3 Ocak 2014 Cuma

Noel Baba'nın paydosu, terk edilmiş çam ağacı: bir yılbaşı değerlendirmesi

Hediye paketleri arasında, konfetiler içine yerleştirilmiş, üzerlerinde çevrenin ışıklarını yansıtan kırmızı yılbaşı topları gibi oturuyoruz. Akşam olmuş, pür bir telaş içinde birimizde bant, birimizde kesilmiş renkli paket kağıtları, bir yanda poşetler ve içinden çıkan küçük armağanlarla, annem, ben ve kız kardeşim hediyelerimizi paketliyoruz. Tam zamanını söyleyemem ama, şu üç günlük yeni yılda, aklıma yeni yıl denince bu görüntü geliyor. Yılbaşları benim için hediye almaktan çok, hediye vermek üzerine kuruluydu sanırım. Hiçbir şey olmasa paketlenen Salı veya Cuma pazarından alınan kırmızı külotların, insan içinde verilince yarattığı tatlı utangaçlığı seviyordum galiba. Ya da kardeşimin ufacık halindeki o tatlı sevinci ve bohçasından kendinden büyük kuzenlere hediye dağıtışını ve halamın oğullarına, "haydi noel babanın elini öpün de hediyelerinizi alın çocuklar" deyişini...
Kikirdeşmeleri, kadınların birbirleri arasında gülümsemelerini, biz çocukların büyüklerin gülümsemekten kırışan göz kapaklarında sevgiyi gören yüzlerini, kırmızı ekoseli eteklerimi ve belki ilk kez giyilen üzerinde küçük kurdele olan terliğin aynaya gidip baktıkça artan güzelliğini... Her yılbaşı, hediyeler paketlenirken kibritçi kız hikayesinin içimde yarattığı buruklukla, tüm bu güzelliklerin yanında, yılbaşı geceleri benim için bir yandan da hep hüzün taşırdı. O kadar kaptırırdım ki bu acıya kendimi, sanki kibritçi kızın son kibritine bakarcasına dalar giderdim uzaklara. Her şey bir yana, böyle günlerde hissedilen, "bir şeyler yapmalı", "acaba nereye gitmeli", "ne yapsak?" türünden orta sınıf soruları o zamanlar büyükler soruyor muydu bilmiyorum. Belki 1990'larda büyük kentlerde satılmaya başlanan yılbaşı programları, karlı yerlere yapılan iki güne dünya para sayılan, balonlu kartondan şapkalı ve düdüklü, payetli siyah kıyafetler içinde sahte sarışın pek çok kadının, ondan geriye sayarken, yaşlarını unuttuğu eğlenceler yeni yeni başlıyordu. Benim birkaç gün evvel yine anımsadığım haliyle yılbaşı demek, neneme gidip ailecek toplanmak, televizyonda, video için alınan VHS kasetlere kaydedilen TRT'nin yılbaşı programının açık olduğu, dansözün tam da sohbetten, çocuk seslerinden ve küçük odalarda atılan büyük kahkahalardan  bir salondan çok sahneyi andıran odaya girmesiydi. Tırnaklara dolan mandalina kabukları, içerideki insan kalabalığının dışarıdaki soğuk havayla mücadelesinde açık ara farkla galip geldiğinin kanıtı buğulu pencereler... Tombala kartlarının üstüne konan yamuk yumuk kesilmiş beyaz kağıtlar, ve hiçbir zenginin sahip olamayacağı küçük paralarla yapılan büyük servetler.. Tüm bunları "aman ne güzeldi yılbaşı eğlencelerimiz" demek için yazmıyorum aslında. Çocukken, sihirli gelen pek çok şey gibi, elbette yılbaşı törenleri de simlerin altında pek çok şey saklıyordu. Yıllar birer birer geçti. O toplaşmalar azaldı, bizler yetişkin olduk, doğduğumuz, büyüdüğümüz yerden uzaklaştık. Zaman içinde yılbaşı, öğrenci yurduna annemin çabalarıyla gelen, ismimin resimlerle yazıldığı, içinde kurabiye, yiyecek ve hediyeler bulunan ve hatta çam ağacı ve süslemelerle dolu koliden, gece 12'de yapılmaya çalışılan, gürültülü ortamlarda birbirimizi zor duysak da kutlanılan bir şeye dönüştü. Zannediyorum epey bir zamandır, aynı odanın içinde olmayı bırakın, aynı kentte bile değildik. Bu kez ise, aynı kıtada ve aynı saat diliminde bile... Tüm bunların ötesinde, yirmi beşi geçtikten sonra, belki bende çok erken gelişen, insanın içine peydah olan, tüm doğum günlerini, tüm kahvaltı ve yemek sofralarını ve tüm "özel" günleri, yukarıdan birisi karabiber serpiyormuşçasına azıcık buruklaştıran o acayip duygu, mesafelerle birleşince birtakım etkiler yaratabiliyor. Neyse bu yazı böyle bir yazı değildi... Bu yılbaşı denen şey, gittikçe ebedi dönüş üzerine daha çok düşünmeye  itse de beni, bu yazının konusu aslında burada yaşanan haliyle, bu noel ve yılbaşı döneminin, aralayabildiğim kadarıyla son günlerde moda olan ifadesiyle "perde arkası"na bakmak. (Gerçi bazen perde arkasına bakmak insanın perdeleri sonsuza kadar çekmek istemesine de neden olabilir.)
Dolarların, geri dönüştürülmüş kağıtlar üzerine basılıp muhtelif yerleri silmek için kullanılan mendillere dönüştürüldüğü ve ticarileştiği bu ülkede, herhangi  bir şeyin ticarileşmediğini ve ekonomiye katkı sağlayamayacağını düşünmek aptallık olur.
İlk olarak size, insanlar (inşa edilmiş) "güzellikler" ve "büyüler" yaşayabilsinler diye on binlerce dolar harcanarak tasarlanan mağaza vitrinlerinden bahsetmeyi isterim. Birbirinden pahalı markaların geçidi olan caddelerde, Aralık başında başlayan heyecan ve çılgınlığın yarattığı kalabalık, çok katlı ünlü dükkanların içinde hediye almak için koşuşturan insanlar dışında en çok ilgimi çeken şey, insanların vitrinler önünde, noele özel dekorasyonları izlerkenki halleri, ellerinde ne kadar elektronik imkan varsa birbirini ezercesine vitrinleri kayıt altına almak istemesi.

Bunun yanında, belli başlı yerlerde,  birkaç dolar karşılığı fotoğraf çektirebileceğiniz Disney'in meşhur kahramanları, noel baba, ve Amerikan kültür endüstrisinin yarattığı türlü karaktere ve özgürlük anıtının çarşaflı haline dönüşmüş, soğukta sokaklarda duran insanlar ya da bir diğer deyişle emekçi noel babalar.
Rockefeller Merkezi'nin meşhur süslemelerini ve özellikle de çam ağacını görmeye gelip, sanki hayatlarında görmek isteyebilecekleri en mühim şahısmışçasına "Oh there it is...." Ahhh işte orada" diyerek biraz olsun yanına yanaşmaya çalışmaları...


Öte yandan törensellikleri seven ve "katılımcı gözlemci" olmayı benimseyen bir sosyal bilimcinin yapacağı haliyle gittiğim Cathedral of Saint John the Divine'da yaşadığımız, tümü planlanmış,ve girişte dağıtılan tören programına harfi harfine uyan, insanların ailecek katıldığı, özellikle yaşlıların üzerlerinde muhakkak kırmızı bir giysi ve eşyayla yerlerine oturduğu, noel şarkılarının söylendiği ve İncil'den Hz. İsa'nın doğumuna yönelik kısımların okunduğu, pederin cemaati kutsamasından hemen önce, törenin son kısmına gelirken kiliseye bağış için uzatılan sepetlere, çocukların, kendilerine verilen paraları atıp kaçması gibi gözlemlerimizin olduğu hatıralara da değinmem gerekirdi. Herhalde, görsel bir unsur olarak, katedralde gençlerin tuttuğu ve yaklaşık iki metreyi bulan, Hz. İsa'nın doğumunu temsil eden, Hz. Meryem, bebek İsa, melek gibi karakterlerin kuklalarının, bizim toplumsal görsel belleğimizde Gulyabani'yi çağrıştırması ve Ö. le birbirimize bakarak iletişim kurduğumuz an hafızamızdan silinmeyecektir.

Bir diğer ilgimi çeken şey, Ö.'nin deyimiyle bizim kurbancıları andıran kesilmiş, bir zamanlar canlı olan pek çok boyda, satılmayı bekleyen çam ağaçlarını teşhir eden, sokak köşelerine kurulmuş çam ağaççıları... Okuduğum kadarıyla 18. yüzyılda Almanya'da çıkan, ilk olarak, o zamanın değerli meyvelerinin, mücevherlerinin ve materyallerinin asıldığı, 19. yüzyılda popülerleşerek yanan mumlar eklenen ve, melek Gabriel'i temsil ettiği ya da Hristiyanlığa göre kutsal olan ve İsa'nın doğduğu düşünülen, bugün Batı Şeria'da yer alan Beytüllahim yıldızını temsil eden yıldızın tepesine yerleştirildiği bu ağaç süsleme adetinin, güne uyarak tamamen plastikleştiğini ve parti dükkanlarında falan satıldığını düşünüyor; canlı ağaç seçeneğinin bu denli endüstriyel bir faaliyet olduğunu bilmiyordum.

Velhasıl, ağaççılar yaklaşık 3 hafta sokakların köşe başlarını tuttular, kimileri kiliselere gitti, kimileri günümüzün mabetleri mağazalara, kimileri hepsini yaptılar, kimileri de o soğuk gecelerde altlarındaki metronun ve şehri ısıtan boruların sıcaklığında, dünyanın neden bu kadar adaletsiz döndüğünde bir kez daha lanet ederek uykunun çaresizliği alan yuvasına girdiler. Times Meydanı'nda ondan geriye milyonlarca insan saydı, kağıtlara yazılmış dileklerin bir küreden konfeti şeklinde yayılmasını izledi, ertesi gün New York Şehri Belediyesi çalışanları dilekleri süpürdüler... Bir "yeni" yıl daha geldi ve şu an, yeryüzünün bu kısmında üç günlük oldu bile. Üç günlük dünya işte ne yaparsın.
Bana tüm bu satırları yazdıran, kesik, üzerlerindeki ışıltıları çoktan geride bırakmış, yalnız ve kırık, çöpe atılmış çam ağaçlarına şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.


Gözde Ç.

Not: Yukarıdaki fotoğrafları çeken benim. Gören de, izleyen de, katılan da. Söylediğim yerlere gittim, fotoğrafımı çektim, o vitrinleri ben de izledim. (Bu arada vitinler Macy's mağazasına ait) Ve sanırım, her şeye rağmen, biraz da olsa ışıltıyı seven, süslü paketleri ve parıltıları ve kırmızı küreleri seven çelişkili halimi mazur görüyorum, siz de görünüz :)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder