27 Şubat 2012 Pazartesi

Ayakkabıların ışığı: Lostracılardan, boyayalım mı abi'ye ordan alışveriş merkezine

Ayağımdaki çizmelerin kardan beyazlaşmış derisi, uzun zaman öncesinde kalmış bir hatıraya taşıdı beni. İstanbul sokaklarında pek kar olmazdı doksanların başlarında. Belki de ben öyle hatırlıyorumdur. Ne de olsa Çamlıca tarafında olan okuluma beni götüren servisin şoförü amca, okulun bulunduğu mahallede kar yağdığını görüp sevinince, "Hiç boşuna sevinme, sizin mahallede denize giriliyor" derdi deniz kıyısında karın az yağdığına işaret ederek. Bu yüzden ayakkabılarımın kardan beyazladığına çok şahit olmamıştım ne yalan söyleyeyim. Ama ayakkabılar önemliydi her kız çocuğunda olduğu kadar. Bir farkla! Ben babamın ayakkabılarını ve onun benim ayakkabılarımı boyamasını severdim. Bir ritüeldi ayakkabı boyamak; seyirlik bir şeydi.

Küçüklüğümden beri izlemeye olan merakım insanların hiç takmadığı, gözden kaçırdığı veya hayatta anlamsız bulduğu detayları kaçırmama gibi bir alışkanlık edinmeme vesile olmuştur. Bunda annemin payı büyüktür. 4-5 yaşında okumayı bana öğretirken sağı, solu gösterir, nerde ne tabela varsa okutur, arabanın camındaki buğuya sözcükleri yavaş yavaş parmağıyla yazar okuturdu. Keza bundan, babamın ayakkabılarına gösterdiği önem görüntülerle hafızama işlemiş. Nefti yeşil üzerine siyah zikzakları olan kadife bir bez parçası, bir ayakkabı fırçası, boya, sünger ve fırçayla hızlı hızlı hareket eden eller bu ritüelin parçasıydı. Ayakkabıların bezle temizlenmesi, boyanın eşitçe sürülmesi, kurumaya bırakıldıktan sonra fırçayla fırçalanarak parlatılması bir çocuk için izlemesi keyifli bir işti. Sonunda ayakkabılarımın pırıl pırıl olduğunu ve parladığını görmek, beyaz çorabımla giyerken aman boya bulaşmasın diye dikkat etmek, o gün sokakta yürürken taşa sürterim, bir yere vururum diye endişe duymanın da kendine göre farklı bir heyecanı vardı. Bunlar ayakkabı boyamanın bir yoluydu.
Öte yandan, benim için önlük ve üniforma satmasıyla zihnime kazınan Türkmen mağazası, hatırladığım ilk ve ilk kez defile yaptığımı sandığım Benetton mağazası, Hacı Bekir'in dükkanı, boyum malum yerlerine gelirken fotoğraf çektirdiğim Boğası ile Kadıköy ise ayakkabı boyacılığına "Lostra" dendiğini öğrenmemi sağlayan yer oldu. Niyeyse işte bu hatıra geldi aklıma geçen gün. Babamla Lostracıya gidişimiz. Kadıköy Osmanağa Mahallesi, Altıyol'a -Boğa'ya yakın- hatırladığım kadarıyla Türkmen'in yanındaki bu Losta'cıda birçok ayakkabı boya sandığı ve adam durur, ayakkabısını boyatmak isteyen beyler de bu boyacılara sırayla geçip karşısına oturur ayakkabısını boyatırdı. Ben, babamın ayakkabılarını birinin karşısına geçip oturup uzatarak boyattığını hatırlamıyorum ama bu boyama sürecini izlediğimi anımsıyorum. En çok da boya kavonozlarında boyaların duruşu, ayakkabıları boyayan erkeklerin boyalanmış parmakaları, birkaç çeşit fırça, pirinç ve ahşaptan yapılmış ayakkabı boya sandığının desenleri, kabartmaları ve her şeyin merkezinde oturan ayakkabı boyacısı... Bir sihirbaz gibi, hangi ayakkabıya hangi boyanın sürüleceğini bilen, parlak boya kapaklarını açan.... O dönemde kimsenin seyirlik olduğunu keşfetmediği bu iş, benim gibi çocuklar için bulunmaz nimetti...
Sonra yıllar geçti ben bir daha ayakkabı boya sandığını, İstanbul'da lüks bir otelde gördüm. Hem de herşeyin büyücüsü ayakkabı boyacısı olmadan.. Teşhir olmuştu, turistikti, parlaktı belki de boyalar kullanılmadan süs diye öylece kalakalmışlardı.. Doğru ya ayakkabı boyacılığı bir otele ancak seyirlik bir şey olduğunda ve boyacısı olmadan girebilirdi...
Kentin ekonomisi gelişip orta sınıfların nüfusu arttıkça bu tür işlerde zaman kavramı gitgide daha önemli olmaya başlamıştı. Her şeyin kolayca ve en önemlisi "hızla" halledilmesi gerekiyordu. Ayakkabı boyama işi de bu trendden nasibini aldı. Doksanların ortalarında, iskele kenarlarına, tren istasyonlarına konuşlanan, küçük sandıklarıyla, bir yerden bir yere yetişen kentlileri durdurmaya çalışarak "boyayalım mı ağabey, boyayalım mı abla" diyen çocuk ayakkabı boyacıları başta çocuk olmalarından, sonrasında ise dilencilik ve tinercilik gibi işler için bu işi bahane göstermelerinden tartışmalara neden olurken, lostra salonları bir bir azaldı. Tıpkı terziler gibi, onlar da bir salon olmanın dışında her şey olan, alışverişmerkezlerinin otopark girişlerinde gün ışığından mahrum, küçük, dar alanlarda ayakkabı kalıpları, bağcıkları, keçe ve boyanmak için sıra bekleyen ayakkabılarla yerlerini aldılar. Kentlilerin artık özel olarak ayakkabı boyatmak için vakti yoktu; alış veriş merkezine girdiklerinde diğer işlerini hallederken, başkası tarafından bir-iki saat içinde icabına bakılan ayakkabıları almak onlara büyük vakit kazandırıyordu. Boyacı sandıkları, nostaljiyle anılan nesneler arasında yerlerini çabuk aldı.
Belki yine lostra salonları vardır bir yerlerde. Direnmeye çalışıyordur. İtalyanca lustra sözcüğünden gelen, ışık, parlaklık, yansıma gibi çağrışımları olan lostra kelimesi, dilimizde ayakkabı boyama manasına geliyor. Hayalimdeki parlak ayakkabılarıma bakarak, zaman içinde hafızama yer etmiş, lostracılara ve lostra salonlarının kıymetli hatırasına selam etmek istedim bugün.

Selamlarımla,

Gözde Çerçioğlu

Not: Boya sandığı fotoğrafı, Ayakkabı Boya Sandığı üreticisi Lokman'ın sitesinden, http://ayakkabiboyasandigi.blogspot.com/2010/07/iki-kademeli-kabartma-gullu.html adresinden alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder