Pencereden içeri sızan gün ışığı... Güneşin ufka gittikçe yaklaştığı bu kış akşamlarında güneşi hissetmenin tatlı huzuru içinde ışığın eşyalarda yarattığı güzelliği izliyorum. Boya kalemlerimin durduğu, ceviziçi satılan kutudan bozma kalemlik bile en güzel anlarından birini yaşıyor. İçindeki kalemlerin uçları güneşe, onun ışığıyla parladıklarını unutarak çalım atıyorlar. Her gün doğup batmasına, ufukta kaybolmasına rağmen, her gün batışını bu denli eşsiz kılan ne diye düşünüyorum.
Benim için gün batışlarının özel olması, yalnızca ışığa olan aşkımdan kaynaklanmıyor. Bu güzelliğin peşine düşmeyi çocukluğumda ailemde edindim. Annemin güneş batışını izlemek konusundaki büyük tutkusu, babamın ise annemin bu tutkusunu yaşaması için iki eli kanda da olsa bir çözüm bulması bizi her nereye gidersek gidelim gün batışını izlemek için günün sonunda bir yerlere koşuştururdu. Örneğin bir alışverişe çıkıldıysa, alışveriş erken bitirilir sahile gidilir; güneşin o son ve al al kendinden geçen hüzünlü hallerine muhakkak martı ve dalga sesleriyle kulak verilirdi. Veyahut Çamlıca tepesinden şehre bakılır, gün batarken bir de kağıt helva yenirdi. Aslında geçmiş zamanda yazmamam gerekiyor çünkü bu hala ben yanlarında olsam da olmasam da sürüyor. Şimdilerde de kendisi çatıya tırmanıyor korkusuzca (Anne lütfen okuyorsan çatıya çıkma!)
Bu anlardan biri yıllar önce ailecek çıktığımız bir tatilde gerçekleşti. Şimdi nerede olduğunu hatırlamadığım bir Akdeniz kıyısında, plajın, kum ve kovayla oynamak, deniz kabuğu toplamak ve balıklama dalmayı anneye babaya göstermek olduğu zamanlardaydı. Ellerinde sepetlerle "Kola, fanta, bira sıpraaaayt var" diyen amcaların plajdan, güneşten solmuş terlikleriyle ve şapkalarıyla kuma bata çıka geçtiği, öğleden sonra plajda yürüyen incir satıcılarının ve akşama doğru maşasını kazanına vurarak ilerleyen mısır satıcılarının olduğu günlerdi. Ben özellikle bu saatleri severdim. Evde olsam pek de yemeyeceğim incir kabuğunun o en tatlı yerini yemek, mısırın dişlerinin arasında kalmasına gıcık olsam da tanelerinin üzerinde kalan tuzu yemek, tüm bunları saçlarımdan tuzlu su damlaya damlaya, gözümü güneş ışığı kaça kaça havlunun üzerinde oturarak yapmak hoşuma giderdi. İşte aşağı yukarı böyle bir gündü sanırım. Derken gün batımına yakın bir saatte deniz bisikletine binme isteğiyle olacak ailecek bisiklet kiralamaya karar verdik. Bisikletçiler, tek bir şey tembih ettilerse o da işaret parmaklarıyla bir olup plajın solunda, ilerde gösterdikleri yerdi. "Oraya sürmeyin kayalık!" Sanki arabadayız şekerim. Annem babam öne geçmiş, kardeşimle birlikte biz de arkada pedal çeviriyoruz. Üstümüzde de can yelekleri. Bebekleriyle kıyıda oynayan anneleri, sonra kolluklu ve simitli çocukları, göğüslerine gelen su hizasında birbirleriyle oynayan sevgilileri, hırslı yüzücüleri ve suya sırt üstü uzanmış boneli yaşlıları geçtik ilerliyoruz. Derken annem babama şöyle gidelim, böyle gidelim bir çeşit yönlendirmeler. Güneşi göreceğim falan.Güneş ha buradan iyi gözüküyor, ha şuradan iyi gözüküyor. Ben de baba aşığı bir insan olduğumdan "Ya kadın babamı niye yanlış yönlendiriyorsun başımıza bir iş getireceksin. Deli ediyorsunuz beni adam oraya gitmeyin demedi mi?. Kayalık demedi mi?" Babam: "Yok yavrum birşey olmaz endişelenme" falan cinsinden sakin tavırlar. Sanki başıma bisikletin içinde herkes yüzücü. Bir ben adam gibi yüzüyorum o da Burhan Felek Spor Salonu'nda, havuza atlayıp çenemi yarana kadar geçen bir senede hocalardan öğrendiğimden. Ya işte yavaştan endişe tavan yapıyor bende. Ya hep bu kadın yüzünden başımıza iş gelecek falan kendi kendime atarlanıyorum. Kimse takmıyor. Bir yandan da pedal çeviriyoruz ama. He şurdan bakalım diyor annem, oh beee ne güzel tadında bense "göreceksiniz siz şimdi! Göreceksiniz!" halinde için için öfkeleniyorum. Derken biz kendimizi o adamların "gitme" dediği yerde pedallarımız dönmezken buluyoruz. Karşımızda şahane gün batışı, çevrilmeyen pedallarımız. Uzakta bir kıyı. İkisi çocuk (!) İkisi yetişkin (!) 4 kişi! Gün batışı diyorum arkadaş. Akşam olacak, bizi kimse bulamayacak. İmdaaaaat.... Neyse herkes bir tedirgin oldu mu; korktu mu... Ben demiştim size kısmı bile bana haz vermiyor o derece. Belki 15 dakika bağırdık biz sesimiz çıkana kadar duysunlar diye. Duyan falan yok. En son imdadımıza, kayalığın üstüne ev yapan yazlıkçılar yetişti, kıyıdaki bisikletçileri aradı da gelip bizi aldılar. Tey allaaam ya bi daha güneş mi bakarım ben?
Velhasıl yıllar geçti, her kız çocuğunun yazgısından ben de payıma düşeni aldım ve sanıyorum anneme benzedim. Bu sebepten, okyanus üstü tek şerit yolmuş, üç buçuk saatmiş gözümüze görünmedi ve ay başındaki tatilimiz sırasında Miami'den KeyWest'e hareket ettik. Florida'nın güneyinde yer alan Florida Keys bölgesi sığ adalar ve onları birleştiren bir Okyanus üzeri otoyoldan oluşuyor. Bu takım adaların en ucunda, hatta Kuzey Amerika'nın en güney noktasında ise Key West bulunuyor. Pek sürpriz olmayacak ama güneş batımıyla meşhur. Bu Amerika'da öğrendiğim bir şey varsa o da onların deyimiyle "experience" ın bizim deyimimizle "deneyimin"satıldığıdır. Dolayısıyla gün batımıyla satılan bir yer diyelim.
Bir akşamımızı KeyWest'e varmadan yolumuzun aşağı yukarı ortasında bulunan Longkey'de geçirdik. Otelimiz, tam da Meksika körfeziyle, Atlantik okyanusu arasındaki yol üzerinde, Meksika körfezi kıyısında lime ağacı otel. Okyanusa çeşitli deniz canlıları sebebiyle yüzmek amaçlı girilmese de dalgıçların ve balık tutmak isteyenler için ideal bir yer. Benim için ise, palmiye ağaçları, sonsuz görünen okyanusa bakan küçük iskelesi, New York'un dar alanından çıkan biri için cennet sayılan geniş odası, dekorasyonundaki tropik öğeler, iki katlı çevresiyle bütünleşmiş otel binasından ve odalarından odanın nündeki balkondan görünen palmiye ağaçları, okyanus manzarası ile tatilimizin en güzel yeriydi. (Oteli ekonomik konaklama sitelerinden biri olan priceline üzerinden risk alarak otel adını bilmeden seçme metoduyla seçmemize rağmen) Tüm bu manzaraya rağmen, otelde konaklayan çoğunluk gibi yaşlı olan resepsiyon memuresi teyzenin önerisiyle gün batımına on dakika kala yaklaşık 5 mil uzaklıkta olan Long Key köprüsüne yetişmeye çalıştık. Güneşin okyanusta yüzüşünü izledik..
Otele geri dönüp güneşten geriye kalan kızıllığın palmiye dalları arasında oluşturduğu tatlılıkla, bir kez daha dünyanın güzel bir yer olabileceği yanılsamasına kapıldığımı söyleyebilirim.
Bu halet-i ruhiye ile bir sonraki gün de gün batımını bu kez adaların en ucundan izlemeye karar verdik. Küba'ya deniz üzerinden, Miami'ye olduğundan daha yakın olan Key West, bahçeli evleri, ağaçları, kuşlarıyla gerçekten içimi ısıttı... Kendimi yokuşları olmayan Büyükada'daymışım gibi hissettim. Matkapla delinerek açılan hindistan cevizinin, pipet batırılıp içilen suyuyla elimizde hindistan cevizinden kaplarla gezdiğimiz sokaklarında kaldı aklım.. Neyse, burada da gün batımı için bulunduğumuz yerden epey yürüyerek ulaştığımız Mallory Square'de gün batımı merasimi yapılıyormuş. Yüzlerce insan toplanmış, okyanus kıyısındaki meydanda kıyıda duracak yer yok. Derken kıyının da en kıyısında, büyük gezi gemilerinin demirlediği yerde yüzlerce kişinin oturduğu yerde iki boşluk gördük ve güneşin sahneye çıkmasını beklemeye koyulduk. Güneşin batışına on beş dakika falan kalımı, açıkta yelkenli de görünüyor (bence bu yelkenli, Key West belediyesinin pazarlama işi ama biz yine de aşıkların gün batımını izlediği yelkenli olarak düşünebiliriz) tüm rüya sahne tamamlandı derken.... Tüm bu insanların heyecanına rağmen, onlarca apartman büyüklüğündeki gemi limandan ayrılmaya karar verdi ve işi gücü bırakıp güneş izlemeye gelen herkesin hevesini dooooot dooooot diye hareket ederek kursağında bıraktı. Her yerden "Oh my God!" nidaları yükseliyor herkes "herhalde bu bir şaka olmalı" diyor. Kaptan, bunca insanın görüp görebileceği en güzel günbatımını engellediğinin farkında mı acaba? falan diyorlar. Ben tüm merasimlerde olduğu gibi sırada en öndeki yerimi almışım umudumu koruyorum. Gemi, güneşin batmasına dakikalar kala görüş alanından çıkıyor, güneş ufukta, insanlar için bir ateş topu olmaktan çok uzakta kaybolurken insanlar güneşi alkışlıyor. O da, biz aciz dünyalıları, hakimiyetiyle bir gün daha yaşlandırarak çıkıyor sahneden.
Akşam, sessizliğin ve okyanusun arasında yolda, insanın yalnız ve aciz bir varlık olduğunu düşünürken, aşktan yüzü kıpkırmızı olmuş, içi yanan bir ay çıkıyor. O görüntüyü gözlerimden başka kaydedecek yer olmadığı için uzaklara dalarak hafızamın en güzel yerlerinden birini ayırıyorum. Ve bir yıldız kayıyor o sırada gökyüzünden...
Sevgilerimle,
Gözde Ç.
Benim için gün batışlarının özel olması, yalnızca ışığa olan aşkımdan kaynaklanmıyor. Bu güzelliğin peşine düşmeyi çocukluğumda ailemde edindim. Annemin güneş batışını izlemek konusundaki büyük tutkusu, babamın ise annemin bu tutkusunu yaşaması için iki eli kanda da olsa bir çözüm bulması bizi her nereye gidersek gidelim gün batışını izlemek için günün sonunda bir yerlere koşuştururdu. Örneğin bir alışverişe çıkıldıysa, alışveriş erken bitirilir sahile gidilir; güneşin o son ve al al kendinden geçen hüzünlü hallerine muhakkak martı ve dalga sesleriyle kulak verilirdi. Veyahut Çamlıca tepesinden şehre bakılır, gün batarken bir de kağıt helva yenirdi. Aslında geçmiş zamanda yazmamam gerekiyor çünkü bu hala ben yanlarında olsam da olmasam da sürüyor. Şimdilerde de kendisi çatıya tırmanıyor korkusuzca (Anne lütfen okuyorsan çatıya çıkma!)
Bu anlardan biri yıllar önce ailecek çıktığımız bir tatilde gerçekleşti. Şimdi nerede olduğunu hatırlamadığım bir Akdeniz kıyısında, plajın, kum ve kovayla oynamak, deniz kabuğu toplamak ve balıklama dalmayı anneye babaya göstermek olduğu zamanlardaydı. Ellerinde sepetlerle "Kola, fanta, bira sıpraaaayt var" diyen amcaların plajdan, güneşten solmuş terlikleriyle ve şapkalarıyla kuma bata çıka geçtiği, öğleden sonra plajda yürüyen incir satıcılarının ve akşama doğru maşasını kazanına vurarak ilerleyen mısır satıcılarının olduğu günlerdi. Ben özellikle bu saatleri severdim. Evde olsam pek de yemeyeceğim incir kabuğunun o en tatlı yerini yemek, mısırın dişlerinin arasında kalmasına gıcık olsam da tanelerinin üzerinde kalan tuzu yemek, tüm bunları saçlarımdan tuzlu su damlaya damlaya, gözümü güneş ışığı kaça kaça havlunun üzerinde oturarak yapmak hoşuma giderdi. İşte aşağı yukarı böyle bir gündü sanırım. Derken gün batımına yakın bir saatte deniz bisikletine binme isteğiyle olacak ailecek bisiklet kiralamaya karar verdik. Bisikletçiler, tek bir şey tembih ettilerse o da işaret parmaklarıyla bir olup plajın solunda, ilerde gösterdikleri yerdi. "Oraya sürmeyin kayalık!" Sanki arabadayız şekerim. Annem babam öne geçmiş, kardeşimle birlikte biz de arkada pedal çeviriyoruz. Üstümüzde de can yelekleri. Bebekleriyle kıyıda oynayan anneleri, sonra kolluklu ve simitli çocukları, göğüslerine gelen su hizasında birbirleriyle oynayan sevgilileri, hırslı yüzücüleri ve suya sırt üstü uzanmış boneli yaşlıları geçtik ilerliyoruz. Derken annem babama şöyle gidelim, böyle gidelim bir çeşit yönlendirmeler. Güneşi göreceğim falan.Güneş ha buradan iyi gözüküyor, ha şuradan iyi gözüküyor. Ben de baba aşığı bir insan olduğumdan "Ya kadın babamı niye yanlış yönlendiriyorsun başımıza bir iş getireceksin. Deli ediyorsunuz beni adam oraya gitmeyin demedi mi?. Kayalık demedi mi?" Babam: "Yok yavrum birşey olmaz endişelenme" falan cinsinden sakin tavırlar. Sanki başıma bisikletin içinde herkes yüzücü. Bir ben adam gibi yüzüyorum o da Burhan Felek Spor Salonu'nda, havuza atlayıp çenemi yarana kadar geçen bir senede hocalardan öğrendiğimden. Ya işte yavaştan endişe tavan yapıyor bende. Ya hep bu kadın yüzünden başımıza iş gelecek falan kendi kendime atarlanıyorum. Kimse takmıyor. Bir yandan da pedal çeviriyoruz ama. He şurdan bakalım diyor annem, oh beee ne güzel tadında bense "göreceksiniz siz şimdi! Göreceksiniz!" halinde için için öfkeleniyorum. Derken biz kendimizi o adamların "gitme" dediği yerde pedallarımız dönmezken buluyoruz. Karşımızda şahane gün batışı, çevrilmeyen pedallarımız. Uzakta bir kıyı. İkisi çocuk (!) İkisi yetişkin (!) 4 kişi! Gün batışı diyorum arkadaş. Akşam olacak, bizi kimse bulamayacak. İmdaaaaat.... Neyse herkes bir tedirgin oldu mu; korktu mu... Ben demiştim size kısmı bile bana haz vermiyor o derece. Belki 15 dakika bağırdık biz sesimiz çıkana kadar duysunlar diye. Duyan falan yok. En son imdadımıza, kayalığın üstüne ev yapan yazlıkçılar yetişti, kıyıdaki bisikletçileri aradı da gelip bizi aldılar. Tey allaaam ya bi daha güneş mi bakarım ben?
Velhasıl yıllar geçti, her kız çocuğunun yazgısından ben de payıma düşeni aldım ve sanıyorum anneme benzedim. Bu sebepten, okyanus üstü tek şerit yolmuş, üç buçuk saatmiş gözümüze görünmedi ve ay başındaki tatilimiz sırasında Miami'den KeyWest'e hareket ettik. Florida'nın güneyinde yer alan Florida Keys bölgesi sığ adalar ve onları birleştiren bir Okyanus üzeri otoyoldan oluşuyor. Bu takım adaların en ucunda, hatta Kuzey Amerika'nın en güney noktasında ise Key West bulunuyor. Pek sürpriz olmayacak ama güneş batımıyla meşhur. Bu Amerika'da öğrendiğim bir şey varsa o da onların deyimiyle "experience" ın bizim deyimimizle "deneyimin"satıldığıdır. Dolayısıyla gün batımıyla satılan bir yer diyelim.
Bir akşamımızı KeyWest'e varmadan yolumuzun aşağı yukarı ortasında bulunan Longkey'de geçirdik. Otelimiz, tam da Meksika körfeziyle, Atlantik okyanusu arasındaki yol üzerinde, Meksika körfezi kıyısında lime ağacı otel. Okyanusa çeşitli deniz canlıları sebebiyle yüzmek amaçlı girilmese de dalgıçların ve balık tutmak isteyenler için ideal bir yer. Benim için ise, palmiye ağaçları, sonsuz görünen okyanusa bakan küçük iskelesi, New York'un dar alanından çıkan biri için cennet sayılan geniş odası, dekorasyonundaki tropik öğeler, iki katlı çevresiyle bütünleşmiş otel binasından ve odalarından odanın nündeki balkondan görünen palmiye ağaçları, okyanus manzarası ile tatilimizin en güzel yeriydi. (Oteli ekonomik konaklama sitelerinden biri olan priceline üzerinden risk alarak otel adını bilmeden seçme metoduyla seçmemize rağmen) Tüm bu manzaraya rağmen, otelde konaklayan çoğunluk gibi yaşlı olan resepsiyon memuresi teyzenin önerisiyle gün batımına on dakika kala yaklaşık 5 mil uzaklıkta olan Long Key köprüsüne yetişmeye çalıştık. Güneşin okyanusta yüzüşünü izledik..
Otele geri dönüp güneşten geriye kalan kızıllığın palmiye dalları arasında oluşturduğu tatlılıkla, bir kez daha dünyanın güzel bir yer olabileceği yanılsamasına kapıldığımı söyleyebilirim.
Bu halet-i ruhiye ile bir sonraki gün de gün batımını bu kez adaların en ucundan izlemeye karar verdik. Küba'ya deniz üzerinden, Miami'ye olduğundan daha yakın olan Key West, bahçeli evleri, ağaçları, kuşlarıyla gerçekten içimi ısıttı... Kendimi yokuşları olmayan Büyükada'daymışım gibi hissettim. Matkapla delinerek açılan hindistan cevizinin, pipet batırılıp içilen suyuyla elimizde hindistan cevizinden kaplarla gezdiğimiz sokaklarında kaldı aklım.. Neyse, burada da gün batımı için bulunduğumuz yerden epey yürüyerek ulaştığımız Mallory Square'de gün batımı merasimi yapılıyormuş. Yüzlerce insan toplanmış, okyanus kıyısındaki meydanda kıyıda duracak yer yok. Derken kıyının da en kıyısında, büyük gezi gemilerinin demirlediği yerde yüzlerce kişinin oturduğu yerde iki boşluk gördük ve güneşin sahneye çıkmasını beklemeye koyulduk. Güneşin batışına on beş dakika falan kalımı, açıkta yelkenli de görünüyor (bence bu yelkenli, Key West belediyesinin pazarlama işi ama biz yine de aşıkların gün batımını izlediği yelkenli olarak düşünebiliriz) tüm rüya sahne tamamlandı derken.... Tüm bu insanların heyecanına rağmen, onlarca apartman büyüklüğündeki gemi limandan ayrılmaya karar verdi ve işi gücü bırakıp güneş izlemeye gelen herkesin hevesini dooooot dooooot diye hareket ederek kursağında bıraktı. Her yerden "Oh my God!" nidaları yükseliyor herkes "herhalde bu bir şaka olmalı" diyor. Kaptan, bunca insanın görüp görebileceği en güzel günbatımını engellediğinin farkında mı acaba? falan diyorlar. Ben tüm merasimlerde olduğu gibi sırada en öndeki yerimi almışım umudumu koruyorum. Gemi, güneşin batmasına dakikalar kala görüş alanından çıkıyor, güneş ufukta, insanlar için bir ateş topu olmaktan çok uzakta kaybolurken insanlar güneşi alkışlıyor. O da, biz aciz dünyalıları, hakimiyetiyle bir gün daha yaşlandırarak çıkıyor sahneden.
Akşam, sessizliğin ve okyanusun arasında yolda, insanın yalnız ve aciz bir varlık olduğunu düşünürken, aşktan yüzü kıpkırmızı olmuş, içi yanan bir ay çıkıyor. O görüntüyü gözlerimden başka kaydedecek yer olmadığı için uzaklara dalarak hafızamın en güzel yerlerinden birini ayırıyorum. Ve bir yıldız kayıyor o sırada gökyüzünden...
Sevgilerimle,
Gözde Ç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder