22 Aralık 2013 Pazar

MoMA'ya gittim döneceğim!


Memlekette ayakkabı kutularına saklanan paralar ortaya çıkınca ilham aldık (!) biz de bari Andy Warhol'un konserve kutularını yerinde ziyaret edelim dedik. 6 katlı MoMA-The Museum of Modern Art- Modern Sanat Müzesi- maceramız böyle başladı. Evimizden yaklaşık yirmi-yirmi beş dakikalık bir metro yolculuğundan ve kalabalık vagonlarda iki yaşlıya yerimizi verip New York'ta sevap kazanıp, hayırlı bayramlar teyzeler ve amcalar dedikten sonra 50. sokağa ulaştık. Buradan batı yakasındaki, MoMA'nın bulunduğu 53. sokağa yürüyüşümüz çok sürmedi. Japon giysi markasından Allah razı olsun, hayırlı Cuma niyetine bedava giriş sağladığı Cuma akşamları, gerek New York'lular gerekse dünyanın her yerinden gelen turistler sanata bedava doyuyor. Bu nimeti öğrenmemi sağlayan ve kısa süreliğine konserleri için NY'a gelip, cep telefonu sahibi olmayarak, bana yaklaşık 2 ay önce bir Cuma akşamı için MoMA'da buluşmak üzere randevu veren A.'ya teşekkürü bir borç bilirim. Sayesinde bu gezimizi de bilinçli bir sanatsever olarak, müzenin bedava gün ve saatlerine denk getirmeyi ihmal etmemiştik.

İlk gelişimde 53. sokaktaki müzeye girmek için 54. sokağın ortalarına kadar uzanan sanat sevgisini görüp baya bir affaladığımdan bu kez sürpriz olmadı. Adam gibi sıramızı bekledik; yüzyıllardır ölmeyen sanat tutkusu: tatil yerlerinde portre yaptırmacılık benzeri tezgahların yanında, öndeki Japon turistlerin sıraya girdikten sonra müzenin Cuma akşamı ücretsiz olduğunu anlamalarıyla yaşadıkları zevkten mahrum fakat bir o kadar da mesut ilerledik. Onlar da nasıl sevindiler garibim..Herhalde şey demişlerdir: "Allah vatanımızdan milletimizden razı olsun bak el memlekette olduğumuzu hissettirmedi. Yine sponsorluğunu bildi."
Neyse, gelelim müzeye giriş faslına. Memleketimizde eserlerin birer birer sahte çıkma potansiyelinin olduğu ve yine şaşırmadığımız bu günlerde, müze olarak adlandırılan mekanlara girerken bir donumuza kadar aranmadığımızla kalıyoruz. X-ray cihazları, çanta yoklamaları, silahlı güvenlik elemanları... Gördüğümüz de ne! Ülkemizin birtakım zenginlerinin ifade ettiği gibi "çer çöp şekerim"  "Picasso'nun çerini çöpünü getirmişler yine" tadında olabiliyor. Her ne kadar ben, varsın olsun getirsinler de, yeter ki öğrenciler resim görmek için sıraya girsinler, ayağımıza müzeye girerken galoş giydirseler de bizim de müzemiz olsun diyenlerdenim. Gelelim el adetlerine. Hiçbir yerimiz aranmadı.

İlk gittiğimde acemiliğime gelmiş, müzenin ilk iki katında yer alan çağdaş resim ve heykele ilişkin galerileri gezebilmiştim. Bu kez önceden planladığımız gibi çıktık paşa paşa 6. katımıza, bir süreliğine şehre konuk gelen "Magritte: Sıradanın Gizemi" sergisine gidelim dedik. Burada ayrı bir sıra olduğunu görünce, aha dedik, naparsın yurdum müzeciliğinin yüreğimize açtığı derin yaralar, bu sergi ayrı para galiba. Sorduk ettik, yok efenim olur mu öyle şey dediler. Buyrun deyip yol gösterdiler. Önümüzde şık giyimli, modelinden, Fransız çift sağ olsun, bedava giriş hariç bir de Fransız öpücüğü temalı bedava tutorial aldık. Sıranın bir diğer faydası da C.'nin deyimiyle sınava son dakika çalışan öğrenciler gibi, google sağolsun, hakkında sürrealist olması, "Ceci n'est pas une pipe" (Bu bir pipo değil)
ve çok hoşuma giden "gökten yağmur gibi yağan fötr şapkalı adamlar" ve "örtülü yüzleriyle öpüşen çift" resimlerinden başka derin bir bilgim olmayan Magritte'in rüyalarına kadar indik. Böylelikle sırada geçirdiğimiz zamanı anlamadık bile. Süreli sergilerde fotoğrafın yasaklı olduğu besbelli bir şekilde beyan edilmiş olduğundan soktuk telefonları cebe, hadi bakalım hoşgeldiniz Magritte'e! Magritte, resminde sıradan nesnelerin, kabul görmüş ve sorgulanmadan alınmış anlamlarının dışında farklı çağrışımlar yaratmalarını sağlayarak, sanatseverleri düş dünyalarında yolculuğa çıkarıyor ve resmin ne olduğunu sorguluyor (Müzeciler bu cümlem sizin için. Sergi metinlerinizi yazarım. Olur ha yarın öbür gün işe ihtiyacım olur. Aklınızda olsun. Öptüm ) Velhasıl, resme bakanın, "Ben neye bakıyordum, ressamın resim yapması nedir? Ressam mı resimden çıkar; yoksa resim bir ressamın elinden?" sorularını sorabileceği sergide, biz tablolar önünde aman gelsin Saussure, gitsin Foucault, ordan anlatı, oradan diskur birtakım laflar attırırken, ve içimizde biriktirdiğimiz bütün düşünsel kurtları dökerken, Fransızlar ortaya çıktı. Birader, adamlar ve kadınlar tabloların önünde bir konuşuyor, ah diyorsun ne felsefe kopuyordur şimdi. Belki adamlar ve kadınlar: "Aman Fransuva bu akşam otelde ne yesek? Otelin yemeği de çok sığ ve tatsız. Tereyağı mı az ne? Ha sana da mı öyle geldi. Hahaha bir de bu Amerikalılar bu yediklerine kruvasan diyorlar" tadında günlük konuşmalar yapıyor. Olsun fark etmez! Kahrolsun bu eziklik, kültür kanı akan damarlarımıza işlemiş, bir de Fransızca ya, illa bir entellektüel olacak, sağ olsunlar ağızlarını açıp konuştuklarında ah diyorum yine bir b.k anlamadık herhalde biz. 

Neyse tam bu hezeyanı atlattık derken, kapıda güvenlik yoktu ama galerinin etrafına konuşlanmış birtakım siyah giyen siyah adamlar arasında gezinirken, bir beyefendi, güvenlikçinin yanına yaklaşarak: "Oh. It's so crowded! I am a member. I haven't recognized it's free Friday" tadında bir şey geveledi. Yani meali, "Ah Michael Efendi! Şu kılığımı görüyorsun. Ben aslında buraya bedava olduğu için gelecek adam mıyım? Bi hata ettik geldik bu ucuzcuların geldiği Cuma gününe bilmeyerek" diyerek sınıfını vurguladı. (Parantez açmak gerekirse bu Amerikanya'da müze üyeliği baya ciddi bir ayrıcalık. Düşünün ki adamlar bizdeki gibi, müzede eşin dostun sünnet düğününü değil, bağış gecesini organize ediyor ve bir bileti de en az 10.000 dolardan satıyor.) Sanat sanat için değildir beyefendi; sanat toplum içindir diyerek cevabını kapaklamak istedim de boşver şimdi uğraşmayayım dedim. C. kültürlü sohbetlerimizden yetinmeyerek telefonundan her tabloyu dakikalarca küratöründen dinleyerek gezisine devam ederken ben de dedim dur bir saate bakayım. Biz bu gidişle Warhol falan göremeyiz. Belki 6. kattan anca 5'e ineriz. Orada biraz gezeriz falan derken telefonu çıkarıp saate baktım sonra çantaya geri koydum. Derken ensemde bir ses: Hey madam fotoğraf mı çektin sen. NO! Biliyoruz herhalde! Kendimden sonsuz güvenle adamı savdım. 



Ressam ve heykeltıraş celebrity (yani ünlü demek. Merhaba anneler ve babalar ve Türkçe metinlerde yabancı kelimelerin geçmesinden hoşlanmayan siz değerli okuyucular. Ne yapayım ortama bu yakışırdı. Yazıverdim) geçidinin olduğu bir ortam. Sen de Picasso, ben diyeyim Van Gogh, Klimt, Frida, Dali, Miro, Duchamp böyle yani.
 5. katta dolaşırken, sanat sarhoşluğu içindeydik. Öyle ki, Monet'nin nilüferlerinin önünde duygu seline kapılıp, resmin önünde fotoğraf çektiren orta yaş üstü teyzelere sarılacaktım. 



Öte yandan filmi çekilen ressamların ününden geçilmiyor anacım! Burada da bestseller-en çok satan- mantığı moralimi bozmuyor değil. Soğuyorum kuzum. Bu nedenle resmin kendisinden çok resmin şöhretine kapılanlar bana düşünsel anlamda çok ilham veriyor. (Bakınız: Aşağıdaki fotoğraf-yine de Van Gogh'u çok severim. Yıldızları ve geceyi resmeden birini insan nasıl sevmez)


Biz de kendi payımıza düşen görevi yerine getirdik. Müzede yaklaşık üç saat durmamıza rağmen bir buçuk kat gezerek, Warhol'un kutularını bir sonraki Cuma'ya bıraktık. Son olarak müzenin restoranının fiyatlarına, "bu çağdaş eserde ne anlatılıyor acaba?" sorusuyla yaklaşarak baktıktan sonra, müzeden ayrılarak, NY'u da yıl boyu kestane kabuğu yanığı kokan İstiklal Caddesi'ne çeviren, önlerinde kuyruk eskik olmayan, seyyar yemekçi Halal Guys- nam-ı diğer helalciler i pas geçerek favori DELİ*'mizde yemeğimizi de yedik. Magnolia Bakery'nin kırmızı kadife kapkeklerinin tadına da bakarak Christmas ruhuna iyice girdik. Artık bundan iyisi can sağlığı. Yok birbirimizden farkımız biz de artık bir New Yorker'ız!

xoxo
Gossip Girl

Şaka len şaka: Gözde Ç. 

Fotoğraflar sırasıyla:
MoMA'nın binasının girişi -bana ait
Magritte'in "Bu bir pipo değil" eseri. İnternetten alındı.
Picasso'nun Üç kadın adlı yağlı boya eseri-fotoğrafı bana ait-çok sevdiğim bir resim oldu yakından görünce)
Monet'nin nülüferleri-foto bana ait- üç büyük tablo yan yana, bitişik sergileniyor bu ancak biri.
Van Gogh'un Yıldızlı Gece adlı eserine bakan ve fotoğraflayan insanlar-photo credit Gözde again.

* DELİ: ABD'de Almanca delicatessen kelimesinin kısaltılmış hali olup asıl manası, lezzetli, incelikle hazırlanmış yemek olan, ancak günümüzde ABD'de hazır pişmiş yemek veya şarküteri ürünlerinin sandviç olarak alınabileceği mekanlara verilen ad. Genellikle restoranlara kıyasla uygun fiyatlı yemek yenebilecek yerler olarak da görülebilir. 

13 Aralık 2013 Cuma

Benim New York'um. (Sayın ve sevgili okuyucular. Bu bir methiye değildir. Methiye arayan başka kapıya. Etraf New York methiye blogu kaynıyor)

İnsan bir yerde yaşamaya başladığını nasıl anlar? Bir mekanda ömrünün bir kısmını geçirdiğini? New York'ta yaşadığımızı, ve yalnızca turist olmadığımızı anlamam sanırım bu günlerde gerçekleşiyor. Oysa emarelerini görmüştüm önceden. İlk iki haftadan sonra paramparça olan metro haritamın çantamdan çıkarılıp çöpe atılması, ilk günlerde ahaa annemlerdeyim ve annem çay demliyor diye neşeyle uyanmamı sağlayan antika kaloriferimizin buhar çıkarma sesinin (tısısısısısısısıs) gitgide sinir bozucu ve ancak üstüne bez kapatılarak önlenebilen, 1900'lerin  başından kalan bu binaya has bir özellik oluşunu idrak etmem, beş kat aşağıdaki çamaşır makinasına çamaşır atmak için beklediğim gün sayısının gittikçe artması, elimde kırılıp kalan çaydanlık sapından sonra amazon.com dan çaydanlık sipariş etme çabaları, alışveriş yapılan marketlerin belirginleşmesi, ve iki tane yanyana yerleştirilmiş otomatik satış makinasında bile aynı ürünün fiyatının farklılaşması sebebiyle oluşan rasyonel tüketici davranışlar ve yağ şuradan alınır, sebze buradan diye marketlerin birbiri arasında farklılaşması... Tabii bunların yanı sıra farklı gelişmeler de olmuştu: Türkiye telefonumun kendiliğinden kapanıp, şarjının bittiğini günler sonra fark etmem ve burada geçirdiğimiz akşam saatlerinde facebook'un sıkıcılaşması ve tenhalaşması gibi.. Öte yandan hala buradaki telefon numaramı ezberleyememiş olmam da bir direnç gösteriyor olabileceğim şeklinde yorumlanabilir. Ya da hala zil çaldığında kapıyı açmak için kapıya yönelmekte direnmem. Oysa kapı, kapının yanından değil, odanın içinde bulunan şu aşağıdaki cihazdan-diafondan- açılıyor.


Ya da hala sabah kalktığımda, Türkiye'de akşam saatlerine geçiş yapılıyor olmasına rağmen haberleri izlemem, gazetelere bakmam, mutfakta bulaşık yıkarken Enver Aysever'in aykırı sorularını öğleden sonra kuşağım yapmam, akşam yemeklerinde bilgisayardan açıp Uğur Yücel'li aile dizisi izleyip, onlar içli köfteleri höpürdetirken, mantarlı, taze soğanlı, krem peynirli makarna yiyiyor olup yine de gülümsememiz gibi.

Birden fazla değişikliği aynı anda yaşadığımı söyleyebilirim. İlki, ki belki de en önemlisi, tam zamanlı çalışmak, kafamın hep türlü işle meşgul olması gibi bahanelerimden arındırıldığımda dahi tez yazamıyor olmam gibi. Merak etmeyin bu sıkıcı konuya burada girmeyeceğim. Ne de olsa facebook arkadaşlarımın çoğu benim gibi tez-zedeler olduğundan yeterince esprisi dönüyor çeşitli ortamlarda. Kendim de yapıyor olmama rağmen beni de baydı.
İkincisi, habitus umdan kopmuş olmam. Kapıdan dışarı çıktığımda selam vereceğim henüz kimsenin olmaması, alışveriş yaptığım yerlerde gülümseyip görüşürüz diyebileceğim kimsenin bulunmaması, ne giydiğimin kimse tarafından görülmüyor olması. Ki bilen bilir bu mesele benim için önem arz eder. Gittiğim yerlerde dondurucu New York soğuğunda aynı paltom ve şapkamla dolandığımdan içime ne giydiğimin hiçbir önemi yok. O nedenle, New York'luların ve buraya gelen yüzlerce turistin ellerinde taşıdığı poşetler de anlamsızlaşıyor ve burada yaratılan plastik mucizelere kapılmıyorum. (Burada yaratılan tüketim çılgınlığından, ilahlaştırılan don sütyen ve Victoria'nın cıbıl cıbıl gezinmesine rağmen ortaya çıkmayan Secret'ından, gitmeyenlerin dövüldüğü merdivenlerden aşağıya inilerek girilen Apple store dan, "bir avenue dan bir avenue ya" uzanan Macy's mağazası çılgınlığından ve sürrealist bir korku filmini andıran kuklalı Christmas vitrinlerinden daha sonraki bir yazımda bahsedeceğim)
 Gerçi apartmanımızın kapısında mütemadiyen rastladığımız ve adını "muhtar" koyduğumuz, gri eşofmanı, şişko siyah montu, uzun dalgalı ve hep toplanmış saçları ve hep uykudan yeni kalkmış ve kafası iyi olan bir arkadaş var. Kafası daha iyi olduğunda kendince birkaç cümle ediyor bazen selam alıyor bazen almıyor. Hakkında bildiğimiz şeyler: giriş katında oturduğu, bütün gün sigara içmek için kapı önünde ya da yan sıradaki iki kapıdan birinde görülebileceği, çalışmadığı, oturduğu dairenin kapısında "hoping for a cure" yazan pembe kurdele bulunması, evde yaşlıca bir kadının daha oturduğu ihtimali ve yine evden birinin askerde olma olasılığı gibi.  Çok merak ediyorum hayatını ama şimdilik arkadaşlığımız gökkuşağı atkı taktığımda "nice scarf haa!" demesinden öteye geçemedi. Ne giydiğimin önemi yok demiştim ama bu atkı sayesinde dikkat çekici bir unsur ve sembolik anlam yüklendiğimi düşünüyorum. Gökkuşağının renkleri solmasın!
Öteki karakterimiz ise Jimmy. Bu kişi 60lı yaşlarında, siyah ve hakkında pek çok efsane dolaşan "super intendent" nam-ı diğer "super" yani bize göre buraların kapıcılar kralı. Daha buraya gelmeden anlaşılmaz İngilizcesi, aksiliği, kimseyle iletişim kurmaması, hatta savaş gazisi olduğuna dair çokça şey duyduğum bu adamdan gelmeden evvel korkuyor ama kendimden gurur duyarak "Ahahhaa ben geleyim de sen gör, ben onu yumuşatırım" şeklinde böbürlenmelerde bulunuyordum. İçten içe de "ya işimiz düşerse ne yapacağız oğlummm" diyordum. Yine, 21. yüzyılın Amerika'sında, Türkiye'deki hayatımızın internet hariç, baya bi öncesine zaman yolculuğu yaptığımız New York'un göbeğinde, ikinci antika cihazımız fırın. Gazlı bu fırınla ilgili yaşadığımız bir sıkıntı oldu ve yaklaşık 3 hafta bekledikten sonra, erteleme forever, nihayet Jimmy'nin istek kutusuna meali ocağa bakılması lazım, fırın çalışmıyor olan bir not bıraktık. Bir hafta sonra aradılar ve sevimli bir tamirci evimize geldi. Sabahın 8inde eve giren bu adamın sevimli karakterini de ortaya çıkarmak bana düştü. "Yahu biz bu fırını şey edemedik. Yani Türkiye'de fırınımız da elektrikliydi. Bilemedik nasıl çalışır, gazlı olduğundan. Korktuk gaz falan kaçırır diye. Görüyorsun üstünde derece falan da yok düğmenin." Adam bi kahkaha patlattı "Biz Amerikalılar işte böyle kalpten yemek yaparız" dedi. "Ben de öyle düşündüm zaten" diyerek ortamı yumuşattım. Adam birden evin ortasına lap lap ayakkabılarıyla dalan koca adamdan çıktı, ben Jimmy ile görüşeyim de değiştirip değiştiremeyeceğini bir sorayım dedi. Sağ ol bro! dedim. Şimdi işimiz yine Jimmy'e düşmüştü. Aradan bir hafta geçti. Ne bir telefon, ne posta kutumuzda bir mesaj. Ah "extensive division of labor" köpeğin olduk burada. Neyse, bir sabah, artık çakmağı ateşlediğimiz son düğmenin de bozulmasından ve, aldığımız ayrı çakmağın da güvenlik kilidi sebebiyle, benim bilek gücümün çalıştıramayacağı sertlikte olmasından muzdarip çıldırdım ve memleket özlemimin tümünü, küfürlerle bezediğim güzide cümlelerimle fırından ve konuştuğumu anlayan tek insandan çıkardım. Fakat, bir mucize gerçekleşti. Apartman kapısının önüne çıktığımda gülümsüyordum. Nedensiz. Yanıma orta yaşlarda diye düşündüğüm siyah bir adam yaklaştı, o ana kadar Jimmy'i efsanelerden tanıyordum, "Hey man, you must be Jimmy" dedim yani Jimmy olmalısınız sayın bayım. Aslında bu anın güzelliğini bozmak istemem ama, bu cümleyi daha öncesinde iki adama daha sarf edip, "jimmy is over there" cevabını almış ve Jimmy'e uzaktan bakmakla yetinmiştim. Demek ki kısmet bu mucizevi tanışmayaymış a dostlar!  Gülümsüyorsun dedi. Bugün çok neşeliyim torunumu düşünüyorum demez mi adam. Başladı bir muhabbet, sonra gelsin iphone dan gösterilen torun fotoğrafları, küçük tatlı Spencer'ın yaramazlıkları, gitsin dedeliğin harikalıkları, oğulların askerlikleri, Jimmy'nin Yunanistan ve Türkiye'yi karavanıyla gezme istekleri... Hey Jimmy dedim, babam yaşında adamsın. Ne harikulade oldu seni tanıdığım. Ama burası New York dostum, meğer adam mesainin son demlerindeymiş, saat 16.50 olduğundan yanımdan yarımyamalak elvedalarla ayrılıyordu ki kızım dedim hadi yap bir "move". Jimmy, şey, bizim bir fırın vardı da. What are you? dedi yani hangi dairedeydin sen. Dairemi söyledim. Bugün Cuma, dedi. Pazartesi haber vereceğim. Mert adammış sözünü tuttu. Pazartesi, fırın değişmedi ama üzeri Fahrenheit la derecelendirilmiş fırın düğmemiz takıldı, fırının çalıştığını gönül bağımızla, çıkan gaz sesinden hissetmemiz gerekse de, "fırını 375 dereceye ayarlar mısın" şeklinde cümleler kursak da mutlandım. İşte dedim. Artık evinin kadını oldun, otur tezini yaz.

Çevremize dair bu türden karakterlerin dışında değişen üçüncü şey ise "ama yine sen kendinle kalırsın" -şimdi Jülide Kural dinliyorum da. Gerçi ortam biraz türkü barı andırıyor.

 Perspektifimi şenlendiren çalışan eş, elektirik süpürgesi sapı, beş petekli robot grisi renkli kaloriferi bir kenara bırakırsak, dibimde duran ve yüzüme yansıyan,  noel için 4.99 $ a inmiş kırmızı yıldız şeklindeki ayaklı lambanın kırmızı ve loş ışığında, meksika renkli amerikan servisler koyularak renklendirilmiş yemek masasında oturuyorum. "İnsanlar hayatta bir vardır, bir yoktur. Ama yine sen kendinle kalırsın" diyor şarkı. Ne de güzel diyor. Ve bu romantik ortamı ne zaman bozacağım biliyor musun dostum? Şu an! Zihnim bana bir oyun oynadı ve bu hafta yaşadığım olayı anımsatarak bu yazıyı sonuçlandırmama neden oluyor.
SAHNE 1:
İç mekan. Ev. Mutfak. Öğle saatleri. Dışarıda, bulutlu, kapalı, rüzgarlı hava.
Gözde tavayı ocağa koyar, yoğurduğu köfteleri tavaya yerleştirir. Ev kokmasın diye, ki bunu engellemesine imkan yoktur, mutfak penceresini açar. Ocak başındayken ısının ne yöne gittiğini farketmez. Duman çoktan iki metre mesafede bulunan ara odaya ulaşmıştır. Ve olan olur.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES:
Biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip. Biiiiiiiip. FIRE! Biiiiiiiiiiippppp. Biiiiiiiiip.. FIRE! FIRE! FIRE! FIRE! FIRE!

GÖZDE: Ayyh ayhh. Ya yanmıyo. yANGIN YOK.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: nEREYİ ARICAM. nAPÇAM. aMAN.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: Ocağı kapattım. kAPATTIM Dİ Mİ KAPATTIM.
(Odalara koşar. Çok da fazla koşmaz zaten küçük ev. Kafasını kaldırarak ara odadaki yuvarlak yangın alarmını farkeder)
NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILAN SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: Ya bir yer yanmıyor. Jimmy gelecek şimdi. Ne yapacağım.  yanıyor mu ya bi yer mi yanıyo! Sus nolur sus BE KADIN! Fire diyi durma. SUS KADIN. SUS!

SAHNE 2:
İç mekan. Ev. Kırmızı divan. Kaşısında sehpa. Sehpanın üzerinde laptop. Gözde divanda oturmaktadır. Elinde tepsi tutmaktadır. Eliyle ağzına ekmeği tıkmaktadır ve bilgisayar ekranına bakmaktadır.

 EKRANDAN BABA: Ne güzel yiyiyorsun Gözde.
GÖZDE:  (Diş görünmeyen gülümseme)

İşte benim New York'um bebekler. Hasta Luego!

Gözde Ç.

18 Nisan 2013 Perşembe


Acemi uçuşlar

Acemiyiz ikimiz de 
sen uçmakta
ben kanat çırpmakta


Sabahın erken saatlerinde daha evvel çalışmadığım ve bir kurumda yalnızca üç masanın bulunduğu küçük bir kütüphaneye dersime hazırlanmak için gittiğimde görevli yerine, iki kadın bir adam kütüphaneyi temizliyordu. Deterjan kokusunun varlığı, ben günaydın diyene kadar insanların varlığından daha baskın bir şekilde mekanı hissettiriyordu. Yerler yarı ıslak, tahminimce pek az kişinin dokunduğu kitaplar da toz olan ellerin onlara dokunmasından, saçları okşanan küçük kızlar kadar huzurluydular. Tam giriş kapısının karşısındaki pencere, yerle bir bahçeyi görüyor, baharın o tatlı okşayışıyla canlanmış toprak, en çok da yeşiliyle odaya doluyordu. Dışarıdaki çiçeklerden çok, içerideki "çiçek kokulu" deterjan koktuğundan pencere açıktı. Ancak sabahın bu ilk saatlerinde olacağı üzere serinlik içeri doluyordu. Oturacaktım. Kendimi tanıttım. Varlığımdan, oturacağım yer henüz silineceğinden, rahatsız hissettiklerini düşündüm. Eşyalarımı masanın üzerine bırakarak azcık dışarı çıkarak kendime gereksiz işler icat ettim onlara vakit vermek için. Geri döndüğümde, kadınlar gitmiş yalnızca gözlüklü, yüzü hafif pürüzlü adam kalmıştı geride. O da  "Pencere açık dursun yerler kurusun. Ben gelir kapatırım birazdan. İsterseniz çay falan getireyim. Dışarıda damacana var su içmek isterseniz. Hemen çıkışta da kantin var" diyerek gitti.

Tek başına kaldım. Üstüm inceydi, üşüyordum. Adam ben gelir pencereyi kapatırım dediğinden de kalkıp kapatamadım. Rüzgara karşı, hafif nemli saçlarımla, "çiçek kokulu" deterjanla birlikte bahara karşı oturuyorduk. Montumu giydim. Sonra yavaş yavaş kitaba daldım. Taa ki PAT diye bir ses gelene kadar. Zannediyorum sesle birlikte kafamı kaldırmam aynı ana denk gelmiş olacak ki avcumun içinden bile küçük olan bir serçe cama ÇaRPpaRaK yere DÜŞMEsine tanıklık ettim. Ne yapacağımı bilmez halde kalakaldım. O sırada inanılmaz şeyler cereyan ediyordu. Yerde kıpırtısız duran serçenin yanına başka serçe sağlık ekipleri geldi. İlk gelen cama çarpmanın verdiği beton etkisiyle çarpılan bacaklarını gagasıyla sürttü. Sersemlemiş, belki ölüyor, ölmek üzere diye düşündüğüm serçe sendeledi ancak pek tepki vermedi. Saniyeler içinde başka serçeler geldi hepsi teker teker gagalarıyla yerde kıpırtısız duran serçeyi gagalarıyla yaşama döndürmeye çalışıyorlardı. Baktılar hiç kıpırtı yok, yetmiş-seksen santim açıklıkta duran güvercin ağabeyler geldi. Onlar da durumu yokladılar. Ben olayları ağzım açık izliyorum. Kuşlar birer birer umudu kesip gidiyorlar. Dışarda serçe içerde ben çaresizliğimizle karşılıklıyız.

O sırada içeri adam girdi. Montumu giymiş olduğumu farkederek "Üşümüşsünüz. Camı kapatayım ben" dedi. Pencereye yöneldi. Dışarıda belki bir dakika önce cereyan eden olaydan bihaber pencereyi kapattı. Eş zamanlı olarak "bir şey ister misiniz?" diye sordu. Sağ olun. Teşekkür ederim. Yalnız, çok üzüldüğüm bir şey oldu. Şu küçük kuş cama çarpıp düştü şimdi de kalkamıyor dememle beraber adam imdadıma yetişti. Öyleyse ben onu tutayım... O anda ne kadar ürkek olduğumu bir kez daha anladım. Tanıklık etmekten başka hiçbir müdahalem olmamıştı. Küçük bir çocukmuşçasına ağabeyime dışarıda yere düşen kuşu işaret ediyordum. Adam bir anda kayboldu ve sonra yine bir anda dışarıda belirdi. Küçük kuşu avucuna aldı. Yanıma getirdi. Yaşıyordu. Avuçlarının içindeki kuş yaşıyordu ama kanatlarını çırpamıyor gibiydi. Debelenmiyordu. Başını vurmanın sarsıntısıyla sersemlemiş. Bense ondan beter. Adamcağız kuşu bana uzatıyor. Ben tutamam. Korkarım diyorum. Korkunu yenersin abla tut dedikçe iyice korkuyorum. Bir yandan da hiçbir şey yapamamanın verdiği mahçubiyetle ne yapsak ki falan diyorum. Neyse ki adam halimden anladı da ben bunu biraz aşağıya götüreyim dedi. O sırada içimde bir endişe belirdi. Kuşu adama ben gösterdim, yarı ölü bir canlının eline onu teslim ettim. Ya aşağıda ölürse ve çöpe atılırsa diye düşünerek az evvelki yerime oturup etrafı izledim. Dışarda, az evvelki ölüme yakınlıktan eser yoktu. Cıvıldaşmalar sürüyordu.
Bir süre sonra adam kuşla geri geldi. Yüzümde ne kadar kas varsa hareket etmiştir herhalde. Bu kez kanatları yerinde durmuyordu. Nasıl olur? Aaaa uçacak diyorum. Adam gözlüklerinin arkasından gülümsüyor. Bizde de bayılan olunca su çarpılır, limon falan yapılır ya ablam. Götürdüm aşağı bunu, soktum kafasını suya bir çırpındı bir çırpındı... Aşağıda dinlendiğimiz yer var zor yakaladık valla dedi. Sevincimle başını okşayabildim kuşçuğumuzun. Haydi uçuralım!
Pencereyi açtık ve göğe uçuşunu birlikte izledik. O hayat kurtarmanın gururu bense şükranlarımla...






1 Mart 2013 Cuma

Uğultulu tepe

Uğultularla birlikte çoğalan
gürültülü sıkıntıyla
güneş ışığında
bu parıl pırıl bahar
gölgeleriyle birlikte yürüyen insanlara
-kalabalıklarına ve boşluklarına-
bu düzene yamukluk etmiş jaluzili ve
yatak odası duvar kağıtlı
toz ve güneş yılı dolu odada
pencere arasından bakışım mı tepe
yoksa kahve fincanları boyunca
hiç aşamadıklarım mı sana doğru?

Gözde Ç.
Ankara-01.03.2013