30 Aralık 2010 Perşembe

dol-muş-tan istasyona...

Cüzdanımda fotoğraf taşıdığım yıllardı. Cüzdanın yıpranmış plastiğinin arasından annemin siyah beyaz yüzünden plastiğin dışına çıkan tek şey gözleriydi. Yıpranmış plastiğin kırılmış, çizilmiş halleri bile annemin güzelliğini kırıştırmıyordu. Saçları özenle taranmış ve ışığı yansıtmıştı. Dolmuşta, Zeki Müren dinleyen şoföre para çıkarmayı çalışırken annemin yüzünü görmek çekmecede annemin eşyalarını karıştırıyormuş hissi verirdi. Annemi kaybedeli üç yıl olmuş, fotoğrafını cüzdanımda taşıyalı ise 13 yıl olmuştu. Ben 31. Annem yaşasaydı 62 olacaktı. O gün, dolmuş yokuş aşağı hızla ilerlerken Chevrolet marka uzatılmış dolmuşta yanımdaki kadına yanaşır gibi oldum. Dizleri tedirgin bir şekilde hareket etti. Boynunu hafifçe sarstı. Saçlarının kokusunu dudyum o an. Belli belirsiz, sabunu andıran bir kokusu vardı. Karnına kadar inen koyu kırmızı yün şalına sağ eliyle dokundu. Dolmuşun deri koltuklarında öylesine sıkışık bir halde oturuyorduk ki bu kış günü bacaklarımın oturduğum yere sığmaması bir yana, kadını bu ani ve istenmeyen fazladan temas sayesinde ürküttüğüm için canım sıkıldı. Elimdeki cüzdanımı parkanın cebine koymak için hareket yapmaktan ürkek cüzdanımı gergin ve çatlamış ellerim arasında tutuyordum. Yanımdaki de ellerime bakarsa, uzun parmaklarımın kesik kesik çatladığını, tütünden sararmış tırnaklarımı ve sol işaret parmağımdaki kağıt kesiğini görecekti. Bakışları yerdeydi.
Suratımı anımsamıyorum. O gün de anımsamıyordum. Herhalde sakallarım uzundu, başımda Eminönü'nden alınmış Kastamonu'lu bir ustanın yaptığı lacivert kasketim, üstümde taba rengi parkam olmalıydı. Zira, o günlerde üzerimde bir tek bunlar vardı. Ayağımdakileri anımsamıyorum. Sadece ellerimi anımsıyorum. Çünkü uzunca bir süre onlara baktım. O sırada Zeki Müren şöyle söylüyor, dolmuş şoförü de direksiyon üzerinde eliyle ritm tutuyordu. "Her akşam güneşin battığı yerden/Her akşam güneşin battığı yerden/ Gözlerin doluyor gecelerime" Bu satırlar tekrarlandıkça iyice kararan havaya bakıyordum. Saat öğleden sonra üç civari filan olmalıydı ama yarabbim bu ne karanlık. Sanki yol da uzadıkça uzuyordu oysa bildiğim en kısa yoldu. Bir yağmur kopacaktı. Öteden bir yerden vapur sesi geldi. Hiç sevmediğim kış günündeydim.

Yanımdaki kadın bakışlarını yerden kaldırmıyor, koyu kahve saçlarından koyu kırmızı şalına dökülmüş ve orda kalmış saç tellerine bakıyordu. Ya da ben bakıyordum. Derken "müsait bir yerde" diye koyu ama bir o kadar da çocuk hafif titrek bir ses duyduk. Ya da duydum bilmiyorum. Dolmuş irkilerek durdu çünkü şoför "çileli doğmuşum zaten ezelden/ hasrete alıştım ne gelir elden/ yaşlı gözlerime baktığın yerden/ gözlerin doğuyor gecelerime" diyor kimbilir hangi gözlerin doğuşunu izliyordu. Bense o vakit birinin gözlerini gördüm. Umutsuzluğun hiç batmadığı bir yerdeydim. Yüzümü bile anımsamıyorum çünkü sanki o günlerde yüzüm yoktu. Ya da karmakarışık bir şeydi bilmiyorum. Birinin gözlerinin içine bakmayalı da çok zaman geçmişti. Nasıl oldu bilmiyorum ama o daracık dolmuşta hareket eden yanımdaki kadın birdenbire dolmuştan inen kız ve sonra birdenbire peşinden gitmem gereken biri oluvermişti. Sanki bu yolculuğa beraber çıkmıştık da ben inmeyi unutmuştum ya da ne bileyim o bana şaka yapmıştı da beni ortada bırakmıştı ya da tuhaf bir hal vardı esrarengizlik yapıyorduk. Koyu kırmızı şallı kız dolmuşun kapısını krem rengi file eldivenlerinin içindeki narin sağ eliyle kapatmaya çalışıp sol elinden yardım aldığı anda dolmuşun içine tekrar bakmış ve o an ben onu görmüştüm. O da beni. Ya da ben sandığı şeyi gördü. Şoför yeniden pedallara bastığında elimdeki kahverengi cüzdanı yere düşürmüştüm. Zaten oturmakta güçlük çektiğim yerde eğilmenin ne denli güç bir iş olduğunu düşünerek işimi daha da güçleştirecek o anda anlamadığım ve şimdi de hiçbir akıl erdiremediğim bir tavırla "İneceğim" dedim. Adam: Burda mı? dedi. Aptal bir hal ile: "Tabii burda"dedim. Cüzdanı nasıl bulduğumu anımsamıyorum. Annemin siyah beyaz yüzünün olduğu fotoğraf kağıdını orda düşürmüş olduğumu da zaten saatler sonra fark ettim. Adam bir hasbinallah diyerek kirli sakallarının arasından aynadan bana baktı. Sanki dolmuşçuluğun zorluğundan değil de onu yolculuk ettiği gözlerden uzaklaştıran bu kızdan sonra bir de benim densizliğime tahammül etmek zorunda olduğu için o an benden nefret etti. Neyse umrum değildi. İndim. Ortada ne kız vardı ne de herhangi biri. Nerde olduğumu bile bilmez olmuştum. Bi an kaşımın sızladığını hissettim. Sağ şakağımdan ılık bir şey akıyormuş gibi geldi. Dokundum. Çatlak ve kurumuş parmaklarıma kan bulaşmıştı. Kaşımı nasıl yardığımı anımsamıyordum ama üç gün olmuştu. Kadıköy'de bir kavga sırasında ya da evdeki uyurgezerliğim sırasında veyahut da ayakkabımı bağladığım sırada portmantonun dolap kapağına çarpmış olabilirdim. Umrum da değildi. Sadece elime bulaşan kanı temizlemek istiyordum. Mendilim de yoktu. Niye indim? Nereye gidiyordum. Bilmiyordum. Dolmuştaki diğer insanları da hafızamdan silmiştim. Nerden bindiğimizi de unutmuş gibiydim. Yolun karşısına baktığımda Devlet Hastanesi'nin karşısında durduğumu farkettim. Hasta mıydım? Ama ben buraya gelmeye çalışmıyordum ki. Yol yokuş aşağı ilerliyordu. Yokuşu takip ettim. İlerlerken yolda bir reklam panosunda italik tombul bir karakterle "Mutlu Yıllar" yazıyor altında da bir kaç ajanda resmi duruyordu. Bu kırmızıyla yazılmış iki kelime ıslanmış, ilan panoya iyice yapışmıştı. Bugün ayın 31'i olmalıydı. Yürüyordum. Yağmur yağmıyordu ama sanki yağmış da saçım ıslanmış gibi hissettim. Oysa şapkalı değil miydim? Hastane'de doğum yapan kadınları düşündüm. Acaba o? -Şimdi "o" olmuştu- Buraya ne için geldi? Yılın bu gününde yalnızca bir hastanenin olduğu bir yere insan ne için gelirdi? Hasta bir yakını mı vardı, çocuğu? sevgilisi? annesi? Babası? Ya da ablası doğum mu yaptı? Ya da acil mi geldi? Ama öyle bir hali de yoktu. Burada mı çalışıyordu? Doktor muydu? Hemşire mi? Ya da hastabakıcı? Ya hiçbiri değilse. O hiçbiriydi. O muhtemelen hiçbiriydi. İlerledim. İlerledikçe Zeki Müren'in şarkısıyla gün batımı birbirine karışıyordu. Denizi gördüm. Trenleri. Rayları. Köprü altını ve çocuklarını. Beynimin durmasını istiyordum. Kaşım soğuktan sızlıyordu. Dışardan bir berduş gibi göründüğümü farkettim. Kan elimde kurumuştu. Elimi cebime soktum. Kendimden tiksindim ama yapacak bir şey yoktu. Sokaklar boştu. Oysa eğer bu gün 31 Aralık ise cıvıl cıvıl olması gerekmez miydi? Yürümeye devam ederken bir taşa takıldım. Küçük çakıl taşını ayağımla kovalıyordum yoksa o mu beni kendine çekiyordu onu da bilmiyordum. Soğuk burnumun ucunu dondurmuş gözlerimi de acıtmıştı. Parkamdan içime bir hoşluk içinde yayılan soğuğa aldırmadan ilerliyordum. Boş bir adam olmayı becerdiğim için kendimle gurur duydum. Tren raylarına uzaktan bakan bir köprüde durdum ve uzun uzun trenlerin istasyona varmasını bekledim. Köprünün merdivenlerinden aşağıya kendimi bıraktım. Koştukça koşuyordum. Takip ettiğim biri varmış gibi, yolculuktan gelecek biri varmış gibi, yavaş yavaş çöken akşama karışan yorgunluğumu sonlandırmak için daha da çok koştum. Koştukça heyecanlandım. İstasyona sanki bir çırpıda vardım ve üç yüz oynayan çocuk görmüş gibi oldum. Yaz kokuları yükseldi içimden. Oysa kimsecikler yoktu. İstasyonun saati yanlış göstermiyorsa ve tren yanlış bir zamanda yanlış bir tarihte yola çıkmıyorsa dolmuşa bindiğimden bu yana bir yıl geçirmiştim! Bir yıl. Saate bakakaldığım o an istasyonun aynalarına gün batımı ışıkları yansıyordu. Vücudumu çevirdim. Karşımda deniz duruyor- ve insanların adımları donuyordu. İstasyonun anonsunda ise şöyle diyordu:
Dikkat Dikkat!
"Ne mektup geliyor ne haber senden
söyle de bileyim bıktın mı benden
her akşam güneşin battığı yerden
gözlerin doğuyor gecelerime..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder