1 Aralık 2011 Perşembe
Minübüsteki kadın saçları...
12 Ekim 2011 Çarşamba
Bir zamanlar anadolu'da ya dair...
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın 2011 yapımı "Bir Zamanlar Anadolu'da" adlı eserini, filmin adı, konusu, mekan ve zaman üzerinden incelemeye çalışacağım. Öncelikle filmden edebi bir zevk aldığım için böyle bir yazı yazmak istediğimi belirteyim. Sinema filmini bir sanat eseri olarak tanımlamanın pek çok değişik kriteri olabileceği gibi, benim için diğer sanat türlerine olan yakınlığının önem taşıdığını belirtmeliyim. İyi bir edebi eser, insanı nasıl içine alır ve evrende bambaşka zamansız bir noktaya ve mekana taşırsa bir filmin bunu yapabilmesi hem bir o kadar zor hem de görsellik, ses, müzik gibi duygulanıma götüren pek çok öğeyi kullanabildiğinden kolay da olabilir. Ceylan sinemasının görsellikteki başarısı bir yana bu kez, eserini izlerken hissettiğim edebi hazzın, karakterlerin kurulmasındaki özen ve detaycılığın yanısıra karakterlerin yansıttığı toplumsal konumlar ve manevi derinlikle ilişkili olduğunu ve bu iki öğenin birbiriyle uyumlandırmasının insana "hakikat" hissi vermesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Karmaşık cümlelelerle boğuşmadan da, Anadolu kırsalında, Kırıkkale'de işlenen bir cinayetin peşinden sürüklenen bir hikayeyi anlatan bu filmi bir sanat eseri yapan özellikleri üzerinde duracağım.
Öncelikle filmin adını ele alarak başlayalım. "Bir zamanlar Anadolu'da" başlığı pek çok açıdan, filmin yarattığı belirsizlik atmosferi; ne ile karşılaşılabileceğinin bilinmemesi, gizem hislerinin yanısıra tekrar öğesiyle de örtüşüyor. Çocukluğumuzda anlatılan masallarda olduğu gibi "Bir zamanlar" ifadesi bizi yalnızca zamansızlığa ve masalsılığa değil, çok geniş bir zamanda gerçekleşen bir durum ve olay örgüsüne taşıyor. Filmin olay örgüsünün yarısından fazlasının, gerçek anlamıyla bir gecede kurgulanmış olması ve filmin devamının da, gecenin ertesi gününde geçiyor olmasıyla zıt bir ifade olsa da bu zıtlığın anlamlı olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü bir anlatıda “bir zamanlar” ifadesiyle zamanın kesinliği ve netliği kırılıyorsa burda süregiden bir sürece gönderme olduğu düşünülebilir. Bu noktada “Bir zamanlar Anadolu’da” başlığı filme hem masal mistisizmi katarken hem de Anadolu’da zamanın belirsizliği ve gerçek anlamda güneş doğup batsa bile günlerin ve doğanın sürekliliğinin devam etmesi ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin olduğu gibi kalması ve devamlılığı üzerine de kanımca bir gönderme yapıyor. Öte yandan filmde, bu ifadenin geçtiği yerde hangi karakterin kime bu sözü kullandığı da önem taşıyor. Dr. Cemal gece, araba farından gelen ışıkla aydınlanan sarı başakların sonsuzluğuna ve aynılığına bakmaktadır. İnsanların ölümlülüğü üzerine sözler söyler. Şoför Arap Ali, Dr. Cemal’e aralarındaki diyalogda kentten kıra gelen doktorun melankolisini ve yaşadığı hissiyatı sezer bir halde “Bir zamanlar Anadolu’da böyle bir gece geçirdim dersin” minvalinde bir söz söyler. Burada, bu ifade yukarıda bahsettiğimiz anlama ek olarak ikinci ve üçüncü anlamlar kazanır. Bu anlamlardan biri, şu an için Anadolu’da bulunan Dr. Cemal karakterinin bir zaman sonra başka bir yerde olacağı ve bu yerin Anadolu olmayacağı ve büyük olasılıkla İstanbul gibi daha büyük bir kent olması. Bir diğer anlam ise Anadolu’dan uzaklaşılmasıyla birlikte Anadolu kırsalında geçirilen zamana bir masal, bir macera, ve belki de gerçekten varolmuş olması istenmeyen bir zaman dilimi olarak bakılacak olması. Bu anlamları çok önemli buluyorum. Çünkü, halen daha Türk sinemasının ve daraltacak olursak aydın sinemasının, Türkiye coğrafyasında üreten ve üretilen herkesin ve herşeyin bir şekilde dokunduğu kent-kır ikiliğine gönderme yapıyor. Ve Anadolu, daha geniş anlamıyla kırsal bir çeşit büyülü gerçekçilikle anlatılıyor. Bu anlatımı filmde, Dr. Cemal karakterinin işemeye gittiği sırada da görebiliriz. Çok basit bir eylem için gittiğinde, şimşeklerle ve gök gürültüleriyle adeta kuduran doğa, adamın yüzünü döndüğü kayalarda ona bir oyun oynayarak yontuları aydınlatıyor ve Dr. Cemal yüz yontularıyla düpedüz korkuyor. Türk edebiyatının kırı konu edinen eserlerinde, özellikle Yaşar Kemal’de dikkatimizi çeken doğa ve korku unsurları burda da bu kentli karakterin gözünden ve üzerinden işleniyor. Ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” ifadesinin de Arap Ali’ye söyletilmesi bu anlamda çok manidar.
Masal zamandan gerçek zamana geçecek olursak filmin olay örgüsü yukarıda da söylediğim gibi iki temel zamanda kurgulanmış. Ki bu iki temel zaman gece ve gündüz. Uyuyamayan veya gece yaşayan insanların bileceği bir hisle, filmin uzun bir kısmı alacakaranlıkta yer yer zifiri karanlıkta, yalnızca araba farlarının aydınlattığı yollarda geçiyor. Gece zaman diyebileceğim bu yaklaşık 100-120 dakikalık seyirde izleyici yol alan karakterle ve karşılaşılan tiplerle aynı yerdeymiş hissine kapılıyor. Gerek kamera açıları, gerekse yapılan muhabbetlerin dinlenmesi açısından gece önemli bir zaman öğesi. Doğanın yalnızlığında ve tekrar eden aynılığında, insan etrafında kim varsa ona tutunur ya. İşte burada da neredeyse birebir gerçek zaman hissi yaratan kısımda, izleyici sabaha varacak olan gece boyunca karakterlerle birlikte yol alıyor. Öte yandan hikaye örgüsü açısından düğüm gece atılırken, sabahın ilk ışıkları ve günün doğmasıyla düğüm yavaş yavaş çözülüyor. Burada zamanın filmde kullanılmasına ilişkin vurgulamak istediğim bir nokta daha var. O da gecenin şiirsel ve masalsı dilinin sabahleyin yerini hukuk, bürokrasi ve tıp diline bırakması. Bir nevi karakterlerin gece boyunca içlerinde yaptıkları ve eş zamanlı olarak bir cesetin peşinde yaptıkları yolculukların nihayete ermesiyle günlük yaşamın içindeki kamusal alanlarda bu resmi dille temas etmeleri sonucunda iç yolculukları ve resmiyet ile yaşanılan gerilim de yoğunlaşıyor. Zamandaki ve dildeki bu kopuşun başlangıcında ise filmdeki önemli bir masumiyet sahnesi dikkat çekiyor. Muhtarın evinde dinlenmek için duran karakterlerimizin yorgunluğu, içinde bulundukları belirsizlik, korkuları, düşünceleri üzerinde çarpıcı biçimde kırılma noktası yaratan bir kadın oluyor. Bu konuya karakterler üzerinde dururken değineceğim fakat, kadın karakterin perdeye çıkmasıyla gecenin dili son yükselişini yaparak masalsılıkta doruğa çıkıyor. Muhtarın kızının meleksiliğiyle bir sürü erkeğin olduğu bir mekana elinde gaz lambası ve çay tepsisiyle girmesi ve karakterlerin kadının gözlerinde gördükleriyle gerçek duygularının çözülmesi oldukça manidar. Bu andan itibaren yavaş yavaş sabaha çıkacağımızı bilmeye başlıyoruz.
Filmde günün ve gün ışığının kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, olayların çözülmeye başlamasının eş zamanlı oluşu, insana gece ve gündüz olgusunu yeniden düşündürüyor. Gece, karakterlerin iç dünyalarında bir yolculukken, gündüz yolcuları çeşitli duraklara bırakıyor, Komiser evine, doktor hastanesine, zanlı hapishaneye, ölü otopsi masasına ve savcıyı ise içini kemirip bitiren kayıp bir hikayedeki yerine. Karakterler üzerinde burada fazla duramayacağım ama filmde gece boyunca detaylarla, kostümlerle- üniformalar, savcının paltosu, Arap Ali’nin ceketi gibi- ve diyaloglarla ve suskunluklarla kurulan karakterler mesleklerinin ve bulundukları toplumsal konumların hakkını gündüz dile geldiklerinde iyice hissettiriyorlar. Bu açıdan bakıldığında gündüz, hukuk, tıp ve bürokrasi gibi dillerle konuşurken gece şiir dilinde ilerliyor gibi geldi bana. Filmdeki replikte olduğu gibi, “bu hayatta halay başı olacaksın” ifadesi, halay başını Ankara’dan gelen savcı üzerinden yaşatılıyor. Savcı raporu yazdırırken hukukun dili ve amiyane tabirle adamın okumuşluğu herkesin onu ceset etrafında sıra sıra cümleler kurarken dinlemesiyle büyüyor. Filmdeki zaman ve kurgu örtüşmesini güçlendiren diğer bir öğe ise mekan seçimi.
Filmdeki mekanları temel olarak ikiye ayırırsam, dış ve karakterlerin içlerinde yaşattıkları mekanlar olarak sıralayabilirim. Dış mekan, olay örgüsünün yaşandığı Kırıkkale ve çevresi. Kırsalın bu denli güzel anlatıldığı bir Türk yapımı film anımsadığımı sanmıyorum. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi belirsizliğin birbirine çok benzeyen ve bir çeşme ile karakterize edilen mekanlarda karakterlerimizin yolculuklarını izlemek, arabaların içinde bir araya gelmiş birbirinden çok da farklı ama bir noktada örtüşen hayatların, ölümlülüğü ve ölümü sorguladıkları kadar hayatı sorgulamalarına da taşıyor izleyiciyi. Kırsala eşlik eden, araba içi, muhtarın evi gibi ikincil mekanlar diyaloglarla beslendiğinde yukarıda bahsettiğim masalsılığa inat gerçekçilik ortaya çıkıyor. Bu iki zıt öğenin birbiriyle öylesine eşsiz harmanlanması bir yana, gece ve gündüz mekanlarının birbirinden ayrı oluşu, gözümüze ayrı görünüşü, özellikle hastanede geçen kısımların dili, ışığı ve gerçekçiliği; karakterlerin iç dünyalarında giriştikleri otopsinin ve ahlak sorgulamalarının bir otopsi sırasında, otopsi masasının etrafında gerçekleşmesi oldukça ince işlenmiş detaylardı.
Öte yandan mekan aynı zamanda çağrışımlarla kurulan bir öğe olarak karşımıza çıkıyordu. Doktor Cemal’in odası; masasında yaşattığı dünyası ve geçmiş yaşamından izlerle dolu fotoğraflarla çağrıştırılan mekan da kır ve kent arasındaki ayrımın derinliğini artırırken öte yandan pratikte yaşanılan mekandan ne denli ayrı/farklı yerlerde yolculuk eden ruhlarımızın olduğunu göstermekte oldukça başarılıydı. Doktor Cemal’in elinde tutup uzunca baktığı deniz kıyısındaki çocukluk fotoğrafı, yanılmıyorsam bir pizzacıda ayrıldığı eşi varsaydığımız kadınla çekilmiş fotoğrafının tam da o hastane odasında, çok yorucu ve ölümle uykusuz kalınan bir gecenin sabahında, derman arayan hastaların bir kapı ötesinde nasıl da uzaklarda olabileceğimizi anlatmıyor mu?
Ben bu filmi çok sevdim. Bir roman okumuş gibi oldum. Herkes gibi bir ölümlü olarak, uçsuz bucaksız tarlalara bakarken yiter gibi, içindeydim ve öyle de kalmak istedim.
Gözde Ç.
Ankara
23 Eylül 2011 Cuma
Yaprak çıkmazı no:25
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Nerde oturuyorsun; orda "ol"uyorsun
16 Mayıs 2011 Pazartesi
CMYK-matbaada bir gün
5 Mayıs 2011 Perşembe
serotonini nasıl bilirdiniz?
Şahsım, küçüklükten bu yana Heidi ve Polyanagillerden bir kız çocuğu olmamıştır. Ortaokulda, öğretmenlerin beni yanına çağırıp sürekli gülmemden mütevellit nasıl bir ailenin çocuğu olduğumu sormalarını saymazsak, güler yüzlü olmama rağmen, mütemadiyen hüzünlüyümdür. Bu hüzünün kaynaklarına geçmeyeceğim. Hüzün arayüzü ile doğmuşum yapacak bi şey yok. Güler yüzlü olmak ile mutlu olmak arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu iddia edenler olabilir- mümkündür. Fakat olmayabilir de.. Küçük burjuva şımarıklığı olarak ele alınagelmiş mutsuzluklar ve kendi kendini mutsuz etme eylemleri bir yana, hakikaten bence biz mutsuzuz arkadaş! Bir metroya biniyorsun, camda yansıyan insan yüzlerinde bir hayat cıvıltısı görmüyorsun, sokağa çıkıyorsun en az üç tane kavga eden adama rastlıyorsun, anneni arıyorsun daimi hasta zaten. Haber bakayım dedin mi zaten aklına gelmeyen türlü kötülük önünde cereyan ettiğinden mutsuz olmak için çabalamana gerek kalmıyor. Mutsuzluk kendiliğinden oluveriyor. Dikkatinizi çekerim sayın bebeler ve (u)mutsuz çocuklar mutluluğun kendiliğinden ve doğal olarak gelmesi beklenirken mutsuzluk kendinden geliyor. Paket böyle hacı!
Daha pompalasınlar "İşte serotonin salgılayan besinler" işte bilmem ne.. Len en son ne zaman hakikaten mutlu oldun diye sor bakalım kendine? Çekirdekli siyah üzüm yiyince mi? Yeşil biber kızartmasını hop diye ağzına atınca mı? Para kazandığında mı? Kredi kartı borcunu tüm ekstre meblası dahil olmak üzere kapattığında mı? Çocuğun yeni bi ayakkabı giydiğinde mi? İstediğin işte çalıştığında mı? Patronun seni azarlamadan bir gün geçirdiğinde mi? Lavabonu cifleyip, delikten saç topladığında mı? Oturup iki arkadaşınla içkini içtiğinde, üç beş muhabbet ettiğinde mi? Mutluluk da klişe anacım. Mutluluk denen hadiseyi de filtrelemişler. Ne yapsan da filtreli o mutluluk. Biri beni durdursun, hepinizin içine bana yaptıkları gibi mutsuzluk tohumu serptim. Olsun anacım, atın siz ağzınıza siz bir 10 gram çikolata, bir parça muz bak bi şeyciğiniz kalıyor mu? Daha önce bir yazımızda sözünü ettiğimiz muhteşem Balayı kurbiyesinden de yiyerek Muhteşem Sülüman'ın divan edebiyatı kremalı öpücüklerinden de tadarsanız eğer hooooooppp serotonin tavan yapar.
Ey okuyucum; bendeniz dolmuşta "ücretini göndermeyen bir kişi" olarak adlandırılan ve sonrasında çantasına parasını koymadığını farkedip bir anda iç ceplerden birinde iki lira bulan arkadaşınız; müsait bir yerde ineceğim.
Hoşçakalın,
2 Mayıs 2011 Pazartesi
bir aradan sonra, rahatsız bir yazı
Ne gündemlerle yoğrulduk şu yazmadığım aylarda. Blog maşallah bi kapatıldı ardı arkası kesilmedi ultra demokratik (!) hallerimizin. 36-42 kuzey enlemleri ve 26-45 doğu boylamları arasında yasaklar, skandallar, şifreler,kasetler,birtakım çılgınlıklar, seçim, ve milyon tane laf sokma yaşanırken yine gençler hayal kırıklığına uğradı yüzlercesi de ilk aşk acısını a,b,c,d derken belki unuttu gitti. Aşık olmaya sıra gelmiyor ki zaten bu enlem ve boylam arasında birader! Atlasın geri kalanına baksan durum yine vahim, fotoğraf makinelerinin ülkesi bir sallandı pir sallandı-yalnızca fiziki atlas değil siyasi atlasın da sarsıntısı bitmedi.
Benim gündemime girmeyim bir süre sonra sıkıyor bacım. Mobilyaymış, düdüklü tencereymiş, dört tencere bir tavaymış, havlu kenarıymış falan derken ne maddiyatçıymışım len ben diyerek adeta alışveriş merkezlerine ve kendime yabancılaşma durumlarındayım. Merak etmeyin geleneksel çeyizlik yerlerini de atlamayarak iki kez Eminönü-Sirkeci- Mercan-büyük postane falan yolunu da tuttum bütün bu gezmelerimi de beş bacak ağrısı, iki kol ağrısı, yedi bağrış çağrış şeklinde hiç bir şey de almayarak atlattım. Sonuç itibariyle "sayılı gün çabuk geçer" ilkesinin idrak edilebilecek seviyeye ulaştığı bir noktada evimde belimin üstüne kadar çekilmiş eşofman altı, alakasız renk bir uzun kollu pamuklu ve tüylenmiş bir depresyon hırkasıyla oturma günlerimin sona ermesinden korkarak garip bir hüzün duymaktayım. Haaa bu arada doğdum. Bu sene ne doğumgünü yaptı be! 28 oldum- tehlikeli bir yaştayım. 2+8=10 1+0=1 eder bu sene bir yılı. Sayma sayılarından olan bir ile aramız iyi sayılır. Bir çarpı bir bir. Birdir bir.
odtü'de çiçekler açtı.. güneş de bir açmadı ki renklere doysak. bugün azıcık göz kırptı hafiften yasemin koktu sanki. Yine de bugün en merak ettiğim şey hayat kadınlarının kartvizitlerini nerde ve nasıl bastırdığı oldu saygıdeğer abilerim ablalarım. Malteme'de her yere saçılmış Gül adlı kadının donlu sütyenli kırmızı zeminli kartviziti nerde bastırdığı neden bu kadar umrumda bilmiyorum. Ama düşünsenize on sen eiçinde bütün tanıtım sanal alana kayarsa bu işleri kim hatırlayacak ey okuyucu?
Bugün bir de önemli bir olay oldu Bin Laden öldürüldü. Fakat niyeyse yine bu olaya da Amerikalıların Ay'a çıkması kadar şüpheyle yaklaşıyorum. Ne fark eder ki gerçi.. Böyle... Tadım kaçtı ya.. Behzat Ç. den söyle Kanıt da hakkaten hiç çekilmiyo ya. Ne yapsam? Ne yapsam? En iyisi dükkanı kapatıp gidelim bu akşam. Geçici olarak verdiğimiz rahatszılıktan dolayı özür dileriz. Rahatsızlık da geçici olmalıdır öyle değil mi? Bir de daimi rahatsızlar vardır onlardan olmayın. Hoş kalın hoşça kalın!
4 Şubat 2011 Cuma
dos gardenias
yıllar içinde verilen gardenyalar... vazolara koyamadıklarımızdan, bahçelerde bulamadıklarımızdan dizilmiş ıssız bir bahçeye solmadan duruyorlar. İçimde bir yerde tuttuğum deniz kıyısı, dalgaların sesinin perdeleri usul usul uçuşturduğu yaz akşamlarında aydınlatmaların ay ışığından ibaret olduğu bir evin ahşap zemininde çıplak ayaklarla dolaştığım anın durdurduğu zamanda solmadan duruyorlar. üzerimde şifondan beyaz bir elbiseyle asla giymediğim saten beyaz terliklerimin durduğu pembe sardunyaların saksısının yanında kimsenin bilmediği bir anahtar saklıyorum. Saçlarımdaki deniz tuzunu yıkamadan geceyi güne kavuştururken kollarımda kalan tuz gün ışığından parlıyor. Sabah beşin o eşsiz rüzgarında sana sarılıyorum.
O ev hiçbir şehirde, hiçbir ülkede değil. Ve hiçbir kıyıya-koya- açılmıyor pencereleri. geziyor arsızca gezegenler boyu su bulunan ve bir su damlasının hayat verdiği her yerde.
Ah sevgilim içim sıkılıyor- kolera günlerinde aşkta kafeste bırakılmış bir kuş gibi çırpınıyor yüreğim. Kafesim kırmızı ve yeşil bir dalda asılı. Kırmızı ve yeşilin muhteşem zıtlığı içinde kendimin ne renk olduğunu bilemez haldeyim. Mektuplar boyu atmak isterken kalbim, sokaklara çıktığımda nefessizim. Yeşillerin arasındaki beyaz gardenyaların beyazlığı kadar yalnızım. bir su damlası gelmiş taç yapraklarımdan birine; ağlıyorum sandı arının biri. ağlamıyorum. yalnızca gardenyaları soldurmamak için yaşıyorum.
http://www.youtube.com/watch?v=rublV5LQ5Ds
24 Ocak 2011 Pazartesi
"burdan bakınca şu sonsuz dünyaya" sonlu olmak
şöyle yazmışım 2 Aaralık 2010 taihinde bir yerlere:
Bu sabah bir rüya gördüm. Bir gölün kıyısında. Hava soğuk. Göl hafif hafif kıpırdıyor. İçinde sadece bir kuğu var. Gökyüzü puslu souğuk mavi ve gri arasında bir renk. Ben gölün çevresinde kimi donmuş kimi sarıdan kızıla dönmüş ama yer yer üzerlerini buz kaplamış yaprakların üstünde yürüyorum. Etrafta kimse yok. Gölün içindeki kuğu ve bir tek ben. Rüyada mıyım? diye düşünüyorum. İçimdeki nefesimin göğe bir buhar olarak dağılmasıyla tekrar içime çektiğim yalnızlığımla başbaşayım. Çok üşümüyorum ama ürperiyorum sudan. Bir rüzgar esiyor ve sonbahardan arta kalan yapraklar da sağa sola esiyor. Neden tek bir kuğu var? Ve dene öylesine beyaz bugün? Başka bir gün geldim mi ki buraya? Anımsamıyorum. Hatta böyle bir yer hiç görmedim. Ben gölleri değil denizleri severim. Göl sanki etrafındaki her şey gibi beni de içine çekip yutabilir diyorum. Uzaktan piano çalındığını duyuyorum. Esintilerle yüzüme vuruyor. Yürüdükçe ses artacağına sanki gölün etrafına dağılmış gibi bir ordan bir burdan geliyor. Tırnaklarımı avuçlarıma saplamışım. Üşüdüğümü daha çok hissediyorum. Başımı kaldırıyorum. Sonsuz göğün altında tek başına ölümlüyüm.
*Pilli Bebek/ Olsun