29 Kasım 2010 Pazartesi

tek tanıdığım paşa; Haydarpaşa'ya...

İşin açığı İstanbul aslında bir Paşalar kentidir. Bu paşalar hangi yüzyıllarda yaşamışlar, gerçekten yaşamışlar mı yoksa efsaneler mi bilemiyorum. Hiç de araştırmadım. Resmi tarihe merakım yoktur gündelik tarihe bakarken de ilçelerin etimolojisi dışında bu isimlere rastlamadım. Benim için bu paşa isimleri İstanbul'un yüzlerce numaradan oluşan belediye otobüslerinde semtleri bulmamla ilişkilidir. Örneğin 35 C Kocamustafapaşa- Taksim hattı gibi. Öte yandan sevgili babam uzun yıllar tarihi yarımadada çalıştığı için Mahmutpaşa'da her türlü ürünü ucuza bulabileceğimizi söylediğinden Mahmutpaşa ile de pek haşır neşir olmuşuzdur. Sen ne kadar askerle işim yok desen de asker işte böyledir. Yaşadığın şehrin tarihi dokusuna öyle bir işlemiştir ki farkında bile olmazsın. Üsküdar'ın tarihi korusu Fethipaşa Korusu'nda sevgilinle pastane simitinle çayını yudumlarken anca buralar da çok tutucu oldu dersin de Fethi Paşa'yı aklına bile getirmezsin. Cerrahpaşa'da küçük yaşta ilk tıbbi testlerine tabi tutulursun da yahu buranın adı da niye bu demezsin. Anca adam Cerrahmış ondan herhalde dersin. Süreyyapaşa plajında annenlerin bir zamanlar yüzdüğüne hayret edersin ama ve lakin bu Süreyya da kimdi neciydi de buralaara adını verdi demezsin. Kasımpaşa'lı çingeneleri güzelce taklit eder, aslında oranın adının da neden Kasım Paşa olduğunu bilmezsin. Böyledir bu işler. Hele ki İstanbul'da yaşarken insanın böyle şeyleri gözünü kulağını açmaması çok olağandır. Zira herkes bir yerden bir yere gitme telaşındadır. Hatta bazen öyledir ki bir paşadan diğer paşaya giderken ömrün gittiğinden sadece akbilinden düşen "nınınılar"a takılır aklın. Asıl olan da budur. Akbilinin değişik bir sesle tınlayıp bütün otobüse rezil olmayı (akbildeki para biterse başka türlü bi ses çıkıyor bilmeyenlere söylemiş olalım) kimse istemez ve "bana ne paşasından" demenin de kimseye bir zararı yoktur. Gelelim Haydarpaşa'ya...


Haydarpaşa benim için soluk türk filmlerinin artistlerinin ellerinde bavulla indikleri gar olmaktan ziyade paşa olmayan paşa isimli bir şahsiyet gibidir. Çünkü Haydarpaşa binalarıyla yaşamaktadır. Bu binaların en önemlisi herkesin de tahmin edebileceği üzere Haydarpaşa Garı'dır ve bu binayı da güzel kılan çatısı ve kuleleridir. Özal dönemi çocuklarının yolculuk anlayışı çoğunlukla karayolu ve otobüsler olsa da trenler Batı'nın ve özellikle Türklerin yoğun kontağı olan Almanya gibi bir ülkenin aksine bizde "geçmiş"in izlerini taşır. Bir nevi nostaljidir. Trenle yolculuk yapmak, garda büyük saatlerin altında beklemek, denize karşı bir sigara tüttürmek, ayrılık acısı yaşamak, birinden koparılmak, raylarda yaşanılan şehri bırakmak, tc damgalı ve ay ve yıldızın basılı olduğu tren camlarından son kez gara ve sevdiklerine bakmak gibi imge ve duygularla yüklü anlarda trenler ve garlar birbirlerine karışır. Haydarpaşa garında ise trenler görülmeden bina görülür. Ayrılığı karşılayan yaşlı ve olgun bir amca gibi kollarını açmıştır. Hüzünlü bir bakışı olsa da kollarının arasından içeri giridliğinde başka bir dünyaya geçiş gibi bir duygu hissedilir. Gemiler geçer karşısından- iskelesinde durur. İnsanlar gemilerden indiklerinde merdivenleriyle hüzünlü gülücükler savurur rüzgara. Haydarpaşa garı benim için bir amcadır. Oysa liseye de adını verdiği düşünülürse Haydarpaşa Lisesi tam bir çılgın ergendir benim için. Okul değişeli çok oldu ama annemlerin zamanının bu önemli lisesinin efsaneleri bitmek bilmez. "Aşağısı morgmuş olum" şeklinde bir gizemi vardır. Şimdilerde Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü olan bu binada tıp ve hukuk öğrencileri koşturadursunlar Haydarpaşa Numune de korkulu rüyam olan bir teyzedir benim için. Acile girdiğim anda sedeyelerdeki insanlar ve çığlıklar bir yana hayatıma dikiş atılan bir yer gibi gelir bana. Tüm bunların ötesinde bu kadar tanıdık binaya adını veren Haydar Paşa'yı hiç düşünmemiştim. Düne kadar. Hala da kim olduğunu düşünmüyorum ama evimizden görünen haliyle bile ufkumu oluşturan bu binanın görkemi- çatısı- dün yandığında Selimiye kışlası ve Selimiye camiinin üstünde uçuşan martılar aklıma geldi. Bu binaların ışıklandırmasında uçan kuşlar semaya bakarken semavi dinlere inanmamı sağlardı.


Öte yandan Haydarpaşa garı merdivenleri saat sabah 08.25 -Cumartesi- herhangi bir Cumartesi ve ben bekliyorum ya da Ankara'dan gelen C. Ö. beni bekliyor. Sanki yıllar böyle geçecekmiş gibi geliyor ve garın saatli kalkan trenlerinin aksine zaman duruyor. Evden çıkarken işittiğim çığlıklar, sabahın köründe nereye gidersin azarları ve yolda yürürken gördüğüm "Protokol Camii" ile birlikte sorguladığım bir camiinin adı neden Protokol olur ki soruları bitiyor. Çünkü Haydarpaşa amca bana sevdiğim bir şeyi geri veriyor gibi geliyor. ....


Dün alevler çatısından çıkarken vapurdan onu izlediğimi düşündüm. Yaşlı bile olsa iyileşeceğini hissettim ve buna da inanıyorum. Neden yandı, kim yaktı, otel mi olacak, gar mı kalacak, Almanlar yaptı Türkler yaktı... Bunlar sürüp gider. Her şey gibi gerizekalı bir hatadan kaynaklandığını ve o çok övündüğümüz kültür başkenti İstanbul'da bir helikopterciğimizin denizden su alıp da üstüne döküvermemesinin bunlara neden olduğunu düşünüyorum.


Her gar gibi Haydarpaşa'nın da bir hatıra yeri olduğunu düşünüyorum. Yaşayan hatıralardan biri. Ki o yüzden unutamadığımız ayrılıktır Haydarpaşa garı ya da ilk intiba. Hatıralarımız yanmasın.


Sanırım İstanbul'da bunca "Paşa" olmasına rağmen tek bildiğim ve hayatta gerçekten tanıdığım tek paşaya dair bir şeyler yazmam gerekirdi. Geçmiş olsun dileklerimle Haydar amca. Adının anlamı aslan, cesur, yiğit kimse imiş. Yiğit ol sana kötülük edenlere cesurca savaş. Biz de varız!


1 yorum: