyu içimize çekebileceğiniz, ve çimlerde otururken ne kadar berbat bir yönetimin, eğitimin, hizmetin ve siyasetin içinde olduğumuzu konuşmayacağımız ve uzanırken etraftan, fısıldaşmalar, öpüşmeler, kuş cıvıltıları, kardeşlerin neşeli oyanşma seslerinin geleceği ve bir ağaç gölgesi bulmak için saatlerce yollarda sürünmeyeceğimiz günler diliyorum. Gönülden istiyorum.
Kalın sağlıcakla,
Gözde Ç.
* US: ABD
NRA: Non-Resident Alien -Amerika Birleşik devletlerine öğrenci veya öğrenci ailesinden biri olarak geldiğinizde sizin için kullanılan tanımlama-
kaleminize yüreğinize sağlık :)
YanıtlaSil