Salgınla geçirdiğimiz 3 ayda ev ve sokak, iş ve diğer tüm kamusal alanlar belleklerimizle çatışan bir şekilde günlük hayatta yeniden tanımlanıyor. Ve bu tanımlamaları uyguladığımız pratiklerle ya da bu süreçte asıl itibariyle yapamadıklarımız üzerinden yeniden tanımlıyoruz diye düşünüyorum. Bu sebeple bu sürecin en önemli sloganlarından biri olan #evdekal üzerinden kişisel tarihime biraz bakmak istedim.
Öncelikle şu soruyla başlayalım? Ne zaman evde kalırdınız? Bu soru da kentlerde ve küçük yerleşim yerlerinde olanlar için farklı cevaplar türetebilir. Sokağa çıkmak istemediğinizde, dışarda işiniz olmadığında, evin rahatlığında vakit geçirmek evle ilgili işleri yapmak istediğinizde, evde çalışmayı arzu ettiğinizde, dinlenmek istediğinizde mi? Seçimli evde kalışlar listesi uzar da gider. Bir de zorunda evde kalışlar var.. Örneğin hastaysanız, dışarıdaki dünya size dışarı çıkmanız için hiçbir kolaylık sağlamıyorsa ve engelliyseniz, yaşlıysanız, yürümeniz zorsa, dışarı çıksanız dahi eğlence amacıyla dışarıda vakit geçirecek ve serbest zaman için dışarda tüketime ayıracak bir bütçeniz yoksa..
Başlı başına ev, kamusal-özel ayrımında özeli temsil eden, ataerkil toplum yapısı içinde öncelikli olarak kadınla özdeşleştirilen ve ekonomik olarak bakıma muhtaçla ilişkilendirilen bir alan. Evde kalmak da her şeyde olduğu gibi toplumsal cinsiyet algılarımızla şekillenen bir edim. Bu sorunlu ilişkilendirme yetmiyormuş gibi "kızın evlenme çağı geçmiş olmak" anlamında kullanılan "evde kalmak" da yine kadınları evlenmedikleri için küçümseyen, seçilmeyen, beğenilmeyen kadın evde kalır önermesini de içeren bir ifade. Kısacası ev ve kadınlık durumunu bir arada değerlendirdiğinizde erkek egemen bir söylemle muhatap olmamak, toplumsal cinsiyet rolleri, kadının annelik ile sınırlandırılan varlığı v.b. konularla da bir tartışmaya girmek olanaksız. Ben bunları burada sınırlarımı aşacağı için bu aşamada yapmayacağım. Ancak bir kadının kişisel tarihine bakmanın da bu konulardan bağımsız olmadığını hatırlatmak isterim.
Böyle bir belleğin üzerine, salgınla birlikte, insanları dışarıya yönlendiren dışarıda hayat var sloganı gitti, yerine hayat eve sığar ve evdekal sloganları geldi. Dışarıda insanı ölüme dahi götüren görünmez bir düşman ve kaçınması tam olarak mümkün olmasa da ondan korunmanın tek yolu da evde kalmak yaygın bir biçimde hayatlarımıza nüfuz etti. Eve yüklenen yeni (?) anlamlar ile birlikte kendini izole etmek, hatta ve hatta aynı evin içinde dahi ayrı alanlara çekilmek, kendi küçük kişisel kapsüllerimiz içinde korku ve endişeyle toplumsal kalkanlar örmenin mekanı ev olarak çizildi. Belki bir kısmımız için zaten öyleydi. Kimileri karantinadan önce de karantina hayatlar yaşadıklarını belki bu süreçte farketti.
Kimileri için zulmün ta kendisi, kimi varlıklı ve kendi iç dünyasına yolculuk ettiğinde yoksulluk, yoksunluk, hastalık, geçim derdi ve iş kaygısı gibi ayrı virüslerle karşılaşmayanlar için ise kendine ayıracakları zaman oldu. Evde kalmak ve karantina, hashtag ortaklığı dışında müstakil, bahçeli evlerdebevlerde tatil gibi yaşandı.
Oysa büyük şehirlerin küçük evlerinde, birbirine bakan binalarda, göğü bile zor görüyorken bir konserve gibi hissetmemek üstelik evdeki nüfusa yetememek başka bir deneyim...
Öte yandan, evde kalmak, bir tercihmişçesine gösterildi. Elbette, evde kalabileceği halde, sokağa çıkıp, ya umarsızca ya da salgını yeterince ciddi görmeyerek gezmeyi tercih edenler için değil bu sözüm ama evde kalmak bazıları için bir tercih değildi. Aksine, bazı ülkelerde yalnızca "key sectors" ifadesi altında tanımlanan iş kollarında çalışanların yaşadığını ülkemizde hemen hemen her sektörden milyonlarca insan yaşamak durumunda kaldı.
Bir yandan iktidar evde kal sloganının promosyonunu yaparken bir yandan ekonomiyi çevirmeye çalıştığından, evde kalma tercihini asla yapamayan ve yapamayacak olan çalışan kesiminin büyük bir kısmı için evdekal sloganını tekrar tekrar duymak ve bu kadar egemen bir baskıyla iş ortamında olmak pek çok insanı zorlu bir psikolojiyle baş etmek zorunda bıraktı.
Çok büyük bir kesim, hastalığa dair korku ve kaygılarla iş ortamında olmayla ve üstelik evde bakıma muhtaç çocuklarıyla, büyük anne ve babalara bıraksalar onlara zarar veririm kaygısıyla baş etmek zorunda kaldı.
Var olan ekonomik eşitsizliklerin, kültürel farklılıkların, kaygıların ve korkuların, yaş ve cinsiyet temelli ayrımların, iş verenlerin, iş sağlığı ve güvenliği konusuna verdiği önemin ne olduğunun altını çizen bir süreç oldu salgın ve evde kalmak da ev de bu sürecin en önemli sembolik göstergesi..
Ben, hayatımın çeşitli dönemlerinde evde kaldım. Her biri de kendi içinde sıkıntılı geçen dönemlerdi ve kendine has bunalımları oldu. Aşağıda bahsedeceğim. Ancak bu evde kalışım hali hazırda var olan kaygı ve korkularımın daha güçlü bir şekilde açığa çıkmasına neden olan, vicdani sorumluluğum gereği evde kaldığım dönemde de evde kalamayanlara karşı mahçup olduğum ve sonunda da evde kaldığım dönemde girdiğim karanlıktan sıyrılmaya büyük bir gayret göstererek işe döndüğüm bir dönem oldu.
Yakın geçmişime bakılacak olursa bu evde kalmalardan ilkini doktora tezimi yazarken yaşadım. Ankara'daydım evde yalnızdım. 2014 yılının sıcak yaz günlerini eşim ABD'deyken ısrarla bitirmek istediğim tezimle mücadele ederek geçirdim. Temmuz- Ekim ayları arası yalnızca temel ihtiyaçlar için dışarı çıkarak, uyuyamayarak ve her gün ayrı bir sorgulamayla, düşlerimde paragraflar yazarak, vücut ağrılarıyla geçmişti. Üstüste geçirilen üst solunum yolu enfeksiyonları, bitmeyen antibiyotik kullanımları, ağrılar, kaygılar... Sokak, ve dışarıdaki hayat davetkar, Amerika davetkar ancak tezi bitirmelisin. Geceler gündüzlere karışıyor. Uykuyla uyanıklık arası zihnim durmadan çalışıyor, asla çıkamayacağım bir labirentte gibi sözlerin, bölümlerin, başlık ve alt başlıkların arasında kayboluyorsun. Çıkmıyorsun. Günlerce evde. Sıcak. Tezden geçmeme karşın, hayattan yeniden zevk almaya başlamam Ekim'de ABD'ye gidişimin ardından Ancak Aralık sonunda noel ve ardından yeni yılda gerçekleşmişti.
İkinci evde kalışım, hamileliğim sırasında 1 yıl sonra yine yazı Ankara'da evde geçirmemdi. Apartmanda mantoloma yapılması hafızamda derin izler bırakmış. İş yok. Hamilesin. Hava çok sıcak. 6. katta camların önünde sürekli işçiler geçiyor. Balkonunda yuva yapan güvercinin yuvasını bozmamışsın. Balkona çıkamıyorsun. Çıksan da matkap, toz, güvercin... Sonra güvercin yavruları çok yoğun bir yağmurda onları korumaya çalışmaya rağmen ölüyor ve sen hamilesin.. Ağlıyorsun. Sıcak. İskele üzerinde düşecekler mi diye duyduğum endişe bir yandan. Evde yatsan yatamıyorsun, otursan oturamıyorsun camdan biri pat diye karşına çıkacak diye... Arada pencereden işçilere çay uzatıyorsun, 2 ayın böyle geçiyor. Haziran'da Diyarbakır'da, Temmuz'da Şanlıurfa Suruç'ta IŞİD terör saldırısı... Arada kısacık ama kısacık bir tatil yapalım diyoruz. Tatilin ilk gününde otele varış. Akyarlar'dasın. Karnında büyümekte olan bebeğin artık iyice belirginleşmiş, karşılayan görevli biliyor musunuz diyor 3 yaşındaki bir çocuğun cansız bedeni kıyıya vurdu! Suriye'deki iç savaştan kaçan bir ailenin 3 yaşındaki bebeği Aylan...Sarsıyor. Beni ve dünyayı...
Yaz bitiyor daha bu işin Aralık sonuna kadar yolu var. Arada çıkmalar, dışarıda dolanmalar ama sıcak. Bir yandan fiziksel olarak büyüyorsun. Yürüme mesafesinde gidilecek, sosyalleşecek bir alan yok. Çoğunlukla yalnızsın. Arkadaşların işte, okulda, farklı yerlerde, ailen İstanbul'da. Yalnızsın. Derken Ekim'de Emek, Demokrasi, Barış Mitinginde Ankara Garı'nda canlı bomba saldırısı oluyor. Yüzlerce insan bu dehşeti yaşıyor. Onlarcası ölüyor. Evdesin. Üzülüyorsun. Çok üzülüyorsun. Korkuyorsun. Dışarıdan korkuyorsun. Tren, otobüs.. hepsi birer risk... hepsi bir korku aracı. Gidemiyorsun bir yere. Bekleyiş. Bir yandan tatlı, neşeli ve heyecanlı bir yandan endişeli. Gittikçe büyüyorsun.
Üçüncüsü, doğum ve anneliğin ilk yılı. 2015 Aralık'ta anne olmanın ardından evde kalıyorsun. Bebeğin var. Yeni bir hayat... Bir mucizeyle an be an yaşıyorsun. İlk birkaç günün ardından yine yalnızsın. Yoo hayır aslında bu kez yalnız değilsin. Sen ve yavrun var. Her şey yeni bir keşif, her geçen gün o değişiyor fakat yaptığın işler, günün hep aynı.. Alt değiştir, emzir, uyuduğunda yemek, temizlik, etraf toplama, uyandı emzir, alt değiştir, uyudu hooop işler... Kış.. Dışarı çıkamıyorsun yine. Nereye götüreceksin minicik bebeği, AVM'ye mi? Zaten kış, soğuk.. Haftasonları hariç ki çoğunlukla haftasonu da yine evdesin. Aradan aylar geçiyor. Ev işleri, bebek bakımı, doktoralı olup çalışamama, seni bekleyen bir işin olmayışı...
Bir yandan kendi kişisel gündemin, mutlulukların, mutszulukların bir yandan Türkiye'de ardı ardına terör saldırıları... Ocak'ta, Şubat'ta Mart'ta...İstanbul'da, Diyarbakır'da, Ankara'da.. Haziran'da, Ağustos'ta Aralık'ta.. Sürekli evdesin, bitmeyen bir günü yaşıyor gibisin. Dayanamayacak gibi oluyorsun. Çocuğunu bırakıp da çıkabileceğin eşinden başka biri yok. O da bunalıyor. En fazla yarım saatlik bir yere gidip gelebiliyorsun. O da bir market, bir manav... Sen çalışan bir kadındın, sokağı, esnafı, insanlarla konuşmayı, birlikte çay kahve içmeyi, tiyatroya gitmeyi, sinemaya gitmeyi, seyahat etmeyi severdin...Bu dönemi de yalnızlıkla ve kısıtlamalarla anımsıyorum. Baharda ve yazın gidilen kısa seyahatler dışında ev EV EV... Evin el yapımı bir hücre gibi geldiği anlar oluyor. Yardıma ihtiyacın var ama o da pek mümkün olamıyor. 1 yılın sonunda iş buluyorsun. ÇIKIŞ.
Çok uzun bir aradan sonra toplu taşıma, metro, hayatın gündelik çok basit alışkanlıklarına o kadar yabancılaşmışsın ki, metroya binmek, kart okutmak, araç beklemek, kaldırımlarda yürümek, kuruyemişçiye gitmek.. Ankara'da yaşadığın yer itibariyle sokak yaşamından çok uzak kaldığın için Kızılay öylesine davetkar, öylesine çok uyaranla dolu bir yer ki misal.. Bazı günler 3 metro değiştirip Ankara koşullarında çok uzun olan Çayyolu-Keçiören, Keçiören-Çayyolu hattını Kızılay'da inerek 1 saat eve geç kalıp, emzirilmeyi bekleyen çocuğunu göze alarak sokağa yalnızca bakmak için harcıyorsun. Belki toplamda 3 ya da 4 kez..
İş hayatına başlamasıyla sokak tekrar davetkar bir yer olmaya başlıyor. Çocukla bir yere gitmek hep bir planlama, telaşlı bir hazırlık, yolculuklar ise bir bilinmeyen olarak görünse de... Haftada 3 gün de olsa ona bakan biri var ve o 3 günü işte de geçirsen evden çıktın bir kere. Akşam hayatı yine yok. Sinema, bar, tiyatro, arkadaşlarla buluşmak, konsere gitmek yine yok. Çünkü akşamları bırakacak kimse yok. Araya ailenin İstanbul'dan kısa süreli gelişleri oluyor. Onda da tedirgince, geç kalır mıyız düşüncesiyle 1 saatliğine eve en yakın AVM'ye (!) gidip dönüyorsun.
Dördüncüsü, şehir değişikliğiyle geldi. Artık başka bir ev. Üç evde kalma aynı eve denk gelirken bu dördüncüsü İstanbul. Bu kez de taşınmak için işten ayrıldın. Kendi isteğimiz olmasına karşın ailecek duyduğumuz hüzün... Bir yandan eşin yeni işi, sabaha karşı 5 buçukta işe gitmek için evden çıkıyor oluşu, onun çıkışından 3-4 saat sonra ağaran bir gün, kış... Yine ev hanımı olmayı hemen öğreniyorsun. Ev süpürmek, yemek yapmak, toz almak, yemek yapmak ve bunlardan fırsat bulduğunda çocuğunla oynamak... Bu süreci neden yalnız geçirmiş gibi anımsıyorum bilmiyorum. Belki Kasım ile Mart ayları arasında bir iki ağır soğuk algınlığını eşin Ankara'dayken kızınla birlikte tek geçirdiğin için. Çünkü yıllardır olmak istediğim yerdeyim, İstanbul'dayım, annem, babam, kardeşim, tüm akrabalarım burada ama ben yine çaresiz ve kendimi yetemez hissediyorum. Bu kez evde kalışım 5 ay sürüyor. İş yine bir ÇIKIŞ.
Beşincisi #evdekal. Bu kez dışarısı davetkar olmaktan çok uzakta... Tehdit.. Dokunmak tehdit, solumak bile tehdit.. O sımsıcak güneş, o en sevilen mevsim, o cıvıltılı kuş sesleri, o binaların arasından yalnızca çok küçük bir kısmı görünen deniz, o boğaz, o kız kulesi, o büyüdüğün mahalledeki esnaf... gitsen de hiçbir şey aynı değil.
Yalnızca kendi evde kalışın yetmiyor. Kaygının doruk yaptığı dönemlerde evin kapısı çok güçlü bir sembol olarak karşında duruyor. Yalnızca ev kapısı değil, balkon, banyo, mutfak, evin bölümleri yeni hijyen ritüelleri için yeni anlamlarla yükleniyor. Kapı=tehditle ve riskle yüzleşme yeri/bariyer, balkon/dezenfekte etme sahası/ ürünlerin bekleme alanı/ dış dünyaya kendi kısıtlı alanından seyreyleme yeri, pencere/sınırlı seyirlik, banyo-arınma bölgesi tuhaf tuhaf anlamlar.. Tam bu durumun öncesinde okuduğum Sophie Mackintosh'un Su Kürü.. satır satır aklımda dolanıyor...
Zilin çalması, kapıya birinin gelişi, zorunlu ihtiyaçlar için dışarıya çıkıldığında temas edilen her yerin tehditkar oluşu ve eve gelenin, tehdit ve zararlı olabilecek her türlü koşulu sağlayan dışarının "kir"lerinden arınma ritüelleri.. Banyonun dışarda virüs bulaşmışsa hiçbir koruma v.b. sağlamayacağının bilinmesine rağmen tepeden tırnağa arınma ritüelini sürdürme.. Marketten alınanları dezenfekte etme... Hepsi daha yaparken aşırı hissettirmesine rağmen vazgeçememe. Marketten elinde poşetlerle gelip kapıda duran eşime kapıyı açınca zombi görmüş gibi donup bakmam ve basiretimin bağlanması bu sürecin aşırılığına dair kafamda yer eden en acayip görsellerden biri. Annemin, "damacanayı yıkadığım gibi sizi yıkamadım" ifadesi de bu süreçte evin dışından gelen nesnelerle kurulan ilişkiyi anlamak açısından bir özet niteliğinde sanırım.
Tüm bunlarla birlikte, anaokulu çağında çocuğu olan çalışanlara daha tanıdık gelecek zorluklar da cabası. Günün büyük bir bölümünü ev dışında geçiren çocuğun birebir anda evde yalnız olmaya başlaması, tüm bakım ve eğitim sorumluluklarının bir anda destek mekanizmalarının- okul, bakıcı, aile büyükleri gibi- devre dışı kalmasıyla anne ve babanın üstünde oluşu... Birdenbire değişen rutinleriyle, çocuğun değişen psikolojisiyle baş etmeye çalışırken, onun yaşadığı yalnızlık ve kaygıyı görerek kendi kaygılarınla başetmenin zorluğu, bir yandan uzaktan eğitime katılsın diye arzularken, bir yandan çocuk ekran karşısında öğretmeninin sorduğu sorulara dizini ısırarak, koltukta zıplayarak tepki verirken, istemiyor işte katılmasın diyebilme gerekliliği, ev içi çalışma düzeninin oluşturulmaya çalışılmasının çocuğumuzun varlığında zorluğu...
Ev bir anda ve aynı anda bir sığınma ünitesi ve hatta hücre, iş yeri ve kreşe dönüşüyor.. odaların fonksiyonları, nesnelerin fonksiyonları yeniden tanımlanıyor. Örneğin ütü masası, çalışma masası görevi görürken, evin en az kullanılan odası zoom toplantılarıyla toplantı odasına dönüşüyor; balkon, ebeveynlerden birinin kısa süreliğine de olsa tek başına kalabileceği tek alan oluyor.
Bu kez dış dünya davetkar değil. O nedenle, tüm bu sürecin akabinde epey bir zamandır normal çalışma düzeniyle işe yerine gidip gelen biri olarak evden çıkmanın ve işe gitmenin, dolayısıyla kızımın bakımında destek alma gerekliliğiyle ev düzeninin bir daha değişmesinin yaşattığı endişeyi ve panik halini burada yazmayacağım. Temassız ateş ölçerin dili olsa ailecek endişemizin boyutlarını gözler önüne sererdi.
Özetle bu süreç her yaş grubunda silinmeyecek izler bıraktı. Bırakıyor da. Ev de bu sürecin yaşandığı en önemli mekanlardan biri oldu, oluyor. Distopik dizilerde izlediklerimizin gerçeğimiz olabileceği endişesini taşıyan biri olmama karşın bu gerçekliği yaşamak, sevdiğim ve her biri farklı risk grubunda yer alan aile üyelerim için kaygı duymak, hastalanırsak kimse kimseye bakamaz diye korku duymak, temas ettiğim tüm mekanları ve nesneleri yeniden tanımlamak ve hayatı eksilterek, yalnızca hayatta kalma modunda yaşamak salgının en önemli tahribatlarından oldu. Evde kalmak bir kadın için her zaman zordu. Bu süreç bu zorlukları katmerleştirdi.
Not: Hastalık riskinin çok yüksek olduğu, sağlık sektörü başta olmak üzere tüm sektörlerin çalışanlarının tecrübeleri, zorlukları çok başka türlü.. Bununla birlikte yalnız kalan yaşlılar, kanser hastaları ve yakınları, bir yakını hasta olup da yanına gidemeyenler, ayrı illerde ayrı ülkelerde kalanlar, yurtlarda karantinada kalanlar, çocuklarıyla karantinaya alınanlar, bir yakınını bu hastalıktan kaybedenler, cenazesi olanlar çok daha derin, çok daha ağır travmalar yaşadılar. Onlara beden ve ruh sağlığı ve sabır diliyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder