13 Aralık 2013 Cuma

Benim New York'um. (Sayın ve sevgili okuyucular. Bu bir methiye değildir. Methiye arayan başka kapıya. Etraf New York methiye blogu kaynıyor)

İnsan bir yerde yaşamaya başladığını nasıl anlar? Bir mekanda ömrünün bir kısmını geçirdiğini? New York'ta yaşadığımızı, ve yalnızca turist olmadığımızı anlamam sanırım bu günlerde gerçekleşiyor. Oysa emarelerini görmüştüm önceden. İlk iki haftadan sonra paramparça olan metro haritamın çantamdan çıkarılıp çöpe atılması, ilk günlerde ahaa annemlerdeyim ve annem çay demliyor diye neşeyle uyanmamı sağlayan antika kaloriferimizin buhar çıkarma sesinin (tısısısısısısısıs) gitgide sinir bozucu ve ancak üstüne bez kapatılarak önlenebilen, 1900'lerin  başından kalan bu binaya has bir özellik oluşunu idrak etmem, beş kat aşağıdaki çamaşır makinasına çamaşır atmak için beklediğim gün sayısının gittikçe artması, elimde kırılıp kalan çaydanlık sapından sonra amazon.com dan çaydanlık sipariş etme çabaları, alışveriş yapılan marketlerin belirginleşmesi, ve iki tane yanyana yerleştirilmiş otomatik satış makinasında bile aynı ürünün fiyatının farklılaşması sebebiyle oluşan rasyonel tüketici davranışlar ve yağ şuradan alınır, sebze buradan diye marketlerin birbiri arasında farklılaşması... Tabii bunların yanı sıra farklı gelişmeler de olmuştu: Türkiye telefonumun kendiliğinden kapanıp, şarjının bittiğini günler sonra fark etmem ve burada geçirdiğimiz akşam saatlerinde facebook'un sıkıcılaşması ve tenhalaşması gibi.. Öte yandan hala buradaki telefon numaramı ezberleyememiş olmam da bir direnç gösteriyor olabileceğim şeklinde yorumlanabilir. Ya da hala zil çaldığında kapıyı açmak için kapıya yönelmekte direnmem. Oysa kapı, kapının yanından değil, odanın içinde bulunan şu aşağıdaki cihazdan-diafondan- açılıyor.


Ya da hala sabah kalktığımda, Türkiye'de akşam saatlerine geçiş yapılıyor olmasına rağmen haberleri izlemem, gazetelere bakmam, mutfakta bulaşık yıkarken Enver Aysever'in aykırı sorularını öğleden sonra kuşağım yapmam, akşam yemeklerinde bilgisayardan açıp Uğur Yücel'li aile dizisi izleyip, onlar içli köfteleri höpürdetirken, mantarlı, taze soğanlı, krem peynirli makarna yiyiyor olup yine de gülümsememiz gibi.

Birden fazla değişikliği aynı anda yaşadığımı söyleyebilirim. İlki, ki belki de en önemlisi, tam zamanlı çalışmak, kafamın hep türlü işle meşgul olması gibi bahanelerimden arındırıldığımda dahi tez yazamıyor olmam gibi. Merak etmeyin bu sıkıcı konuya burada girmeyeceğim. Ne de olsa facebook arkadaşlarımın çoğu benim gibi tez-zedeler olduğundan yeterince esprisi dönüyor çeşitli ortamlarda. Kendim de yapıyor olmama rağmen beni de baydı.
İkincisi, habitus umdan kopmuş olmam. Kapıdan dışarı çıktığımda selam vereceğim henüz kimsenin olmaması, alışveriş yaptığım yerlerde gülümseyip görüşürüz diyebileceğim kimsenin bulunmaması, ne giydiğimin kimse tarafından görülmüyor olması. Ki bilen bilir bu mesele benim için önem arz eder. Gittiğim yerlerde dondurucu New York soğuğunda aynı paltom ve şapkamla dolandığımdan içime ne giydiğimin hiçbir önemi yok. O nedenle, New York'luların ve buraya gelen yüzlerce turistin ellerinde taşıdığı poşetler de anlamsızlaşıyor ve burada yaratılan plastik mucizelere kapılmıyorum. (Burada yaratılan tüketim çılgınlığından, ilahlaştırılan don sütyen ve Victoria'nın cıbıl cıbıl gezinmesine rağmen ortaya çıkmayan Secret'ından, gitmeyenlerin dövüldüğü merdivenlerden aşağıya inilerek girilen Apple store dan, "bir avenue dan bir avenue ya" uzanan Macy's mağazası çılgınlığından ve sürrealist bir korku filmini andıran kuklalı Christmas vitrinlerinden daha sonraki bir yazımda bahsedeceğim)
 Gerçi apartmanımızın kapısında mütemadiyen rastladığımız ve adını "muhtar" koyduğumuz, gri eşofmanı, şişko siyah montu, uzun dalgalı ve hep toplanmış saçları ve hep uykudan yeni kalkmış ve kafası iyi olan bir arkadaş var. Kafası daha iyi olduğunda kendince birkaç cümle ediyor bazen selam alıyor bazen almıyor. Hakkında bildiğimiz şeyler: giriş katında oturduğu, bütün gün sigara içmek için kapı önünde ya da yan sıradaki iki kapıdan birinde görülebileceği, çalışmadığı, oturduğu dairenin kapısında "hoping for a cure" yazan pembe kurdele bulunması, evde yaşlıca bir kadının daha oturduğu ihtimali ve yine evden birinin askerde olma olasılığı gibi.  Çok merak ediyorum hayatını ama şimdilik arkadaşlığımız gökkuşağı atkı taktığımda "nice scarf haa!" demesinden öteye geçemedi. Ne giydiğimin önemi yok demiştim ama bu atkı sayesinde dikkat çekici bir unsur ve sembolik anlam yüklendiğimi düşünüyorum. Gökkuşağının renkleri solmasın!
Öteki karakterimiz ise Jimmy. Bu kişi 60lı yaşlarında, siyah ve hakkında pek çok efsane dolaşan "super intendent" nam-ı diğer "super" yani bize göre buraların kapıcılar kralı. Daha buraya gelmeden anlaşılmaz İngilizcesi, aksiliği, kimseyle iletişim kurmaması, hatta savaş gazisi olduğuna dair çokça şey duyduğum bu adamdan gelmeden evvel korkuyor ama kendimden gurur duyarak "Ahahhaa ben geleyim de sen gör, ben onu yumuşatırım" şeklinde böbürlenmelerde bulunuyordum. İçten içe de "ya işimiz düşerse ne yapacağız oğlummm" diyordum. Yine, 21. yüzyılın Amerika'sında, Türkiye'deki hayatımızın internet hariç, baya bi öncesine zaman yolculuğu yaptığımız New York'un göbeğinde, ikinci antika cihazımız fırın. Gazlı bu fırınla ilgili yaşadığımız bir sıkıntı oldu ve yaklaşık 3 hafta bekledikten sonra, erteleme forever, nihayet Jimmy'nin istek kutusuna meali ocağa bakılması lazım, fırın çalışmıyor olan bir not bıraktık. Bir hafta sonra aradılar ve sevimli bir tamirci evimize geldi. Sabahın 8inde eve giren bu adamın sevimli karakterini de ortaya çıkarmak bana düştü. "Yahu biz bu fırını şey edemedik. Yani Türkiye'de fırınımız da elektrikliydi. Bilemedik nasıl çalışır, gazlı olduğundan. Korktuk gaz falan kaçırır diye. Görüyorsun üstünde derece falan da yok düğmenin." Adam bi kahkaha patlattı "Biz Amerikalılar işte böyle kalpten yemek yaparız" dedi. "Ben de öyle düşündüm zaten" diyerek ortamı yumuşattım. Adam birden evin ortasına lap lap ayakkabılarıyla dalan koca adamdan çıktı, ben Jimmy ile görüşeyim de değiştirip değiştiremeyeceğini bir sorayım dedi. Sağ ol bro! dedim. Şimdi işimiz yine Jimmy'e düşmüştü. Aradan bir hafta geçti. Ne bir telefon, ne posta kutumuzda bir mesaj. Ah "extensive division of labor" köpeğin olduk burada. Neyse, bir sabah, artık çakmağı ateşlediğimiz son düğmenin de bozulmasından ve, aldığımız ayrı çakmağın da güvenlik kilidi sebebiyle, benim bilek gücümün çalıştıramayacağı sertlikte olmasından muzdarip çıldırdım ve memleket özlemimin tümünü, küfürlerle bezediğim güzide cümlelerimle fırından ve konuştuğumu anlayan tek insandan çıkardım. Fakat, bir mucize gerçekleşti. Apartman kapısının önüne çıktığımda gülümsüyordum. Nedensiz. Yanıma orta yaşlarda diye düşündüğüm siyah bir adam yaklaştı, o ana kadar Jimmy'i efsanelerden tanıyordum, "Hey man, you must be Jimmy" dedim yani Jimmy olmalısınız sayın bayım. Aslında bu anın güzelliğini bozmak istemem ama, bu cümleyi daha öncesinde iki adama daha sarf edip, "jimmy is over there" cevabını almış ve Jimmy'e uzaktan bakmakla yetinmiştim. Demek ki kısmet bu mucizevi tanışmayaymış a dostlar!  Gülümsüyorsun dedi. Bugün çok neşeliyim torunumu düşünüyorum demez mi adam. Başladı bir muhabbet, sonra gelsin iphone dan gösterilen torun fotoğrafları, küçük tatlı Spencer'ın yaramazlıkları, gitsin dedeliğin harikalıkları, oğulların askerlikleri, Jimmy'nin Yunanistan ve Türkiye'yi karavanıyla gezme istekleri... Hey Jimmy dedim, babam yaşında adamsın. Ne harikulade oldu seni tanıdığım. Ama burası New York dostum, meğer adam mesainin son demlerindeymiş, saat 16.50 olduğundan yanımdan yarımyamalak elvedalarla ayrılıyordu ki kızım dedim hadi yap bir "move". Jimmy, şey, bizim bir fırın vardı da. What are you? dedi yani hangi dairedeydin sen. Dairemi söyledim. Bugün Cuma, dedi. Pazartesi haber vereceğim. Mert adammış sözünü tuttu. Pazartesi, fırın değişmedi ama üzeri Fahrenheit la derecelendirilmiş fırın düğmemiz takıldı, fırının çalıştığını gönül bağımızla, çıkan gaz sesinden hissetmemiz gerekse de, "fırını 375 dereceye ayarlar mısın" şeklinde cümleler kursak da mutlandım. İşte dedim. Artık evinin kadını oldun, otur tezini yaz.

Çevremize dair bu türden karakterlerin dışında değişen üçüncü şey ise "ama yine sen kendinle kalırsın" -şimdi Jülide Kural dinliyorum da. Gerçi ortam biraz türkü barı andırıyor.

 Perspektifimi şenlendiren çalışan eş, elektirik süpürgesi sapı, beş petekli robot grisi renkli kaloriferi bir kenara bırakırsak, dibimde duran ve yüzüme yansıyan,  noel için 4.99 $ a inmiş kırmızı yıldız şeklindeki ayaklı lambanın kırmızı ve loş ışığında, meksika renkli amerikan servisler koyularak renklendirilmiş yemek masasında oturuyorum. "İnsanlar hayatta bir vardır, bir yoktur. Ama yine sen kendinle kalırsın" diyor şarkı. Ne de güzel diyor. Ve bu romantik ortamı ne zaman bozacağım biliyor musun dostum? Şu an! Zihnim bana bir oyun oynadı ve bu hafta yaşadığım olayı anımsatarak bu yazıyı sonuçlandırmama neden oluyor.
SAHNE 1:
İç mekan. Ev. Mutfak. Öğle saatleri. Dışarıda, bulutlu, kapalı, rüzgarlı hava.
Gözde tavayı ocağa koyar, yoğurduğu köfteleri tavaya yerleştirir. Ev kokmasın diye, ki bunu engellemesine imkan yoktur, mutfak penceresini açar. Ocak başındayken ısının ne yöne gittiğini farketmez. Duman çoktan iki metre mesafede bulunan ara odaya ulaşmıştır. Ve olan olur.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES:
Biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip. Biiiiiiiip. FIRE! Biiiiiiiiiiippppp. Biiiiiiiiip.. FIRE! FIRE! FIRE! FIRE! FIRE!

GÖZDE: Ayyh ayhh. Ya yanmıyo. yANGIN YOK.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: nEREYİ ARICAM. nAPÇAM. aMAN.

NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILMAYAN DIŞ SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: Ocağı kapattım. kAPATTIM Dİ Mİ KAPATTIM.
(Odalara koşar. Çok da fazla koşmaz zaten küçük ev. Kafasını kaldırarak ara odadaki yuvarlak yangın alarmını farkeder)
NERDEN GELDİĞİ ANLAŞILAN SES: Biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip! FIRE!

GÖZDE: Ya bir yer yanmıyor. Jimmy gelecek şimdi. Ne yapacağım.  yanıyor mu ya bi yer mi yanıyo! Sus nolur sus BE KADIN! Fire diyi durma. SUS KADIN. SUS!

SAHNE 2:
İç mekan. Ev. Kırmızı divan. Kaşısında sehpa. Sehpanın üzerinde laptop. Gözde divanda oturmaktadır. Elinde tepsi tutmaktadır. Eliyle ağzına ekmeği tıkmaktadır ve bilgisayar ekranına bakmaktadır.

 EKRANDAN BABA: Ne güzel yiyiyorsun Gözde.
GÖZDE:  (Diş görünmeyen gülümseme)

İşte benim New York'um bebekler. Hasta Luego!

Gözde Ç.

8 yorum:

  1. Bayildim yazisinaa diline new yorkuna!! Yangin olayinda noldu geldi mi jimmy? ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ediyorum, çok mutlu oldum :) gelmedi gelmedi Jimmy

      Sil
    2. :)))) hep yaz.. bes sayfa tez bi sayfa blog ;l

      Sil
    3. Yaz gozdem yaz ki icimiz aydinlandin dunyamiz buyusun. Senin gozunden gorelim yasayalim oralari. Duygularini tadalim kelimelerinden, ozlemlerimiz durulsun azicik... cok seviyorumm

      Sil
  2. İstanbul kızı Gözde'ciğim sıcak gülüşünle Ankara'yı ısıtmış, bizlere bile sevdirmiştin. Eminim ki New York' ta da aynı etkiyi bırakacaksın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :) Teşekkür ediyorum. İşte böyle ayrıntılar, renkler.. sevmeye başlıyor insan. Beklerim ;)

      Sil
  3. Sabah okudugumdan beri aklima bir mail... Yazmistim ben de bir seyler, yeni sehir, yeni evle ilgili.. anahtar aramakla ilgiliydi kapida diye.. Agusto 2007 de yazmisim. Tam buraya gelisimden bir ay sonra... Soyle bir sey yazmisim... Istanbullum, Ankaralim, Newyorkerim! Gozlerinden operim


    "Nerede yasadiginin farkinda misin?
    Ne giydiginin? Gozlerinin nasil baktiginin, ellerinin nasil durdugunun farkinda misin?
    Karsinda kim oturuyor, seni fark etmis midir , farkinda misin?
    Otobuse binince karti nasil kullandin, cuzdani cantanin neresine koydun, farkinda misin?
    Kendinin farkinda misin?

    ***

    Yasadigin sehir evin olunca, orda kosturmaya baslayinca farkina varmiyor insan nerede oldugunun... Otobuse nasil bindiginin, elindekileri hangi cebine koydugunu fark etmiyor. Gezmelerimi dusunuyorum; elimde hep harita oldugundan mi, hic bilmedigimden mi nerde oldugumu sanki icimden hep bir ses haykiriyordu "Roma'dasin, Luksemburg'dasin, Krakow'dasin, Melilla'dasin, Barcelona'dasin, Istanbul'dasin, Prag'dasin, Venedik'tesin, Budapeste'desin, Talin'desin, Stirling'desin, Selanik'tesin, Pau'dasin, Burdasin, tam olarak burdasin! burdasin ceren, burdasin!" "Pasaportun ikinci gozde, cuzdanin cantanin sag tarafinda, bu karti kadinin yaptigi gibi goster, makinanin sag tarafindan.. Arka cebinde sakla bileti, kontrol gelirse ceza yeme.., farkinda ol her seyin, sagin solun sobe!"

    Iyi bak cevrene, keyfini cikar, balik ye, suraya git, orayi gormeden gecme, gectigin sokaklarin adini aklinda tut... Burdasin, nerde oldugunun farkina var!

    Evet Ceren, iste farkindasin. Istedigim oldu, nerede oldugunu biliyorsun, evin bura degil o yuzden farkindasin...

    Ankara'da hic boyle hissetmedim. sagima baktim, soluma baktim, dolmustaki herkesin yuzunu kafama yazdim, oglen gorunce selamlastim ama hic farkina varmadim "nerede" oldugumun... Attim cuzdani cantaya, sonra 40 saat aradim lazim olunca. Farkina bile varmadim aradigimin...

    Sadece "seyahat" a ozgu bir sey belki de..

    Simdi.. Nerdeyim..?

    3 sene once, 2 sene once, gecen sene icimdeki ben "Zaragoza'dasin" dedi durdu, iyice baktim, iyice sindirdim. Simdi ev gibi oldu, Ankara gibi oldu, farkindaligim burayi es gecmeye basladi. Ama kolay degil, 20 yillik Ankarayla nasil bir olsun. Hemen bir degisiklige bakiyor...

    Bugun yagmur yagdi ama hava sicak, sonbahar cok guzel burda da... Semsiyemi aldim, sari, cicekli... Universite'den sonra Oturdum italyan kahvesine, capucchino soyledim, yagmuru izledim ve nerde oldugumu farkettim.

    Neyse Iyi ki siirler sarkilar var...

    ""Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
    Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa. "*

    Geldim Zaragoza 'ya...

    Baska bir sehir burasi... ama kavafis bana bunu demisti... Ankara gibi hissedecegimi biliyordum zamaninda:

    "Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
    Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
    aynı sokaklarda.
    ...

    Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, ne bir gemi var, ne de bir yol sana..."

    Iste bu yuzden, sirf Kavafis 1910 da bunlari soyledi diye, kim nereye giderse gitsin, her sehir ayni, yagmur da yagsa, nerede oldugunun birden farkina da varsa, yasadigin sehir, yaslandigin sehir senin sehrin, ister adi Ankara, ister adi Zaragoza, ister Barselona...

    Sirf sairler yazdi diye , bu boyle.. Farkinda miydin?

    ha bir de kucuk not: nerde yasadigin farkinda degilsen kal orda,her eve girisnde bi saat anahtar ariyosan, halbu ki aramayasin diye cebe attiysan kal... ama farkindaysan evine git artik... ya da birak pesine dussun senin sehrin. dolasmaya basla ayni sokaklarda.

    *Kavafis"

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ne güzel yazmışsın. Ben de anımsıyorum sanki bu cümleleri şimdi yeniden okuyunca. Tam da mesele bu sanırım. Farkında olmak. Ben de kaybolup gitmesin istiyorum duygularım. Bir ayda, ikinci ayda, bundan sonra gelecek tüm aylarda farklılaşıyor insan ve geriye dönüp baktığında kendini ve mekanı keşfedişine dair bir iz aradığında bu yazıları bulmak, sözlerine ulaşmak hazine bulmuş gibi geliyor insana. Yazılar en kıymetli mücevher, dostlardan sonra... Canım benim, öpüyorum güneşli bir günden...

      Sil