Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın 2011 yapımı "Bir Zamanlar Anadolu'da" adlı eserini, filmin adı, konusu, mekan ve zaman üzerinden incelemeye çalışacağım. Öncelikle filmden edebi bir zevk aldığım için böyle bir yazı yazmak istediğimi belirteyim. Sinema filmini bir sanat eseri olarak tanımlamanın pek çok değişik kriteri olabileceği gibi, benim için diğer sanat türlerine olan yakınlığının önem taşıdığını belirtmeliyim. İyi bir edebi eser, insanı nasıl içine alır ve evrende bambaşka zamansız bir noktaya ve mekana taşırsa bir filmin bunu yapabilmesi hem bir o kadar zor hem de görsellik, ses, müzik gibi duygulanıma götüren pek çok öğeyi kullanabildiğinden kolay da olabilir. Ceylan sinemasının görsellikteki başarısı bir yana bu kez, eserini izlerken hissettiğim edebi hazzın, karakterlerin kurulmasındaki özen ve detaycılığın yanısıra karakterlerin yansıttığı toplumsal konumlar ve manevi derinlikle ilişkili olduğunu ve bu iki öğenin birbiriyle uyumlandırmasının insana "hakikat" hissi vermesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Karmaşık cümlelelerle boğuşmadan da, Anadolu kırsalında, Kırıkkale'de işlenen bir cinayetin peşinden sürüklenen bir hikayeyi anlatan bu filmi bir sanat eseri yapan özellikleri üzerinde duracağım.
Öncelikle filmin adını ele alarak başlayalım. "Bir zamanlar Anadolu'da" başlığı pek çok açıdan, filmin yarattığı belirsizlik atmosferi; ne ile karşılaşılabileceğinin bilinmemesi, gizem hislerinin yanısıra tekrar öğesiyle de örtüşüyor. Çocukluğumuzda anlatılan masallarda olduğu gibi "Bir zamanlar" ifadesi bizi yalnızca zamansızlığa ve masalsılığa değil, çok geniş bir zamanda gerçekleşen bir durum ve olay örgüsüne taşıyor. Filmin olay örgüsünün yarısından fazlasının, gerçek anlamıyla bir gecede kurgulanmış olması ve filmin devamının da, gecenin ertesi gününde geçiyor olmasıyla zıt bir ifade olsa da bu zıtlığın anlamlı olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü bir anlatıda “bir zamanlar” ifadesiyle zamanın kesinliği ve netliği kırılıyorsa burda süregiden bir sürece gönderme olduğu düşünülebilir. Bu noktada “Bir zamanlar Anadolu’da” başlığı filme hem masal mistisizmi katarken hem de Anadolu’da zamanın belirsizliği ve gerçek anlamda güneş doğup batsa bile günlerin ve doğanın sürekliliğinin devam etmesi ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin olduğu gibi kalması ve devamlılığı üzerine de kanımca bir gönderme yapıyor. Öte yandan filmde, bu ifadenin geçtiği yerde hangi karakterin kime bu sözü kullandığı da önem taşıyor. Dr. Cemal gece, araba farından gelen ışıkla aydınlanan sarı başakların sonsuzluğuna ve aynılığına bakmaktadır. İnsanların ölümlülüğü üzerine sözler söyler. Şoför Arap Ali, Dr. Cemal’e aralarındaki diyalogda kentten kıra gelen doktorun melankolisini ve yaşadığı hissiyatı sezer bir halde “Bir zamanlar Anadolu’da böyle bir gece geçirdim dersin” minvalinde bir söz söyler. Burada, bu ifade yukarıda bahsettiğimiz anlama ek olarak ikinci ve üçüncü anlamlar kazanır. Bu anlamlardan biri, şu an için Anadolu’da bulunan Dr. Cemal karakterinin bir zaman sonra başka bir yerde olacağı ve bu yerin Anadolu olmayacağı ve büyük olasılıkla İstanbul gibi daha büyük bir kent olması. Bir diğer anlam ise Anadolu’dan uzaklaşılmasıyla birlikte Anadolu kırsalında geçirilen zamana bir masal, bir macera, ve belki de gerçekten varolmuş olması istenmeyen bir zaman dilimi olarak bakılacak olması. Bu anlamları çok önemli buluyorum. Çünkü, halen daha Türk sinemasının ve daraltacak olursak aydın sinemasının, Türkiye coğrafyasında üreten ve üretilen herkesin ve herşeyin bir şekilde dokunduğu kent-kır ikiliğine gönderme yapıyor. Ve Anadolu, daha geniş anlamıyla kırsal bir çeşit büyülü gerçekçilikle anlatılıyor. Bu anlatımı filmde, Dr. Cemal karakterinin işemeye gittiği sırada da görebiliriz. Çok basit bir eylem için gittiğinde, şimşeklerle ve gök gürültüleriyle adeta kuduran doğa, adamın yüzünü döndüğü kayalarda ona bir oyun oynayarak yontuları aydınlatıyor ve Dr. Cemal yüz yontularıyla düpedüz korkuyor. Türk edebiyatının kırı konu edinen eserlerinde, özellikle Yaşar Kemal’de dikkatimizi çeken doğa ve korku unsurları burda da bu kentli karakterin gözünden ve üzerinden işleniyor. Ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” ifadesinin de Arap Ali’ye söyletilmesi bu anlamda çok manidar.
Masal zamandan gerçek zamana geçecek olursak filmin olay örgüsü yukarıda da söylediğim gibi iki temel zamanda kurgulanmış. Ki bu iki temel zaman gece ve gündüz. Uyuyamayan veya gece yaşayan insanların bileceği bir hisle, filmin uzun bir kısmı alacakaranlıkta yer yer zifiri karanlıkta, yalnızca araba farlarının aydınlattığı yollarda geçiyor. Gece zaman diyebileceğim bu yaklaşık 100-120 dakikalık seyirde izleyici yol alan karakterle ve karşılaşılan tiplerle aynı yerdeymiş hissine kapılıyor. Gerek kamera açıları, gerekse yapılan muhabbetlerin dinlenmesi açısından gece önemli bir zaman öğesi. Doğanın yalnızlığında ve tekrar eden aynılığında, insan etrafında kim varsa ona tutunur ya. İşte burada da neredeyse birebir gerçek zaman hissi yaratan kısımda, izleyici sabaha varacak olan gece boyunca karakterlerle birlikte yol alıyor. Öte yandan hikaye örgüsü açısından düğüm gece atılırken, sabahın ilk ışıkları ve günün doğmasıyla düğüm yavaş yavaş çözülüyor. Burada zamanın filmde kullanılmasına ilişkin vurgulamak istediğim bir nokta daha var. O da gecenin şiirsel ve masalsı dilinin sabahleyin yerini hukuk, bürokrasi ve tıp diline bırakması. Bir nevi karakterlerin gece boyunca içlerinde yaptıkları ve eş zamanlı olarak bir cesetin peşinde yaptıkları yolculukların nihayete ermesiyle günlük yaşamın içindeki kamusal alanlarda bu resmi dille temas etmeleri sonucunda iç yolculukları ve resmiyet ile yaşanılan gerilim de yoğunlaşıyor. Zamandaki ve dildeki bu kopuşun başlangıcında ise filmdeki önemli bir masumiyet sahnesi dikkat çekiyor. Muhtarın evinde dinlenmek için duran karakterlerimizin yorgunluğu, içinde bulundukları belirsizlik, korkuları, düşünceleri üzerinde çarpıcı biçimde kırılma noktası yaratan bir kadın oluyor. Bu konuya karakterler üzerinde dururken değineceğim fakat, kadın karakterin perdeye çıkmasıyla gecenin dili son yükselişini yaparak masalsılıkta doruğa çıkıyor. Muhtarın kızının meleksiliğiyle bir sürü erkeğin olduğu bir mekana elinde gaz lambası ve çay tepsisiyle girmesi ve karakterlerin kadının gözlerinde gördükleriyle gerçek duygularının çözülmesi oldukça manidar. Bu andan itibaren yavaş yavaş sabaha çıkacağımızı bilmeye başlıyoruz.
Filmde günün ve gün ışığının kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, olayların çözülmeye başlamasının eş zamanlı oluşu, insana gece ve gündüz olgusunu yeniden düşündürüyor. Gece, karakterlerin iç dünyalarında bir yolculukken, gündüz yolcuları çeşitli duraklara bırakıyor, Komiser evine, doktor hastanesine, zanlı hapishaneye, ölü otopsi masasına ve savcıyı ise içini kemirip bitiren kayıp bir hikayedeki yerine. Karakterler üzerinde burada fazla duramayacağım ama filmde gece boyunca detaylarla, kostümlerle- üniformalar, savcının paltosu, Arap Ali’nin ceketi gibi- ve diyaloglarla ve suskunluklarla kurulan karakterler mesleklerinin ve bulundukları toplumsal konumların hakkını gündüz dile geldiklerinde iyice hissettiriyorlar. Bu açıdan bakıldığında gündüz, hukuk, tıp ve bürokrasi gibi dillerle konuşurken gece şiir dilinde ilerliyor gibi geldi bana. Filmdeki replikte olduğu gibi, “bu hayatta halay başı olacaksın” ifadesi, halay başını Ankara’dan gelen savcı üzerinden yaşatılıyor. Savcı raporu yazdırırken hukukun dili ve amiyane tabirle adamın okumuşluğu herkesin onu ceset etrafında sıra sıra cümleler kurarken dinlemesiyle büyüyor. Filmdeki zaman ve kurgu örtüşmesini güçlendiren diğer bir öğe ise mekan seçimi.
Filmdeki mekanları temel olarak ikiye ayırırsam, dış ve karakterlerin içlerinde yaşattıkları mekanlar olarak sıralayabilirim. Dış mekan, olay örgüsünün yaşandığı Kırıkkale ve çevresi. Kırsalın bu denli güzel anlatıldığı bir Türk yapımı film anımsadığımı sanmıyorum. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi belirsizliğin birbirine çok benzeyen ve bir çeşme ile karakterize edilen mekanlarda karakterlerimizin yolculuklarını izlemek, arabaların içinde bir araya gelmiş birbirinden çok da farklı ama bir noktada örtüşen hayatların, ölümlülüğü ve ölümü sorguladıkları kadar hayatı sorgulamalarına da taşıyor izleyiciyi. Kırsala eşlik eden, araba içi, muhtarın evi gibi ikincil mekanlar diyaloglarla beslendiğinde yukarıda bahsettiğim masalsılığa inat gerçekçilik ortaya çıkıyor. Bu iki zıt öğenin birbiriyle öylesine eşsiz harmanlanması bir yana, gece ve gündüz mekanlarının birbirinden ayrı oluşu, gözümüze ayrı görünüşü, özellikle hastanede geçen kısımların dili, ışığı ve gerçekçiliği; karakterlerin iç dünyalarında giriştikleri otopsinin ve ahlak sorgulamalarının bir otopsi sırasında, otopsi masasının etrafında gerçekleşmesi oldukça ince işlenmiş detaylardı.
Öte yandan mekan aynı zamanda çağrışımlarla kurulan bir öğe olarak karşımıza çıkıyordu. Doktor Cemal’in odası; masasında yaşattığı dünyası ve geçmiş yaşamından izlerle dolu fotoğraflarla çağrıştırılan mekan da kır ve kent arasındaki ayrımın derinliğini artırırken öte yandan pratikte yaşanılan mekandan ne denli ayrı/farklı yerlerde yolculuk eden ruhlarımızın olduğunu göstermekte oldukça başarılıydı. Doktor Cemal’in elinde tutup uzunca baktığı deniz kıyısındaki çocukluk fotoğrafı, yanılmıyorsam bir pizzacıda ayrıldığı eşi varsaydığımız kadınla çekilmiş fotoğrafının tam da o hastane odasında, çok yorucu ve ölümle uykusuz kalınan bir gecenin sabahında, derman arayan hastaların bir kapı ötesinde nasıl da uzaklarda olabileceğimizi anlatmıyor mu?
Ben bu filmi çok sevdim. Bir roman okumuş gibi oldum. Herkes gibi bir ölümlü olarak, uçsuz bucaksız tarlalara bakarken yiter gibi, içindeydim ve öyle de kalmak istedim.
Gözde Ç.
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder