İlkokul Beşteyim. Kendi okulumdan öğleyin ayrıldıktan sonra nenemin evine gidiyorum. Orada bir şeyler yedikten ve iki limon suyundan ve bolca şekerden yapılmış limonatamı içtikten sonra, teyzelerin " aaa bak gördün mü kız toparladı, iyi oldu" diyeceği kıvama gelmişim. İki-üç ve dördüncü sınıfı kilo açısından pek sorunlu ve çelimsiz geçirdikten sonra pek bir iyi halim. Neyse nenemin yanından, yarım saatte bir çalan saatinin ve geride kalan zamandaki boşluğun sesinden ayrılarak annemin Müdür yardımcısı olarak görev yaptığı Üsküdar merkezine yakın ilkokula gidiyorum. O dönemlerde annesi çalışan çocukların kendilerine uğraş olarak seçebileceği en garip şeyi yaparak sabahçı olduğum kendi okulumda öğrenim görmemin yanısıra annemin okulunda yine beşinci sınıf okutan başka bir öğretmenin dersine girerek öğleden sonra ikinci bir okul okumam. Ve daha da saçması anneme N. Öğretmenim diye hitap etmek zorunda oluşum.
Annemin okulda çiçeklerle dolu güneş alan bir odası vardı. Tırnakları kırmızı ojeli, gözleri daha bir renkli, döpiyesi pek şıktı. Odasından Ahmediye Caddesi görünürdü. Okulun bahçesinin görünmediğine sevinirdim çünkü ülkemizde okul bahçesi diye adlandırılan beton düzlüğün üzerinde bir okulda olmasını hiç düşlemediğiniz türden bir şey vardı. Bir mezarlık! Zaten okulun bulunduğu mevkiye de Kızlarağası Tabutçular Çıkmazı deniyormuş. Şu an öğrendim! Heyecanıma dur diyerek anlatımıma devam edeyim sevgili okuyucum. Bu mezarlık bildiğiniz okulun bahçesinin orta yerindeydi. İlkokul çocukları etrafında koşuşur, ip atlar, maç yaparlardı. Benim gibi çocukken çocuk olmayı beceremeyenler ise "bu kimin mezarlığı? " "neden burda?" "neden etrafı çevrili ve neden mezarın üstünde bir ağaç yükseliyor?" diye sorardı. Ama bu sorular o zamanlar org dersi aldığım M. Hoca'nın yokuşta duran eski evinde, 49 tuşlu Casio dizlerimin üstündeyken tek sağ el kullanarak İzmir marşı çalarken sorduklarımdan farklıydı. İşte bir okulun öğrencilere katabilecekleri okuyucu. Dha çocukken ölümü ve yaşamı sorgulatıyor. Neyse annemin odasını betimlemeye geri dönelim. Benim için "annemin odası" büyük çoğunlukla "annem" olarak hatıramda yer etmiş. O yüzden olacak ki şu an sadece annemin adının yazdığı Müdür yardımcısı yazan levhayı, annemin çiçeklerini, annemin baskı olsa o kadar güzel olamayacak yazısını, tuttuğu notları, tenefüslerde annem için gelip saçlarını traş ettirdikleri için şeker hediye edilen çocukları hatırlıyorum. Ancak, annemin odaasındaki en mühim objelerden biri daktiloydu. Bu daktilo çok acayip bir şeydi. Annem kırmızı ojeli parmaklarını M. Hoca'dan öğrendiğim org parçalarının hiçbirine benzemeyen bir ahenkle daktilo üzerinde gezdirdiğinde kendimi bu mahareten yoksun hissederdim. Şimdiki hoca/ öğretmen çocukları annelerinin/babalarının okullarına geldiklerinde nasıl bilgisayar oyunları oynamak istiyorlarsa ben de daktiloyu kurcalamak istiyordum. Annem o zaman bana bir kağıt verir kağıdı daktiloya yerleştirir. O tekerlekimsi yapıyı çevirerek kağıdın yerini iyice ayarlar- ortalar- bana hazır ederdi. On parmak yazmak için altın kural olan harflere bakmamak harflerin yerini kusursuz bir biçimde öğrenmekten geçiyordu ve bu kusursuzluğun en temel cümlesi sevgili okuyucum şudur: "Karda kalan kartallar bir karartı ararlar" İşte bu cümle her an bir eklentiyle çeşitlendirilse de "karda kalan kartallar mı karartı ararlar?" veyahut "karda kalan kara kartallar otluklara konarlar" falan olsa hayat felsefesi olarak zihnime yerleşmiş. Günlerce bu cümleyi tekrar ediyor parmaklarım, sesim, dilim, gözüm... Kartallar karda kaldıkların bir karartı arıyor ya insanlar? Nerden nereye okuyucu nerden nereye? Kar beyaz. Karartı kara. Kartallar kara. İnsanlar ak mı ola? Deniyorum deniyorum. Tık tık tık tık tık... Derken zil çalıyor. Okul zili. Haydi git arkadaşların oynarken, ya da anneleriyle evcilleşirken sen annenle büyük oyunları oyna sonra da ikinci kez okula git.
Haydi derse gir. G. öğretmen. G öğretmen hafif şişmancadır. İnançlıdır. Büyük memeleri vardır. Sınıfında sıralar birleştirilmiştir ve üzerleri her hafta birinin annesinin yıkadığı örtülerle kaplıdır. G. öğretmen çocuklara problemleri anlatmak istediğinde eğilir. Yanımdaki çocuğa bir şey anlatmak istediğinde onun kokusunu daha çok duyarım. Yanımdaki kızın adı Fatmadır. Fatma iri gözlüdür. Çok iri gözlüdür. Fatma korkaktır. Fatma çok yoksuldur. Fatma nenemin sokağının bitiminde şimdi yıkılmış ve yerine başka bir bina dikilmiş olan çatısı bile kırık evde oturur. Fatma G. Öğretmen'den çok korkar. Ben de G. öğretmen Fatma'ya bir şey yapacak diye çok korkarım. Çünkü Fatma çok zayıf. Fatma benim arkadaşım. Bağırma ona bağırma. "İkinci kez okula giliyor bu kız bak. Bak görüyo msuun nasıl çözüyo problemleri. Salaksın sen salak! Azıcık şu yanındakinden ders alsana. Azıcık kafanı çalıştırsana!!" Fatma'nın gözleri iri. Çok iri. Benim başım öne eğik. G. öğretmen gidiyor öteki sıraya ben Fatma'nın defterindeki soruları çözüyorum. Yeter ki ona bağırmasın. Beni gösterip bağırmasın.
Fatma'nın evine hiç gitmiyorum ama çelimsiz ellerini, yıkanamamaktan yağlanan saçlarını, gözlerini, o evde üşüyeceğini biliyorum.
Ve yine bu karlı günde. Karda kalan kara kartallar bile karartı ararken ve bulurlarken ak Fatma aklıma geliyor. Fatma Kara. Hep ak olasın, ak kalasın.
Saat 17.04. Karşımda pencere olmayan bir odadayım. Arkamda çamlar var. Üstleri karla kaplı. Karda kalan herkesin ısınmasını diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder