Sükunetle büyükşehir arasında bir zıtlık vardı. Asla sonu gelmeyecek bir zıtlık. Gri, bulutsu bir mutsuzluğun içinde kıvranıp gidiyorduk. Tavandan boşluğa sarkan o eski avizedeki kristal gibi, lamba yanana kadar parlaklığımızdan, sönene kadar da basit bir cam parçası olduğumuzdan habersizdik. Ve bir gün o büyükşehirle sükunet arasında bir anlaşma yapıldı. Her yer sus pus oldu. Sanki bir rüyanın sakinleri, farklı bir rüyanın içindeymişçesine birbirlerini o rüyanın figüranları gibi görüyordu yalnızca. Basit, siyah, tanınmayan cisimler. İnsan değil gölgelerdiler. Bilinçaltının cambazlıklarıyla ip üstünde yürüyorduk. Hangimiz önce düşecek ölüme belli değil. Biri ters dönüp dengesini kaybettiğinde ip sanki üzerinde hiçbir kimse yokmuşçasına gergin, cambazlarını bekliyordu. Cambazlık başvurusu yapmamıştım oysa. Özgeçmişimde yoktu cambazlık tecrübesi. Sözlükten anlamına baktım. Özgeçmişimişi irdeleyip uygun düşen tecrübelerimi cambazlık altında listeleyecek öyle sunacaktım. Karıştırdım geçmişimi. Çocukluğumda bir kızın salıncaktan düşmesine neden olduğum o ilkokul parkı dışında pek bir macera gelmedi aklıma. Salıncak en yukardayken, ölüme değil yaşama atlamayı öğrettiğimden o kıza, o da heyecanlanıp atlamıştı da kafası kanamıştı salıncak çarpınca. Babaannesi okuldan almaya gelmeden hemen önce. Kurcaladım karanlık odalarını zihnimin. Muhakkak bir şey olmalıydı. Makbuldü cambazlar. Ustaydı. Ben usta değildim. Olsa olsa çırak olup atılmıştım ustalığa giden yoldan. Beceriksizdim ip, tel, at veya bisiklet üstünde. At üstüne de hiç çıkmamıştım zaten kahve fallarımda çıkan muradım dışında. Atlar kara lekeler gibi fotoğraflar veya takvimlerde uğrardı yaşamıma-bir tayın doğumuna şahit olana dek. Yolculuğa çıkacaktım. Yol, zihnimi kurcalamamı kolaylaştıracaktı.
Otobüste boş bulduğum koltuğa oturdum demek istiyordum ama otobüsün neredeyse şoförü bile yoktu. Ben hem yolcu hem şofördüm. Şoför koltuğundan kalkarak direklere tutuna tutuna asılıyordum yol boyu. Duraklara geldikçe koltuğa geçip frene basıyordum. Şükür ki çarpmadım kimseye. Usta bir şoför gibiydim. Sileceklerin yetişmediği alanlardaki kirler bile yoktu ön camda. Düğmeye basılmasa da duruyordum duraklarda. Öyle ya binmek isteyenler görünmese de binebilirlerdi.
Üç beş karga bindi bir durakta. Simsiyah ve griydiler. Birisinin tüyleri yolunmuş gibiydi. Kapışmıştı belli ki. Diğerinin gagasında yarım ceviz vardı. Amerikan cevizi. Yerli ceviz kalmamıştı. İyisindendi. Trafik ışığında kırdırmış belli. Üçüncüsü pek bir sakindi. Diğer ikisiyle ilgisi yok gibi görünüyordu. Yalnızca karga olmak için karga olmuştu. Belki sesi yüzünden onu yanlarına almışlardı ama sesi de çıkmıyordu ki bileyim. Onlara bakıyorum derken asla yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Çekiçle kırdım camı. Paramparça ettim. Acil durum alarmı verdim. Şoför ben pek oralı olmadı. Hızla sürmeye devam etti. Kargalardan yoluk olan bana saldırdı. Gözlerini oyarım senin dedi. Oy dedim. Ağzında ceviz olan cevizi düşürdü. Ceviz beynim gibi saçıldı otobüsün yerlerine. Sessiz kargamsı, güvercinliğini çıkardı içinden. Soyundu çırılçıplak kaldı. Bembeyaz bir şey çıktı içinden. Bir posta güverciniydi ama artık ona ihtiyaç kalmadığı için kargaya dönüşmüştü. Paçasından gönderilmemiş bir aşk mektubu düştü. İsimsizdi. Mahalle ve sokağı belliydi ancak kapı numarası yoktu. Yazan kişi mahalleye mi yazmıştı mektubunu? Mürekkep yer yer akmıştı. Kapı no. İç kapı no. İç kapı no ne? Ancak devlet dairelerinde kullanılan bir ifade görmüş gibi gerildi yüzüm. Yazan bu yüzden mi boş bırakmıştı. İç kapı no ne onu bilmediğinden. Bunları düşünecek vaktim yoktu. Yoluk karga gözümü oyacaktı. Ben de oy demiştim. Yo oyamazsın değil. Oy. Saçmalayacak vaktim kalmamıştı. Şoför bene seslendim. Şoför ben. "Dur" Dur yoksa inmek yerine yeni bir yolcu olarak gelecek durakta bineceğim. Tehditimi önemsememiş olacak ki iyice gaza bastı. Ön cama martılar çarpıyordu. Çarptıkça kedilere dönüşüp kuyruklarını sokuyorlardı yan camlardan içeri. Birden yağmur da bastırdı silecekler yağmuru silerken, ilk karnemden notlar siliniyordu. Pekiyi ler önce pekiy sonra peki oldular. Sonra yarım yamalak silinerek "ek" olarak kaldılar. En son silecekler onları da sildi. Ve silik ve soluk bir "e" kaldı geriye.
Şoför ben gaza basmaya devam ediyordu. Ne garip ki artık yolda ne başka bir araç ne de başka bir yolcu ne de başka bir hayvan vardı. Yolcu ben, boş koltuklar arasında savruluyordum. Bir koltukta unutulmuş kırmızı bir şal buldum. Şalı boynuma doladım. Yündendi. Isındım biraz. Ancak bir süre sonra ıslak yün kokusu içimde tiksintiye benzer bir his yarattı. Kusacak gibi oldum. Hava almak istedim. Camlar açılmıyordu. Kusmak yaşamak demişti birisi bir belgeselde. Hayatta kalma içgüdüsüymüş. İçimizdeki toksinlerden, yabancı maddelerden ve zehirlerden kurtulmak için. Kimbilir hangi toksini içimden atamıyordum. Gözümü oymak isteyen karga boş koltuklardan birine geçmişti. Artık sakinleşmişti. Yoluk tüylerini düzeltmek istiyordu ama bu mümkün değildi. Üstüne karga paltosu giyen güvercin, soyunduklarını tekrar giymişti. Posta güvercini gözlerini kara tüyleriyle gizlemeye çalışıyordu. Cevizci koltukların birinin altında, parlayan tek bir küpeyle oynuyordu. Sükunet öncesi, bir kadının kulağından düşmüştü. Belki kalabalıktan itiş kakış olmuştu, belki kulaklığını ya da kaşkolunu takarken düşürmüştü. Farkında olmadan yitirdiği bir parlaklıktan sonra yoluna matlaşarak mı devam etmişti? Bilmiyordum. Yağmur hızla yağıyordu, sileceklerin gıcırtısı, boş otobüsün metal aksamlarının ve körüklerinin sesine karışıyordu. Az evvel parçaladığım camdan içeri su giriyordu. Otobüsün içi kayganlaşmaya başlamıştı. Ayakta duramıyordum. Birden kargalar bir araya geldi. Haince bir planları varmış gibi üstüme doğru geliyorlardı. Şoför bene seslendim. Dur şoför dur. Dur. Duramam dedi. Durakta durmazsam, yolun ortasında yolcu indirirsem ceza kesiyorlar. Güzergahı bilmiyor musun? Sakin durun. Dikkatimi dağıtıyorsunuz. Yolcuyla konuşmam yasak. Yoluma bakmalıyım. Zorlayıp durmayın. Beni işimden edeceksiniz. Ama gözümü oyacaklar dedim çaresizce. Sustu. Ses etmedi. Tutuna tutuna şoför koltuğuna doğru yürümeye çalışırken, güvercin gözlüyle göz göze geldim. Ne yapabilirim dercesine baktı bana. Cevizci, yoluk tüylünün hamlesini bekliyordu, bir gözü de hala parıltılı küpedeydi. Kargalar parlak nesneleri sever. Derken tam şoför koltuğuna yanaşırken yoluk tüylü bana doğru havalandı ve gagasını kalbime sapladı.
Ah!
Uyandım.
Dilim damağıma yapışmıştı. Üzerimdeki kırmızı battaniyenin tüyleri ağzıma girmişti. Dudaklarıma dokundum çatlak çatlaktı. Kurumuştu. Gözlerim kuruluktan acıyordu. Televizyonda haber vardı. Acıyan gözlerimle puslu gördüğüm spiker: "Onun adı Betty, fevkalade becerisiyle teli, kancaya çeviriyor; uzun bir borunun içinden kancayla yemeğini çıkarıyor; ve bilim insanlarını hayrete düşürüyor. Şimdi bilim insanları, kargaların primatlardan sonra en zeki hayvanlar olup olmadıklarını tartışıyorlar."
Yerimden kalktım, Ekrandaki Betty'le göz göze geldim. Televizyonu düğmesinden kapattım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder