29 Kasım 2010 Pazartesi

tek tanıdığım paşa; Haydarpaşa'ya...

İşin açığı İstanbul aslında bir Paşalar kentidir. Bu paşalar hangi yüzyıllarda yaşamışlar, gerçekten yaşamışlar mı yoksa efsaneler mi bilemiyorum. Hiç de araştırmadım. Resmi tarihe merakım yoktur gündelik tarihe bakarken de ilçelerin etimolojisi dışında bu isimlere rastlamadım. Benim için bu paşa isimleri İstanbul'un yüzlerce numaradan oluşan belediye otobüslerinde semtleri bulmamla ilişkilidir. Örneğin 35 C Kocamustafapaşa- Taksim hattı gibi. Öte yandan sevgili babam uzun yıllar tarihi yarımadada çalıştığı için Mahmutpaşa'da her türlü ürünü ucuza bulabileceğimizi söylediğinden Mahmutpaşa ile de pek haşır neşir olmuşuzdur. Sen ne kadar askerle işim yok desen de asker işte böyledir. Yaşadığın şehrin tarihi dokusuna öyle bir işlemiştir ki farkında bile olmazsın. Üsküdar'ın tarihi korusu Fethipaşa Korusu'nda sevgilinle pastane simitinle çayını yudumlarken anca buralar da çok tutucu oldu dersin de Fethi Paşa'yı aklına bile getirmezsin. Cerrahpaşa'da küçük yaşta ilk tıbbi testlerine tabi tutulursun da yahu buranın adı da niye bu demezsin. Anca adam Cerrahmış ondan herhalde dersin. Süreyyapaşa plajında annenlerin bir zamanlar yüzdüğüne hayret edersin ama ve lakin bu Süreyya da kimdi neciydi de buralaara adını verdi demezsin. Kasımpaşa'lı çingeneleri güzelce taklit eder, aslında oranın adının da neden Kasım Paşa olduğunu bilmezsin. Böyledir bu işler. Hele ki İstanbul'da yaşarken insanın böyle şeyleri gözünü kulağını açmaması çok olağandır. Zira herkes bir yerden bir yere gitme telaşındadır. Hatta bazen öyledir ki bir paşadan diğer paşaya giderken ömrün gittiğinden sadece akbilinden düşen "nınınılar"a takılır aklın. Asıl olan da budur. Akbilinin değişik bir sesle tınlayıp bütün otobüse rezil olmayı (akbildeki para biterse başka türlü bi ses çıkıyor bilmeyenlere söylemiş olalım) kimse istemez ve "bana ne paşasından" demenin de kimseye bir zararı yoktur. Gelelim Haydarpaşa'ya...


Haydarpaşa benim için soluk türk filmlerinin artistlerinin ellerinde bavulla indikleri gar olmaktan ziyade paşa olmayan paşa isimli bir şahsiyet gibidir. Çünkü Haydarpaşa binalarıyla yaşamaktadır. Bu binaların en önemlisi herkesin de tahmin edebileceği üzere Haydarpaşa Garı'dır ve bu binayı da güzel kılan çatısı ve kuleleridir. Özal dönemi çocuklarının yolculuk anlayışı çoğunlukla karayolu ve otobüsler olsa da trenler Batı'nın ve özellikle Türklerin yoğun kontağı olan Almanya gibi bir ülkenin aksine bizde "geçmiş"in izlerini taşır. Bir nevi nostaljidir. Trenle yolculuk yapmak, garda büyük saatlerin altında beklemek, denize karşı bir sigara tüttürmek, ayrılık acısı yaşamak, birinden koparılmak, raylarda yaşanılan şehri bırakmak, tc damgalı ve ay ve yıldızın basılı olduğu tren camlarından son kez gara ve sevdiklerine bakmak gibi imge ve duygularla yüklü anlarda trenler ve garlar birbirlerine karışır. Haydarpaşa garında ise trenler görülmeden bina görülür. Ayrılığı karşılayan yaşlı ve olgun bir amca gibi kollarını açmıştır. Hüzünlü bir bakışı olsa da kollarının arasından içeri giridliğinde başka bir dünyaya geçiş gibi bir duygu hissedilir. Gemiler geçer karşısından- iskelesinde durur. İnsanlar gemilerden indiklerinde merdivenleriyle hüzünlü gülücükler savurur rüzgara. Haydarpaşa garı benim için bir amcadır. Oysa liseye de adını verdiği düşünülürse Haydarpaşa Lisesi tam bir çılgın ergendir benim için. Okul değişeli çok oldu ama annemlerin zamanının bu önemli lisesinin efsaneleri bitmek bilmez. "Aşağısı morgmuş olum" şeklinde bir gizemi vardır. Şimdilerde Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü olan bu binada tıp ve hukuk öğrencileri koşturadursunlar Haydarpaşa Numune de korkulu rüyam olan bir teyzedir benim için. Acile girdiğim anda sedeyelerdeki insanlar ve çığlıklar bir yana hayatıma dikiş atılan bir yer gibi gelir bana. Tüm bunların ötesinde bu kadar tanıdık binaya adını veren Haydar Paşa'yı hiç düşünmemiştim. Düne kadar. Hala da kim olduğunu düşünmüyorum ama evimizden görünen haliyle bile ufkumu oluşturan bu binanın görkemi- çatısı- dün yandığında Selimiye kışlası ve Selimiye camiinin üstünde uçuşan martılar aklıma geldi. Bu binaların ışıklandırmasında uçan kuşlar semaya bakarken semavi dinlere inanmamı sağlardı.


Öte yandan Haydarpaşa garı merdivenleri saat sabah 08.25 -Cumartesi- herhangi bir Cumartesi ve ben bekliyorum ya da Ankara'dan gelen C. Ö. beni bekliyor. Sanki yıllar böyle geçecekmiş gibi geliyor ve garın saatli kalkan trenlerinin aksine zaman duruyor. Evden çıkarken işittiğim çığlıklar, sabahın köründe nereye gidersin azarları ve yolda yürürken gördüğüm "Protokol Camii" ile birlikte sorguladığım bir camiinin adı neden Protokol olur ki soruları bitiyor. Çünkü Haydarpaşa amca bana sevdiğim bir şeyi geri veriyor gibi geliyor. ....


Dün alevler çatısından çıkarken vapurdan onu izlediğimi düşündüm. Yaşlı bile olsa iyileşeceğini hissettim ve buna da inanıyorum. Neden yandı, kim yaktı, otel mi olacak, gar mı kalacak, Almanlar yaptı Türkler yaktı... Bunlar sürüp gider. Her şey gibi gerizekalı bir hatadan kaynaklandığını ve o çok övündüğümüz kültür başkenti İstanbul'da bir helikopterciğimizin denizden su alıp da üstüne döküvermemesinin bunlara neden olduğunu düşünüyorum.


Her gar gibi Haydarpaşa'nın da bir hatıra yeri olduğunu düşünüyorum. Yaşayan hatıralardan biri. Ki o yüzden unutamadığımız ayrılıktır Haydarpaşa garı ya da ilk intiba. Hatıralarımız yanmasın.


Sanırım İstanbul'da bunca "Paşa" olmasına rağmen tek bildiğim ve hayatta gerçekten tanıdığım tek paşaya dair bir şeyler yazmam gerekirdi. Geçmiş olsun dileklerimle Haydar amca. Adının anlamı aslan, cesur, yiğit kimse imiş. Yiğit ol sana kötülük edenlere cesurca savaş. Biz de varız!


24 Kasım 2010 Çarşamba

aynı hikayeden sıkılanlara yeni alternatif: behzat ç.:yeni orta sınıfın bilinçaltı



Cinayet ve polisiye romanlar yazan Emrah Serbes'in kahramanı Behzat Ç. nasıl oldu da bir dizi kahramanı olarak ortaya çıktı bunun hikayesini tam bilmiyorum. Çünkü o kimilerinin deyişiyle bir "anti kahraman" ve hayranlıktan öte izleyicide başka duygular uyandıracak bir kahraman portresi. Son günlerde dizinin reyting değerleri, şiddet içermesi ve reytingleri yüzünden yayından kaldırılmasıyla çeşitli mecralarda tartışılmasının yanısıra bu dizinin çokça gerçekçi ve iyi bir yapım olarak algılanması da beni bu yazıyı yazmaya itti. Sıkça günleri değiştirilen dizi bildiğimiz başka dizilere benzemeyişle, karakterlerin repliklerinden giysilerine, suratlarındaki sakaldan bakışlarına, bedenlerinden konuşmalarına, mekanların çeşitliliği ve gerçekliliğine Behzat Ç., orta sınıfların rüyası olabilecek bir atmosferi barındırmıyor. Olsa olsa kabus olur. Belki işte tam da bu yüzden onu bazılarımız izlemek istiyor ve izledikçe hayranlıktan ve dizi türüyle bağdaşlaştırılan popüler kültür ve hayatın kaygılarından uzaklaşıp uyuşmuş gibi olma söyleminin aksine tuhaf dürtülerle bizi başbaşa bırakıyor. Her bölümde ayrı bir cinayetin çözüldüğü bu dizide ölüm var, öldürme var, insanlık denen olgunun kavgası ve karmaşası var ve duyguların çıplaklığı var. Kısacası sanki bir duygunun bir sonucu olurmuş gibi bir algıdan öte hayatın kompleksliği ve bunun karşısında duyulan öfke, çılgınlık, saflık, aşk, intikam, çarpışma ve çatışmalar var. Bu nedenle bir dizi ile bir sanat eserini ayıran o çizgide yer alıyor Behzat Ç. "Öylesine hakiki ki, öylesine gerçek..." ve karşısında merak duymanın ötesinde ürküyoruz belki.


Bu dizi ekranlarda başlayacakken sıkı ekşi sözlük takipçisi C.Ö. çok heyecanlıydı ve beni de diziyi izlememiz gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyordu. İlk kez baktığımda ne yalan söyleyeyim şöyle bir yorum yapmıştım. "Yok abi olmuyo ya ekran bu yani ne de olsa biraz ışığı olan adamları güzel kadınları istiyo. Bu adamları mı izleyeceğim pis pis. Zaten sıkılmışım hayattan." Belki bu yazı başlangıçtaki yorumumla çakışacaktır ya da tam aksine- benim de beklediğim gibi- aslında yazımın temel fikrini kuvvetlendirecektir.


Behzat Ç. bir amir. Polis. Bir ekibi var. İtiraf etmek gerekirse pek de hazetmediğimiz ve başımız belaya girerse görmek istemeyeceğimiz ve nefret uyandıracak cinsten bir adam. Çünkü öfkesiyle ne yapacağı belli olmaz ve polis olduğu için de belki şu ana kadar duyduğumuz haşin ve şiddet yanlısı halini sonuna kadar sürdürebilecek olmasından dolayı nefret duygularımızı kışkırtan bir kötülüğe sahip. Aslında romanalrın yazarının bir röportajında dile getirdiği gibi bu adamın neden kötü olduğunu biz izliyoruz ve buna cevap bulmaya çalışıyoruz izlerken. Bu cevabı aramaya alışık değiliz. En azından dizi izlerken. Biz garip bir püriten ahlakla yetiştirilmiş 80 kuşağı gençleri güzel kızlar görmeye, aldatmalara, zengin ve fakir arasındaki ayrımların aşk hallerine alışmışız. Kolaylıkla cevabını verebildiğimiz veya neyin ahlaklı neyin ahlaklı olmayan olduğuna karar verebileceğimiz, insanların zaaflıklarını ve biraz da kendimizin göze alamadıklarını ekranda ya da perdede izleyip bunlardan haz alan insanlarız. Şimdi ise hazın ötesinde bir durumla karşı karşıyayız.

Öncelikle dizi izlemek seçme işidir. Evde oturan insanlar dizi izler. Dizi yemek masasında izlenir, çay içerken izlenir, örgü örerken veya ne bileyip çocuğun altını değiştirirken kulağa çalınır ve üzerine çokça emek harcamak gerekmez. Bakmayın siz Aşk-ı memnu takipçilerinin bir yıl boyunca her Perşembe'lerini diziye ayırdıklarına. Reklam aralarında yapılması gereken ev işleri sürdürülse bile meraklarını takip etmekten ve aslında cevaplarını bildikleri soruları bulmaktan öte bi şey yapmazlar. Yapmadılar. Yapmadık. Behzat Ç. bu yönüyle diğer dizilerden ayrılıyor. Çünkü, içimizdeki şeytanları ilk kez ham halleriyle- yani boyanmadan, çarpıtılmadan ve üzeri süslenmeden yalın ve berrak izliyoruz.

Soyadı noktayla biten ve asla bilinmeyecek olan bir adamın ve çevresindeki kimi gecekonduda yaşayan ve diğer polislere gerektiğinde direniş gösterebilecek olan, kimi işsiz kalan bir babanın dramını sonuna kadar yaşayan, kimi üniversite mezunu olup hayata karşı tecrübesizliğiyle her sorunun cevabını kitaplarda arayan polisleri izliyoruz. Biz polisleri böyle bilmezdik. Behzat Ç. ve ekibi ne Yılan Hikayesi'ndeki Memoli'ye ne de Arka Sokaklar'daki komiserlere ne de satranç oynayan Kanıt dizisindeki komiserlere benziyor çünkü. Bu tezatlığını da belki başlığıyla bile dile getiriyor. "Behzat Ç.: Bir Ankara polisiyesi". Mekan Ankara. 60 saniyede bir boğaz köprüsünün ya da boğazda bir yalının görüntüsüyle başbaşa bırakıldığımız İstanbul'da değiliz. Türlü ahlaksızlıkların yine püriten ahlakın taşıyıcısı- çoktan sarsılmış ve delik deşik olmuş aile olgusuyla harmanlanarak iki çift güzel bacakla ve renkli gözle harmanlandığı bir mekandan, yarı kasaba havasında, pavyonların, pavyon kadınlarının gerçek hayatlarının, her an evi yıkılacak diye bekleyen gecekonduluların, işçilerin yaşadığı mahallelerdeyiz. Yok mu bu cinayetler dünyasının başka sakinleri? Elbette var. Ve yer yer onlar da "Çankaya bebesi" olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu yüzden Behzat Ç. nin kurmaca dünyası sahip olunmak istenip gıptayla bakılan bir orta sınıf hayalini değil, ortanın altının kederlerini, ızdıraplarını ve gerçekliğini ortaya koyduğundan olduğu yeri kaybetmekten korkan orta sınıfların bilinçaltına dönüyor. Ne iş yaparak geçindiğini bilmediğimiz insanların kurmaca dünyalarından, borç ödeyen, kredi alan, evinde bir kanepesi olup duvarlarında asılı poşetlerde eşyalarını saklayan insanlara götürüyor. Hayalleri yıkılan insanların hayal kurmayı bırakıp gerçekliklerinde ne denli mücadeleler verdiğini sergiliyor. Bu yüzden de varolana karşı muhalif bir tavrı var. Cinayetlerin arkasından her şeyini kaybeden insanlardan öte her şey dediğimiz şeyin olmadığı dünyalarda insanların nelerini kaybederek ya da nelere hiç sahip olmayarak yaşadığına tanıklık ediyoruz.

Bu yüzden zor bir iş Behzat Ç. yi bir dizi olarak izlemek.
Her ne kadar "böyle polis olmaz olsun; yayından kaldırılsın" diyenler olsa da ben hakikatle yüzleşmenin yine de iyi bir şey olduğu kanaatindeyim. Her ne kadar "lan"lar ve küfürler bolca olsa da oyuncular gerçekten çok başarılı. İyi seyirler...

9 Kasım 2010 Salı

varyap meridyan'ın jetgillerin olma olasılığı üzerine gecekondu notlar


Şimdi efendim televizyon izleyenlerinizin bileceği üzre bir süredir bir Vrlıbaş Holding Kuruluşu olduğunu öğrendiğimiz Varyap firmasının "Varyap Meridian" adlı, içinde kişilik bölünmesi yaşayan bir kız çocuğunun geçtiği korku filmi tadında ve seslendirmesinde reklamları dönüyor. Adı üstünde bu bir reklam ve firmanın da isminden anlaşılacağı üzere adamlarda "var" da "yap"ıyorlar ve "var"ı olana satıyorlar. Sorun şu ki epeydir kafamıza takılan mevzularda da görüleceği üzere bu emlak firmaları artık evle birlikte insanlara hayat satar oldular. Komşu satmalarına, tenis kortu, havuz, sauna ve bilimim ter döküp rahatlama hizmeti veren olanakları satmalarına tevazu gösterir olmuştuk. Fakat iş hayat satmalarına geldiğinde "Orda dur" kardeşim diyesim geldi. Şimdi bakalım bu satılık hayat reklamda nasıl, ne zaman, kimin ağzından, hangi sözcüklerle ve nasıl tanımlanıyor.. Dadadadaaaa şaşırmayacaksınız ama şaşırtılar adamı. "Bak orda ne var" diye başlıyor şarkımız bu sırada bir takım altın rengi kıpraşmalar ekranda görünür oluyor. Ynai bakıyoruz. Biri bize işaret etti. Yetmiyor bir de tanımlıyor "Parlak bir şey var". Demek ki neymiş bu "orda" olan şey bize uzak bir yerde ama parıldıyor yani her yerden görünebilir ve dikkatinizi çekebilir. Bu satırlara kadar eşitlikçiyiz. Üçüncü dizemizde işler karışıyor çünkü ne olduğunu anlayamadığımız ama parlayan şeyin ne olduğunu anlıyoruz bu cümleyle: Meğer "altın gibi bir hayat var" mış. İşte şimdi bu altın hayatın ne menem bir şey olduğunu anlayacağız. "Bulutlara kadar giden evler var" Yarebbim bu bir cennet olmalı! Durun daha bitmedi "her katta bahçeler (de) var" mış!! Burda dikkatli bir şekilde Allah'ın adını anmalıyız zira bu Allah'ın cenneti değil Varyap'ın "var"ı. Bu saydığımız cümleleri alta alta dinlerseniz ve okursanız zaten göreceksiniz ki burda "yok" a dair bir şey yok. Var...Var... Var... Evet şimdiye kadar edindiğimiz tasvirleri elde edecek bir öznemiz olmalı elbet ki bu parıltılı şey boşuna ortada durmasın. İşte Adem geliyor. Adem: BABA! Kız çocuğu sesimiz "Babama söyleyeyim" diyor. Demek ki neymiş baba bu parıldayan şeyi ona alabilirmiş. Bu değişik hayatı ancak baba figürü elde edebilir. Ve o parlak şeyin adı da son cümleyle geliyor "Bak orda Varyap Meridian var". Bu abidik gubidik görünen çizgi filmleri andıran yapı 61 katıyla Türkiye'nin en yüksek binası olarak Ataşehir'de yükselecek; yeni paramızla 1.2 milyara "baba"larını bulacakmış.
1990'ların ortalarında gecekonduların arasında yükselen yüksek binalarla etrafında hiçbir şey olmamasına rağmen lüks hayatın simgesi olma niteliği kazanarak zenginleri Anadolu yakasının en boktan yerlerinden birine çeken Ataşehir toplu konutları gecekondularla kendisini yalnızca çiçek isimleriyle anılan bloklarıyla değil- her anlamıyla yüksekte yaşayan insanlarıyla da kendisini çoktan yoksul insanların hayatlarından arındırmış ve ayırmıştı. 2000lere geldiğimizde ise Ağaoğlu gibi müteahhitlerin de el atmalarıyla "köprüye yakın", "otobanın dibi" "alışveriş merkezleri" de var düşünceleriyle birçok bankacı, doktor, avukat ve bu gibi ortanın üstü adamların yanısıra yükselen katları ve ekstra hizmetçi odalarıyla üstlere de çekici gelmeye başlamıştı Ataşehir. Sonrasında Ataşehir' komşu olan ve pek çok siyasi olayla bilinen, Mustafa Kemal Mahallesi, Örnek Mahallesi gibi mahallelerde yaşayan düşük gelirli öğretmen aileleri, polisler, çingeneler de Ataşehir mahallesinden sayıldılar. Ama yalnızca mahalleden sayılarak istatistikleri değiştirdiler. Çünkü artık mahalle sınırları değiştiğinden emniyetin "suç" olarak gördüğü unsurlar da ortadan kalkar oldu. Rakamlar düştü. Oysa yoksulların ve yoksunların hayatı olduğu gibi sürüyordu. Değişen Ataşehir'in almaya çalıştığı kimliklerdi. Evet tam da bu noktada Varyap Meridyan bir kez daha yoksulla en zengin arasındaki sınırları bir meridyen gibi çiziyor. Ve 61 katlı oluşu ve en yüksek bina oluşu hiç de tesadüfi değil. Formları da öyle.
Velhasıl, bu binların çizimleri bana jetgilleri anımsattı. Bu aralar jetgilleri de epeyce anar oldum- jetsons ın da bir vakit jetgiller olarak dilimize çevrilmesine de hayran oldum (bkz: Bengü'nün Beyaz show'da giydiği jetgil kıyafeti) Acaba jetgillerde de gökyüzünde yaşayanların yanısıra yeryüzünde kalanlar da var mıydı? Çünkü anlaşılan o ki bu gidişle gökler zenginlere yerler fakirlere kalacak. Bahçe denen olguyu 60. katta yaşayacak çocuk için ev, toprak, çiçek, papatya, kır, insan gibi kelimlerin ne anlam ifade edeceğini de merak ediyorum.
Son olarak O "altın hayat"sa bizimki ne? Çakıltaşı mı? diyerek yazıma veda ediyorum. Jetgiller hala sizi seviyorum. En azından bildiğimiz kadarıyla sizin geleceğinizde herkesin hayatı gökte.

7 Kasım 2010 Pazar

ayşegül aldinç ve fırat tanış ve ötesi


Fırat Tanış'ı televizyonda görünce, oturduğum koltukta aptal aptal sırıtmama engel olamıyorum arkadaş. Şu anda okan bayülgen'in programında hollanda'dan arayan bir izleyici doğrudan yazışa geçti kendisine ama elimde değil bakmadan duramıyorum. Kendime de inanamıyorum ayrıca- dişler sarı, bıyıklı, muhtemelen sigaranın küpüne düşmekten kalınlaşmış bir ses ama ortaokul yıllarında bile böyle ekranlarda görünen şaşrı söyleyen birine vurulmamış ben bu adamı beğeniyorum. Sesine kurban diyeceğim olmayacak nişanlı barklı insanım.
Fakat az önce kendimi ortaokulda olup lisedeki tiyatro kulübündeki çocuğa vurulmuş da asla açılacak konuma ulaşamayacakmış gibi hissettim. Hatta üzerimde sanki henüz boyu kısalmamış forma eteğim, son düğmesi bile iliklenmiş gömleğim, o aptal broşum ve kardan adama çizilen kaşlarımla adam karşısında ezildiğimi iliklerimde hissettim. evet o kadar eziktim. Bu arkadaş elini alnına dayıyıp parıltılı gözleriyle şarkısından bir kuple söyleyip gözlerini yıldız tilbe gibi belertip "ben seksiyim seni yerim" bakışı atan ayşegül aldinç'e bi baktı ki yazmadan durmadım. Bilirsiniz bu Ayşegül Aldinç abla benim yaş grubu kızların annesi falan olsa asla tahammül edilemeyecek seksilikte ve taşlıkta bi kadın. Siyah elbisesi ve dağınık kuş yuvası saçıyla bitaraflarını dik tutmayı başaran bir kadın. Eskiden de duvarlara sürtünürdü. Ama az önce bi "kara sevda" söyledi ki sanırsın ki kendisi tam bir "kara dul" Ki bilirsiniz ki bu kara dul denen mahlukat önce karşısındaki erkek örümcekle çiftleşir sonra da onu yer. Fıratım tanışım sen niye öyle bakıyon o ablaya? Bakma kurban olurum. Yarılarak gülen hali, aptal şaşkınlıkları ve bir baksa kalbimizdeki onca kırıklığı ve imkansız aşk tutukluğunu anlayacakmış gibi bakan bu adam bir acayip. Düşünün bu kız bunu mu oturup beğenmiş demeyeceğiniz bir fotoğrafını dahi bulamadım şuraya koymaya. Neyse "kralsın" ve "hastasınım" diyerek konuyu kapatmam icap ediyor.

Bu gece oturmaları sırasında medya kritiği kimliğine bürünmemle birlikte popüler kimlikler üzerinde yazmaya devam edebilirim. ayşegül aldinç'in disko kralı'nın masasına koyduğu acayip tasarımlı ayakkabı- demet evgar'ın makyajsız güzel hali- falan filan. böyle böyle gider bu. saat de iki buçuk olmuş. hadi hoşçakal.

1 Kasım 2010 Pazartesi

turşu suyu ve akranları



Bugün turşu sevenler kulübünü kurmaya karar verdim. "Şehirler ve insanlar" başlıklı veyahut "İstanbul ve Ankara'da bir ben" veya "Aitsizliğin verdiği huzursuzluk" temalarından vazgeçerek turşu konusunda yazmaya karar verdim. Saatlerdir odamda tek başına oturuyorum ve yüzüme makyaj yapmaya, gözlerimin şişkinliğini azaltmaya veya üstüme güzel şeyler giyinip gülümsemeye mecalimin olmadığı bugün de önemli işler yapan veya dünyayı değiştiren insanlardan biri olmadığıma inanıyorum. Hevesle araştırma yapanlardan, makalesini güzelleştirecek bir cümleyle karşılaşınca heyecanlananlardan biri değilim. Ya da bugün için tam olarak hiçbir şey değilim. Sadece bir turşu severim.

Turşuyla ilk tanışmam babaannemin evinde olmuştur. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Camın önünde duran kavanozların içinde buruşmuş çoğunluğu yeşil olan şeylerin ne olduğunu çözememiştim ilk başta. Aslında olmamış şeylere aşinayımdır. Olmamış üzümü dilim ve dudağım yara olana kadar emerim. Bu arada da asma yaprağının sapını da yediğim olmuştur sırf ekşi diye. Epeydir yapmamışım bu saydığım şeyleri. Belki de ondan mutsuzum. Neyse turşuyu babaannem kurar. Camın önünde beklerler. Turşuyla özdeşleşme sebebim bu olabilir. Olmak için bekleyen bir şey ve güneşi seviyor. Olana kadar da kapalı tutuluyor ve birinin değerini anlaması için önce kavanozun kapağını açması gerekiyor. Yani dışardan bir kuvvet gerek. İşin felsefesine daha fazla dalmadan babaannemin kurduğu turşuları halamın bir maşayla büyükçe olan kavanozdan çıkarmasını anlatacağım. Çünkü bu sandığınız kadar kolay bir iş değildir. Özellikle de yuvarlak olan domatesleri kavanozdan çıkarmak tam bir meziyettir. Bir de lahanaları çıkarmak ayrı bir olaydır. Çıkarırken koparmamalısınız. Bu sebzelerden ziyade beni bu mucizevi su çerer. Rengini sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama kokusunu dudyuğumda dudaklarım hafif karancılanır. Sanki birini dehşetlice öpme isteği duymuş gibi olurum. Ve kepçeyle benim için bir bardaklık turşu suyu çıkarılır "Aman Gözde sakın aç karnına içme" "Dur dikleme mideni deleceksin" nidaları eşliğinde ben çoktan günahımı işlemiş dudaklarımı yalıyor olurum.

Bugün hatıralarım bir yana kendimi "turşu" kelimesini içimden tekrar ederken buldum. Ofisteyim ve yapacak bir şey yok. Tek düşündüğüm turşu. Hatta turşu değil turşu suyu. Limonlusu mu sirkelisi mi makbul demedim kelimeye takıldım. Şu kelimeye bak ya! Delirtir adamı "rşu" bu seslerin yanyana gelmesi bana bir yerden suyun akışını çağrıştırıyor ve içim ferahlıyor. Turşu Frasça bir kelimeymiş. İngilzicesi de "pickle" ama bu pickle daha böyle "mıcırırım ben seni yerim" tadında bir sevimlilik içeriyor. Karşıkonulmaz bir arzu değil. Turşu ve sonuç huşu içindeyim.
Velhasıl biz bu arzumuzu bastırmak için elbette endüstriyel çözümlere yöneldik. ODTÜ kampüsü içersinde turşuya ulaşsak biel sağlıklı bir turşu suyuna ulaşamayacağımızı varsayarak turşu benzeri oluşumları akla getirdik ve nırınırınımmmm işte karşınızda şalgam suyu. Yine bir "ş" sesi egemenliğiyle karşı karşıyayız. Tanrım. Beynimin arama motorlarını tek tek arattım ve sonunda çatı- şalgam suyu eşleşmesi bulundu. Bilmeyenler için Çatı burda kampüste açık büfe bir restoranın adı. Alıyosun alıyosun tabaklara tarttırıyorsun, içeceğini de yandan alıyorsun. Pratik ve ucuz. İçecekler de pazarlama stratejisi olarak içerde sıcaktan bunaldığın ve yiyeceğini tarttırmak için sıraya girdiğin yanında konumlanıyor. Geçen de sırada bekliyordum bir de ne göreyim "aaaaa minik şarap" dedim. Sonra tabii ne şarabı içki satmanın yasak olduğu okulda. Meğer bu fantastik şişe Kaleağası marka Adana menşeli bir şalgam suyu şişesiymiş. İşte beynim arayıp bu görüntüyü orata çıkardı sayın seyirciler! Ve yerimde yaklaşık bir yarım saat daha kıvrandıktan sonra gittim şalgam suyumu almaya. Reyona dalış yaptığımı gören tatlıcı beyin çekik küçük gözleri parladı. Bıcırık küçük bir kızın babaların ve Adanalı ağabeylerin içtiği şalgam suyuna eğilimine şaşırmış olmalıydı. Elimi uzattığım şişenin acısız bir yanındakinin de acılı olduğunu söyledi. Hangisi iyi dedim. Bilmem ki dedi. Acı alıyım dedim. Elimde 0.25 litrelik cam şalgam suyu şişem odama geldim ve bir dikişte şalgam suyumu içtim.
Bugün turşu suratlıyım. Turşumu kursunlar umrum değil. Ayrıca hakkaten turşu gibiyim. Az önce burda görevli Z bey özellikle gelip hasta olup olmadığımı sordu. İyiyim dedim. Yorgun musunuz? dedi. Evet dedim. Sizin için yapabileceğim bir şey var mı? dedi. Teşekkür ederim çok sağ olun dedim. İki cümle söyleyerek içimde yaşadığım yorgunluğu anladığını hissettiren bu adama müteşekkir oldum.
Turşu hakkındaki yazımı yazmaya koyuldum. Bir dahaki sefere bir şişe sirke içerek sarılık olmayı hedefliyorum. Sonbahara da uyar.