22 Aralık 2013 Pazar

MoMA'ya gittim döneceğim!


Memlekette ayakkabı kutularına saklanan paralar ortaya çıkınca ilham aldık (!) biz de bari Andy Warhol'un konserve kutularını yerinde ziyaret edelim dedik. 6 katlı MoMA-The Museum of Modern Art- Modern Sanat Müzesi- maceramız böyle başladı. Evimizden yaklaşık yirmi-yirmi beş dakikalık bir metro yolculuğundan ve kalabalık vagonlarda iki yaşlıya yerimizi verip New York'ta sevap kazanıp, hayırlı bayramlar teyzeler ve amcalar dedikten sonra 50. sokağa ulaştık. Buradan batı yakasındaki, MoMA'nın bulunduğu 53. sokağa yürüyüşümüz çok sürmedi. Japon giysi markasından Allah razı olsun, hayırlı Cuma niyetine bedava giriş sağladığı Cuma akşamları, gerek New York'lular gerekse dünyanın her yerinden gelen turistler sanata bedava doyuyor. Bu nimeti öğrenmemi sağlayan ve kısa süreliğine konserleri için NY'a gelip, cep telefonu sahibi olmayarak, bana yaklaşık 2 ay önce bir Cuma akşamı için MoMA'da buluşmak üzere randevu veren A.'ya teşekkürü bir borç bilirim. Sayesinde bu gezimizi de bilinçli bir sanatsever olarak, müzenin bedava gün ve saatlerine denk getirmeyi ihmal etmemiştik.

İlk gelişimde 53. sokaktaki müzeye girmek için 54. sokağın ortalarına kadar uzanan sanat sevgisini görüp baya bir affaladığımdan bu kez sürpriz olmadı. Adam gibi sıramızı bekledik; yüzyıllardır ölmeyen sanat tutkusu: tatil yerlerinde portre yaptırmacılık benzeri tezgahların yanında, öndeki Japon turistlerin sıraya girdikten sonra müzenin Cuma akşamı ücretsiz olduğunu anlamalarıyla yaşadıkları zevkten mahrum fakat bir o kadar da mesut ilerledik. Onlar da nasıl sevindiler garibim..Herhalde şey demişlerdir: "Allah vatanımızdan milletimizden razı olsun bak el memlekette olduğumuzu hissettirmedi. Yine sponsorluğunu bildi."
Neyse, gelelim müzeye giriş faslına. Memleketimizde eserlerin birer birer sahte çıkma potansiyelinin olduğu ve yine şaşırmadığımız bu günlerde, müze olarak adlandırılan mekanlara girerken bir donumuza kadar aranmadığımızla kalıyoruz. X-ray cihazları, çanta yoklamaları, silahlı güvenlik elemanları... Gördüğümüz de ne! Ülkemizin birtakım zenginlerinin ifade ettiği gibi "çer çöp şekerim"  "Picasso'nun çerini çöpünü getirmişler yine" tadında olabiliyor. Her ne kadar ben, varsın olsun getirsinler de, yeter ki öğrenciler resim görmek için sıraya girsinler, ayağımıza müzeye girerken galoş giydirseler de bizim de müzemiz olsun diyenlerdenim. Gelelim el adetlerine. Hiçbir yerimiz aranmadı.

İlk gittiğimde acemiliğime gelmiş, müzenin ilk iki katında yer alan çağdaş resim ve heykele ilişkin galerileri gezebilmiştim. Bu kez önceden planladığımız gibi çıktık paşa paşa 6. katımıza, bir süreliğine şehre konuk gelen "Magritte: Sıradanın Gizemi" sergisine gidelim dedik. Burada ayrı bir sıra olduğunu görünce, aha dedik, naparsın yurdum müzeciliğinin yüreğimize açtığı derin yaralar, bu sergi ayrı para galiba. Sorduk ettik, yok efenim olur mu öyle şey dediler. Buyrun deyip yol gösterdiler. Önümüzde şık giyimli, modelinden, Fransız çift sağ olsun, bedava giriş hariç bir de Fransız öpücüğü temalı bedava tutorial aldık. Sıranın bir diğer faydası da C.'nin deyimiyle sınava son dakika çalışan öğrenciler gibi, google sağolsun, hakkında sürrealist olması, "Ceci n'est pas une pipe" (Bu bir pipo değil)
ve çok hoşuma giden "gökten yağmur gibi yağan fötr şapkalı adamlar" ve "örtülü yüzleriyle öpüşen çift" resimlerinden başka derin bir bilgim olmayan Magritte'in rüyalarına kadar indik. Böylelikle sırada geçirdiğimiz zamanı anlamadık bile. Süreli sergilerde fotoğrafın yasaklı olduğu besbelli bir şekilde beyan edilmiş olduğundan soktuk telefonları cebe, hadi bakalım hoşgeldiniz Magritte'e! Magritte, resminde sıradan nesnelerin, kabul görmüş ve sorgulanmadan alınmış anlamlarının dışında farklı çağrışımlar yaratmalarını sağlayarak, sanatseverleri düş dünyalarında yolculuğa çıkarıyor ve resmin ne olduğunu sorguluyor (Müzeciler bu cümlem sizin için. Sergi metinlerinizi yazarım. Olur ha yarın öbür gün işe ihtiyacım olur. Aklınızda olsun. Öptüm ) Velhasıl, resme bakanın, "Ben neye bakıyordum, ressamın resim yapması nedir? Ressam mı resimden çıkar; yoksa resim bir ressamın elinden?" sorularını sorabileceği sergide, biz tablolar önünde aman gelsin Saussure, gitsin Foucault, ordan anlatı, oradan diskur birtakım laflar attırırken, ve içimizde biriktirdiğimiz bütün düşünsel kurtları dökerken, Fransızlar ortaya çıktı. Birader, adamlar ve kadınlar tabloların önünde bir konuşuyor, ah diyorsun ne felsefe kopuyordur şimdi. Belki adamlar ve kadınlar: "Aman Fransuva bu akşam otelde ne yesek? Otelin yemeği de çok sığ ve tatsız. Tereyağı mı az ne? Ha sana da mı öyle geldi. Hahaha bir de bu Amerikalılar bu yediklerine kruvasan diyorlar" tadında günlük konuşmalar yapıyor. Olsun fark etmez! Kahrolsun bu eziklik, kültür kanı akan damarlarımıza işlemiş, bir de Fransızca ya, illa bir entellektüel olacak, sağ olsunlar ağızlarını açıp konuştuklarında ah diyorum yine bir b.k anlamadık herhalde biz. 

Neyse tam bu hezeyanı atlattık derken, kapıda güvenlik yoktu ama galerinin etrafına konuşlanmış birtakım siyah giyen siyah adamlar arasında gezinirken, bir beyefendi, güvenlikçinin yanına yaklaşarak: "Oh. It's so crowded! I am a member. I haven't recognized it's free Friday" tadında bir şey geveledi. Yani meali, "Ah Michael Efendi! Şu kılığımı görüyorsun. Ben aslında buraya bedava olduğu için gelecek adam mıyım? Bi hata ettik geldik bu ucuzcuların geldiği Cuma gününe bilmeyerek" diyerek sınıfını vurguladı. (Parantez açmak gerekirse bu Amerikanya'da müze üyeliği baya ciddi bir ayrıcalık. Düşünün ki adamlar bizdeki gibi, müzede eşin dostun sünnet düğününü değil, bağış gecesini organize ediyor ve bir bileti de en az 10.000 dolardan satıyor.) Sanat sanat için değildir beyefendi; sanat toplum içindir diyerek cevabını kapaklamak istedim de boşver şimdi uğraşmayayım dedim. C. kültürlü sohbetlerimizden yetinmeyerek telefonundan her tabloyu dakikalarca küratöründen dinleyerek gezisine devam ederken ben de dedim dur bir saate bakayım. Biz bu gidişle Warhol falan göremeyiz. Belki 6. kattan anca 5'e ineriz. Orada biraz gezeriz falan derken telefonu çıkarıp saate baktım sonra çantaya geri koydum. Derken ensemde bir ses: Hey madam fotoğraf mı çektin sen. NO! Biliyoruz herhalde! Kendimden sonsuz güvenle adamı savdım. 



Ressam ve heykeltıraş celebrity (yani ünlü demek. Merhaba anneler ve babalar ve Türkçe metinlerde yabancı kelimelerin geçmesinden hoşlanmayan siz değerli okuyucular. Ne yapayım ortama bu yakışırdı. Yazıverdim) geçidinin olduğu bir ortam. Sen de Picasso, ben diyeyim Van Gogh, Klimt, Frida, Dali, Miro, Duchamp böyle yani.
 5. katta dolaşırken, sanat sarhoşluğu içindeydik. Öyle ki, Monet'nin nilüferlerinin önünde duygu seline kapılıp, resmin önünde fotoğraf çektiren orta yaş üstü teyzelere sarılacaktım. 



Öte yandan filmi çekilen ressamların ününden geçilmiyor anacım! Burada da bestseller-en çok satan- mantığı moralimi bozmuyor değil. Soğuyorum kuzum. Bu nedenle resmin kendisinden çok resmin şöhretine kapılanlar bana düşünsel anlamda çok ilham veriyor. (Bakınız: Aşağıdaki fotoğraf-yine de Van Gogh'u çok severim. Yıldızları ve geceyi resmeden birini insan nasıl sevmez)


Biz de kendi payımıza düşen görevi yerine getirdik. Müzede yaklaşık üç saat durmamıza rağmen bir buçuk kat gezerek, Warhol'un kutularını bir sonraki Cuma'ya bıraktık. Son olarak müzenin restoranının fiyatlarına, "bu çağdaş eserde ne anlatılıyor acaba?" sorusuyla yaklaşarak baktıktan sonra, müzeden ayrılarak, NY'u da yıl boyu kestane kabuğu yanığı kokan İstiklal Caddesi'ne çeviren, önlerinde kuyruk eskik olmayan, seyyar yemekçi Halal Guys- nam-ı diğer helalciler i pas geçerek favori DELİ*'mizde yemeğimizi de yedik. Magnolia Bakery'nin kırmızı kadife kapkeklerinin tadına da bakarak Christmas ruhuna iyice girdik. Artık bundan iyisi can sağlığı. Yok birbirimizden farkımız biz de artık bir New Yorker'ız!

xoxo
Gossip Girl

Şaka len şaka: Gözde Ç. 

Fotoğraflar sırasıyla:
MoMA'nın binasının girişi -bana ait
Magritte'in "Bu bir pipo değil" eseri. İnternetten alındı.
Picasso'nun Üç kadın adlı yağlı boya eseri-fotoğrafı bana ait-çok sevdiğim bir resim oldu yakından görünce)
Monet'nin nülüferleri-foto bana ait- üç büyük tablo yan yana, bitişik sergileniyor bu ancak biri.
Van Gogh'un Yıldızlı Gece adlı eserine bakan ve fotoğraflayan insanlar-photo credit Gözde again.

* DELİ: ABD'de Almanca delicatessen kelimesinin kısaltılmış hali olup asıl manası, lezzetli, incelikle hazırlanmış yemek olan, ancak günümüzde ABD'de hazır pişmiş yemek veya şarküteri ürünlerinin sandviç olarak alınabileceği mekanlara verilen ad. Genellikle restoranlara kıyasla uygun fiyatlı yemek yenebilecek yerler olarak da görülebilir. 

1 yorum: