23 Ekim 2010 Cumartesi

saat

ev soğuk
üşüyor belim
aramızdaki yakınlığa ve bikaç milimetreye rağmen
senin bile ve benim bile bilmediğim uzaklardayım
üst üste giyilen çoraplara rağmen
yürümüş gibiyim karda
sırf korkuma hatırlamaktan
uykuya hapsedeyim diyorum kendimi
kendimce film sonları kurmaktan
yorgun
dönüp duruyor başım
kırışmış yastıkta
bembeyaz çarşaflar kırmızıya dönüyor
kan bozar derler rüyayı
benimkisi tam burda başlıyor
istasyonun birinde
kimsenin hayatında başlangıçlar ve kimsenin hayatında sonlar
olmasın diye
trenin birine saklanmış bir saat gibi
yalnızca saklayan biliyor yerini
üç kişilik bir şiirden battaniye örtüyor üstüme annem
dünyanın bütün karları üstüme yağıyor

19 Ekim 2010 Salı

domates biber patlıcandan hikayeler



Çocukluğumuzun videosuyla göz dolduran eserlerinden birinde özne konumunda olduğundan beri domatese olan hayranlığım artmıştır. Bir zamanların sokaklarda kilolarca satmak için kamyonlara yüklenen sevgili domatesi; sebze mi meyve mi tartışmalarından arta kalan zamanlarında endüstriyel bir ürüne dönüştü. Önce ev hanımlarının gönlünü çalan "kübik doğranmış domates" haliyle çalışan kadınların ellerini kokutmaktan vazgeçerek tencerelere konserve kutularından döküldü, sonra ketçap olup makarnalarımızın vazgeçilmez tadı, patates kızartmalarımızın yandaşı oldu, üstümüze sıçrayarak komedi filmi tadında korku esprilerimize konuk oldu.

Benim, dediğim gibi domatese hayranlığım büyüktür. Doğranmışına pek kurban olmam ama rendesinin içine bastım mı limonu, sirkeyi, nar ekşisini ve zeytinyağını bir de doğradım mı içine ekmeği bayılmazsam iyidir. Bir de babamın salatasının en vazgeçilmezidir. Hatta bu domates yüzünden salatanın suyuna elimle ekmek bandığım için eğitimim sırasında halalarımdan birinden azar işitmişimdir ve çatal kullanmam konusunda uyarılmışımdır ki hiç unutmam. Her salataya banışımda içimde büyür.
Öte yandan, çocukluğumun evde yalnız geçen günlerinde annem işten gelene kadar evde yemek yoksa en sevdiğim dostum salçadır. Ki o da bidliğiniz üzere domatesten yapılır. Çıkarırım salça kavanozunu buzdolabından. Bir güzel kızdırırım tereyağını ya da herhangi bir yağı. İçine iki kaşık salça. O da biraz kavrulduktan sonra biraz nane serpiştiririm. İşte çocuk yemeğim. Biricik domatesim...
Çocukluğumun gezilerinden birinde Çanakkale'den aldığımız bir domatesle kokusunun da ne denli güzel olabileceğini yaşadıktan sonra bunca yıldır alırken kokladığım... Rengine zaten hiçbir diyeceğim yok. Kırmızının yuvarlak bir formla buluşmasının en güzel örneğidir.
Şimdi herkes onu ne yazık ki artan fiyatıyla anıyor. Biz şehir insanları onu küçük yeşil dalından koparmaktan aciz ve uzak olduğumuzdan bize "domates" diye verilen her şeyi tüketmek zorunda kaldığımızdan onu piyasada aldığı değerle tanıyoruz. Annemizin kilolarca alıp rendeleyip kışa hazırladığı, uzunca dayansın diye içine bebe asprini atılan domatesleri; kadınları biraraya getiren ve salça yaparken türlü hikayelere vesile olan domatesleri,menemen etrafında herkesi biaraya getiren ama adı bile anılmayanı; şimdi sadece kral ve kraliçelerin mi oldu? Hatırlarsanız evdeki biber yetmediyse dolma diye domates doldurulurdu hatta kesilir de dolmanın üstüne süs diye kapatılırdı.
Küçük kamyonetleri özledim ben. Yığın yığın ve hiç bitmeyecekmiş gibi duran domates, biber, patlıcan, patates ve soğanı... Öyle marketin bir köşesinde yarısı darbelenmiş, daha olgunlaşmadan koparılmış haliyle zavallı duran domatesleri değil..
kim hasta ettiyse domateslerimizi kim onları sadece zenginlere mal ettiyse hesap versin! Kim çocukluk yemeklerimizi, hikayelerimizi, biranda karnımızı doyuran ve hiç kaybetmeyecekmişiz gibi dokunduğumuz kırmızımızı bizden aldıysa bize geri versin...
Domates de bizi özlüyor biliyorum!

13 Ekim 2010 Çarşamba

Ağlamak istediğimiz günler

Bu gunlerden birinde oldugunuzu nasıl anlarsınız? Sokaklar yorgun gelir gözünüze. Sanki sokaklardaki renkler, ağaçlar, miskin kediler, ağaçlardan düşen yapraklar, ağaç yoksa ortamda, yerdeki asfalt, hatta taşlar ve hatta hatta taşların arasına sıkışmış sigara izmaritleri, yollara yapışmış çiğnenmiş sakızlar, fiş fatura farketmez diyerek alınmış kağıt parçacıkları, yerde çamura bulanmış bir şapka, teki kaybolmuş eldiven... Toptan hüzündürler işte ve yorgunlardır. Yaşanmışlıklardan, kaybolmuş olmaktan, aranıyor olmaktan ya da hiç önemsenmemekten ya da tam aksine çok fazla önemsenmekten yorgundurlar. Siz de onların yorgunluğundan daha yorgun bir hale bürünürsünüz. Mevsim genelde sonbahardır ve hafiften üşümeyi seçersiniz. Çünkü sonbaharda terleyen insanlar ya fazla giyinmişlerdir ya da yapacak işleri olduğundan koşturmaktan istemedikleri bir terlemeyle karşılaşırlar.

Telefonunuz çalmasın, kimse size tek kelime sormasın ve hayat bildiği gibi devam ederken sizin üzerinizden geçmesin istersiniz. Bir Tanrı'nız varsa ona sığınmak bile aklınızdan geçmez, şükretmek, hayattan büyülenmek de istemezsiniz. Kafanızda sadece kısık sesle çalınmış ve anlamsız ama bir o kadar da yavaş piano notaları belirebilir. İnsanların yürüyüşleri, üstlerindeki paltolar,, yüzlerindeki kırışıklıklar, kirpiklerinde birikmiş ufacık makyaj artıkları, ellerinde şıkırdattıkları anahtarları hepsi ama hepsi bitimli bir hayatta herkesin son dönemeçlerini ve son kavşaklarını döndüğü hissini verir.

Yüzünüz renksiz, sesiniz sizden uzakta birinin hiçbir şey söylememek yerine gevelediği cümleler için bir araçtır. Bedeninizdeki uzuvları kullanmak için tembel; yalnızca kabinizin atış sesiyle ve ritmiyle yürürsünüz. Saatlerce yürüseniz sanki yorgunluk hissetmeyecekmişsiniz gibi yorgunsunuzdur.

Yazmaya bile üşenirsiniz ve biter.