Geçtiğimiz günlerde el ele tutuşma üzerine yazdıktan sonra, eller ve ellere dair temsiller bu kadar itibar görürken acaba ayaklar için durum ne diye düşünmeye başladım. Ayakları seven tiplerden hiç olmadım. Hatta sevmeyenler grubunun bir üyesi bile olabilirim ancak, insan bedeninin yer yüzüyle temasını sağlayan bu önemli organın da elbette sosyal yaşantı içerisinde farklı anlamlar taşıyor olduğu inkar edilemez ve bu anlamlar da yaşadığımız kültüre ve içinde bulunduğumuz dil dünyasına göre farklılık gösterebiliyor.
Eller kadar beden dilinin bir parçası olmasa da, ayağın resimde, heykelde, sinemada, edebiyatta nasıl anlatıldığı, nasıl temsil edildiği ve ayağın temsil ettikleri üzerine biraz kafa yormaya başlayınca, ayakların da ellerden geri kalmadığını, aksine, dilimizde atasözleri ve deyimlerde, birleşik kelimelerde yer alarak simgesel pek çok anlamı taşıdığını yeniden keşfettim..
Ayak severler, "al topuklu beyaz kızlar"ı düşleyenler, ve fetişistler, sosyal medyada su kenarında ya da plajdaki şipidik terlikli ayaklarını paylaşanlar bir yana, bendeki ayak imgesinin neden "güzel" ile değil de "çirkin" ile daha yakın olduğunu sorarak başladım ve zihnimde bazı imajlar canlandı.. Bu imajı sorgulamaya giriştim. Bu yazıda da bendeki ayak imgesinin köklerini, ayağa dair toplumsal ve kültürel çağrışımları ve ayağın sanatta nasıl temsil edildiğini öğrenmeye dair ayak izlerimi sizlerle paylaşacağım.
Ayağına çorap giy! Terliksiz gezme!Çocukken, "çıplak ayakla dolaşma karnın ağrır, üşütürsün", "ayağına çorap giy", "misafir geldiğinde terlikleri çıkar", "ayağın terliksiz gezme", "şu ters terlikleri düzelt, ters durmasın" gibi ifadeleri sizin de benim gibi duymuş olabileceğinizi düşünüyorum. Benim duyma sıklığım belki daha çoktur. Bu nedenle, ayaklara dair sorunlu bir anlam oluşum sürecinden geçtiğimi düşünüyorum.
Tabii bu sadece tekil olarak beni kapsamıyor. Yukarıda sıraladığım bu ifadeleri-hatta yönergeleri- tanıdık buluyor olmanız, bu edinilmiş/öğrenilmiş bilgilerin toplumsallığıyla da ilgili. Ayak, açılıp gösterilmemesi gereken, gösterilirse saygıda kusur ediyormuş ve "ayıp" ediyormuş ya da bir "kabahat" işliyormuş algısının üretilmesi ve zaman içinde yeniden üretilmesiyle ayakların bedenin estetik ve güzel olan bir parçası olmaktansa üstü örtülmesi gereken yerlerinden biri olduğuna dair bir dil ve anlam dünyasının parçası olduğumuz da bir gerçek. Kültürel öğelerle, zaman zaman batıl inançlarla harmanlanıyor. Evine bir konuk geldiğinde onu çorapsız ya da ayakkabısız karşılamanın pek hoş karşılanmayacağı ve görgü kuralları kapsamında çok da uygun görülmeyeceği kim tarafından ve nerede kabul görüyor?
İyisi mi ayağımı sıcak tutayım başımı serin; gönlümü ferah tutayım düşünmeyeyim derin... Ama olmuyor ki...
Ölümün ayakla ne derdi var?
Ölümle ayağın ilişkisi de enteresan bir konu. Örneğin birinin terliği ya da ayakkabısı ters döndüğünde o kişinin başına kötü bir şey gelip ölebileceğine dair bir inanç acaba hangi toplumlarda var?
Velhasıl, bu öğretilerin haricinde çocukluğumdan kalma bir olumsuz imajın da gayet sevilebilir ve şükredilebilir bir organ olan ayaklara dair bakışımı olumsuz etkilediğini düşünüyorum. O da, çocukluğumda AIDS'e dair farkındalık yaratmak için kullanılan poster çalışmalarından biri. Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Antibiyotiklerin, koca koca penisilin iğnelerinin, üst solunum yolu geçiren çocuklara sıklıkla reçete edildiği, her köşe başında bir özel hastanenin olmadığı bir dönemde, Numune ve Zeynep Kamil hastanelerinin ateşli çocuklarla ve kesik öksürüklerle dolu olduğu bir dönemde hastaneden çıkılır 1 hafta ya da 12 gün boyunca yapılması gereken iğneleri yaptırmak üzere iğnecilere gidilirdi. Bu iğnecilerden biri de Zeynep Kamil hastanesinin karşısında yer alıyor, kabuslarımın mekanı olarak zihnimde yer alıyordu. Beyaz florasanlı bu küçük dükkanda iğneyi yapan bir hemşire, beyaz perdenin arkasında popoyu açıp uzandığınız bir sedye, yanınızdaki refakatçilerin de o sırada beklemesi için bir iki sandalye, bazen hastalıklara ilişkin birkaç broşürün durduğu sehpa dışında çokça eşya olmazdı. Lafı uzatıyorum farkındayım ama bağlamı vermezsem eksik kalacak. 1976 yılında modellik yapan ve hemşire kılığına giren Dilek Tunca'nın sus işareti yapan portre fotoğrafı daha baştan ağlamamı kesmemi öğütler bastırılmış bir çaresizlikle iğnemi olup, penisiline beddua ederdim-affet beni penisilin. Neyse, işte bu iğnecinin girişinde camda, uzunca bir süre üzerine kefen örtülmüş bir bedenin yalnızca soğuk ve renksizleşmiş ayakları görünür, sanki morgdaymışçasına yanında da bir şekilde "ölüm" ya da "AIDS" gibi bir şey yazardı. Zannediyorum bu kefenli beden ve yalnızca ayakların görünmesinin ne geride bir hikayesi vardır ama ayak hakkındaki olumsuz imgelere bir de küçük zihnimde "ölüm" eklenmiş olacak ki bu zamana kadar böyle gelmişim.
"Hanım leğeni hazırla da ayaklarımı yıka"
Biz öyle yakışıklı, çikolata karıp, arzuları şelale eden Biscolata erkeklerinin kot pantolonlarının altında çıplak ayaklarının seksi seksi adımlar attığı erkek ayağı imajıyla büyümedik. Filmlerde gördüğümüz erkek ayakları da ayağın imajını bir hayli zedelemiş olacak ki, erkek ayağının ilk çağrıştırdığı şey arzu değil, ataerkillik oluyor... Erkeğin paçaları sıvayıp koltukta oturup ayaklarını uzattığı, yerde bir leğen kurulup, kadının elinde ibrikli güğüm ya da maşrapayla kocasının ayaklarını ovalaya ovalaya yıkadığı sahnelerin olduğu filmler de ayakların kendilerine dair olmasa bile, ataerkillikle ilişkili hallerine dair olumsuz imgeler oluşturmakta birebirdi.
"Ayaklarım dondu"
Tabii ki, durum bu kadar vahim değil.Aksi yönde de anlamlar mevcuttu. Örneğin kültürel belleğimizin eşsiz hazinelerinden, romantik Türk filmlerinde daha önceki yazımda nasıl el-ele tutuşmayı nasıl bir ilişkinin başlangıcı olarak ele aldıysam, ayakların birbirine değmesi de üstü kapalı bir biçimde bir çift arasında cinselliğin başlangıcı olarak yer buluyordu. Yatakta battaniye altında kıkırdaşan çiftler, üşüme bahanesiyle ayaklarını birbirine değdirir, sonrası malum çağrışımları beraberinde getirirdi.
Öte yandan, yalvarırken "ayağının altını öpeyim" diyen, bebek ayaklarını koklayıp öpen, parmak aralarında biriken pamukçukları çok sevimli bulan, bebek ayakkabılarını arabanın dikiz aynasına, güneşliğine hatta egzos borusuna da takan bir milletiz. (Ama gerçekten bebek ayaklarını kim sevmez?)
Ayaklar da estetik olabilir mi? Sahi güzel neydi? Güzel emekti...
Tüm bu imajlar zihnimde farklı adımlarla dans ederken, ayağın sanattaki yeri üzerine düşünmeye ve bakınmaya başladım. Sanatta ayaklar nasıl yer buluyordu? İnsan bedeninin bir parçası olarak el ve ayağı resmetmenin zor olduğu söylenir. Hatta pek çok resim öğrencisinin, insan anatomisinde el ve ayak çizmeye dair ayrıca çalıştığını, dersler aldığını düşünmüşümdür. Bu konu bir yana, insan bedeninin figüratif olarak yer aldığı her türlü eserde ayakları görmek de mümkün..
Biraz hafızamızı zorladığımızda, gezdiğimiz ören yerlerini, müzeleri düşündüğümüzde antik Yunan heykellerinde her ne kadar heykellerden eller zaman zaman kopmuş olsalar da ayakları hatırlarsınız. Müze koleksiyonlarında milattan öncesinden bugüne pek çok döneme ait ayak temsili görmek mümkün... Roma, Yunan, Bizans... Ayağın formu önemli farklılıklar yaratıyor.. Parmakların dizilimi, baş parmakla diğer parmaklar arasındaki uzunluk farklılıkları, çıplak mı sandaletli mi ayakkabılı mı resmedildikleri ya da şekillendirildikleri, hatta resimde temiz mi kirli mi yapıldığı, parmakların deforme olup olmadığı, parmak sayısında farklılaşma olup olmadığı, toplumun farklı konumlarında yer alan insanların ayaklarının farklı yapılıp yapılmadığı gibi pek çok konu var... Bu konuları sanat tarihçileri çokça tarışmışlardır diye düşünüyorum. Sanat tarihinin yanında, sosyal bilimciler açısından da önemli bir konu olma potansiyeli yüksek, özellikle de resmin/heykelin yapıldığı dönemin toplumsal yaşantısına dair bu denli ipucu barındıran bir uzuvken...
Bununla birlikte, ayakların sanatta nasıl temsil edildiği insan sağlığı ve tıp konusunda da araştırmacılara ilham oluyor. Örneğin, 1897 yılında The New England Journal of Medicine'da "The Human Foot in Art" başlıklı bir makalede, sanatta temsil edilme biçimleriyle ayağın yapısı tartışılıyor ve farklı dönemlerdeki ve karakteristikteki temsilleri 3'e ayırarak Mısır tipi, klasik tip (ör:Yunan ve Bizans heykelleri) ve modern tip olarak gruplandırıyor. Tabii burda ilk dönemde sandaletle temsil edilen ayaklar daha sonra parmakların açısıyla, küçük parmağın ve baş parmağın diğer parmkalara göre farklılaşmasıyla, açılarla farklılık gösteriyor.
Ivory sandaled foot | Roman | ca. 31 B.C.-A.D. 14 | The Metropolitan Museum Collection
Giant Foot from Emperor Constantine Statue. Capitoline Museum. R is a photograph by Bernard Jaubert which was uploaded on December 19th, 2011.
Yunan heykellerinde dikkat çeken, ikinci parmağın, baş parmaktan uzun olduğu "Yunan ayağı" hikayesinin kökenini, estetikle olan ilişkisini ve bunun tıbbi açıklamasını merak aşağıdaki makaleyi okuyabilir. Kalıtsal bir özellik mi? Estetik ve oransal bir tercih mi? Bir hastalık mı?
Aphrodite of Knidos | Praxiteles | 4th Century B.c. | Greek late Classical Period
(Bu heykelin orijinali hayatta kalmamış Romalıların kopyaları sayesinde bugün Afrodit heykeli hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz)
Bu temsiliyet konusunda enteresan noktalardan biri de ayakları araştırırken denk geldiğim bir makalede ele alınıyor. Rönesans resimlerine dikkatli bakıldığında 5 Rönesans ressamının, anatomiyi mükemmel derecede yansıtmakta yetkinlikleri kanıtlanmış olsa da bazı resimlerinde ayak deformasyonlarını resmetmiş olmaları. Örneğin 6. parmakla resmedilmiş ayaklar ne anlama geliyordu? Tıbbi bir duruma mı yoksa sembolik bir anlatıma mı işaret ediyordu? Ya da şişkin, enfeksiyonlu bir parmak? Merak edenler 2015 tarihli aşağıda linkini verdiğim bu makaleyi de okuyabilir.
Kaynak: INTeResTs, D. O. (2015). Foot deformities in Renaissance paintings. A mystery of symbolism, artistic licence, illusion and true representation in five renowned Renaissance painters. JR Coll Physicians Edinb, 45, 289-97.
Bir uzmanlığım olmasa da merakla başladığım bu ayak hakkındaki yolculukta izlediğim adımları da sizlerle paylaşıyorum. Bir dönem internette şu aşağıdaki parmak tipleriyle etnik kökene dair testler dönüyordu. Benimki de ona benzemesin. Özetle, dönemsel olarak ayağın nasıl resmedilidği ya da heykelde yapıldığı farklılaşmış. Klasik dönem temsilleri de biraz da olsa farklılaşarak günümüze kadar gelmiş. Ayağın nasıl resmedildiği, nasıl bimlendirildiği de sosyal bilimlerden sanat tarihine, tıptan arkeolojiye pek çok disiplin için bir çalışma alanı olabilir.
Mitolojik ayaklar...
Gelelim kadın ayaklarına? Resim ve heykelin yanı sıra yazılı anlatımlarda ve edebiyatta da kadın ayaklarının temsil edildiğini görmek mümkün. Peki bunun kökeninde acaba meşhur Venüs mü yatıyor? Roman mitolojisinde, güzelliğin, aşkın, arzunun, seksin, doğurganlığın, zaferin tanrıçası Venüs... Bir efsaneye göre, Venüs, ölmekte olan Adonis'e yardım etme telaşı içerisindeyken ayağına diken batıyor ve o zamana kadar beyaz olan gül, kırmızı rengini Venüs'ün ayağından damlayan kandan alıyor... Aşağıdaki 16. yüzyıl temsillerinde pek de acele ediyormuş gibi görünmese de Venüs'ün ayağına batan dikenden bile güzellik doğmuş...
İlk olarak 1516'da Rafael'in Cardinal Bibbiena'nın Roma'daki evinin banyosu için yaptığı Venüs figürünün orijinali yok olmuş ama bu imaj çeşitli biçimlerde yeniden üretilmiş. Aşağıdaki örnekler de bu yeniden üretimlerden.. Bunlar haricinde V&A Müzesi'nde de Jacquiot Ponce'a ait bronz bir heykel bulunuyor.
Sağdaki: Venus removing a thorn from her left foot while seated on a cloth beside trees and foliage, a hare eating grass before her | c.a. 1515-1527 | Marco Dente |
The Metropolitan Museum of Art Collection
Venüs'ün diken batan ayağının yanında Akhilleus yani Türkçe'de Aşil'in topuğu da meşhur. Truva savaşının efsanevi mitolojik karakteri Aşil, Yunan kralı Peleus ile tanrıça Thetis'in oğludur. Thetis'in oğlunun tanrılar kadar güçlü olacağına dair bir kehanet alan Zeus, onun bir ölümlüyle evlenmesini sağlar. Böylelikle Thetis, Peleus ile evlenir ve Aşil doğar. Annesi gibi ölümsüz olmayan Aşil'i ölümsüz kılmak adına annesi onu ölümsüzlük sağlayan Styx nehrine topuğundan tutarak sokar. Aşil güçlü ve dokunulmaz olur ne var ki vücudunun suya değmeyen tek yeri topuğu, onun en güçsüz yeri ve nihayetinde ölümünün sebebi olacaktır ve yıllarca yaşayan Aşil'in topuğunun hikayesi de böyle...
Merak edenler British Museum'da yayınlanan
bu makaleyi okuyabilir.
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı...
Tekrar dönelim kadınların ayaklarına... Venüs başımıza ne işler açtın? Al topuklu kadınlar, parmakları öpülesi ayaklar, halhallı ayak bilekleri, potinli ayakları zengin sanıp karşılıksız fukara aşkına yananlar, suya deyen ayaklar...
Türk edebiyatı, ayakları bir arzu olarak görmeyi es geçmemiş olacak ki şairlerin şiirlerinde kadınların ayaklarına dair tasvirler epeyce yer bulmuş. Ziya Osman Saba, Attila İlhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Orhan Veli bu edebiyatçılardan bazıları... 2008 yılında bir dualyena adında bir blog yazarı bu şairleri
Ayak ve Edebiyat başlıklı yazısında derlemiş.. İçlerinden bazı dizeleri, yorumsuzca buraya yazıyorum..
"Ayaklar, odalarda bir çift yavru güvercin.
tutup avuca almak, okşayıp öpmek için."
Ziya Osman Saba | Ayaklar şiirinden"Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada
Kapıyı ardımdan kapadığında
Bilmez olur muyum hiç
İçerde kalan yüzünde, telâşlı
Olmaz olur mu, var.
Edip Cansever | Yok Mu, Var
"Seyredeyim; içimde vecdi andıran bir his,
Kalbimi bir gül gibi ayağına atarak..
Endamın ne muhteşem ve belin ne ince bak.
Fakat kızım mutlaka ikimiz de deliyiz.
Çünkü daha güzelsin, daha güzelsin çıplak.."
Yaşar Nabi Nayır | Gece XII şiirindenŞiirde olduğu gibi halk müziğinde, türkülerde de yer bulmuş yarin ayakları... Yürüyüşü ile kunduralı oluşuyla.. Herkes de kunduralı olamıyordu. Çıplak ayaklı yoksul çocuklar, çalışmaktan, ayakta kalmaktan ayakları nasırlı kadınlar, erkekler, çocuklar... Ah çocuklar, Heidi bile kırlarda keyfinden çıplak ayaklı koşmuyordu...
Ayağına potin alan, kundura alabilen de zengin sayılıyordu.. O zamanlar belki aşk da bu kadar ayağa düşmemişti, ayaklar baş olmamıştı, ayağı sıkmayı marifet sananlar yoktu, kendi ayakları üstünde duranlar çoktu, iki ayağımız bir pabuca girmeden sakin sakin yaşardık, ayak basılmamış yerleri seyre dalar, hayaller kurardık. Büyüklerin yanında ayak ayak üstüne atmazdık belki ama, ayak diremeden bayramda ziyaretlerine giderdik. Sevinçten ayaklarımız yerden kesilirdi kırmızı pabuçları görünce... İşte bu yazı da böyle yine bir nostalji yaparaktan, sek sek basaraktan sona eriyor... Neyse siz de bu sayede bloğumu okudunuz. Buyrun gelin ayağınız alışsın.
Sevgilerimle...
Gözde Ç.
P.S.
Ah... İşte böyle portakal satan tatlı kız. Senin de ayakların çıplak, taşa da basıyorsun karnını üşütürsün.. Yüzün de güzel ne düşünürsün? El ayak çekilince, içinde ayak geçen şarkıları dinle de kendine gel...
Portakal Satan Kız | Enrique Serra Auqué (1859-1918) | Tuval üzerine yağlıboya
Playlist:
Barış Manço | Halhal (Ayağında Gümüş Halhal)
Selda Bağcan | Hacıali Obası (Ayağında potini var zengin mi sandın)
İbrahim Tatlıses | Ayağında Kundura | 1979
Seyit Çevik | Ayağında Yemeni
Belkıs Akkale | Yollar Seni Gide Gide Usandım (Ayağıma diken battı gül sandım)
Erol Parlak-Okan Murat Öztürk | Suya Gider Allı Gelin Has Gelin
Duman | Oje (Ver ayağı bana)
Leman Sam | Ayak sesleri
Kayahan | Beni Anlamadın Ya
Müzeyyen Senar | Vardar Ovası